2000'li Yılların Tekrar Tekrar Dinlemekten Bıkmayacağınız En Sağlam 20 Albümü

2000'li yıllar rock müzik için oldukça verimli geçti. Hem kaliteli yeni grupların ortaya çıktığı, hem de bildiğimiz grupların harika albümler yayınladığı bir on yıldı. Günümüzün pop hükümdarlığında değeri iyice artan bu albümleri "dunkirk" derlemiş.
2000'li Yılların Tekrar Tekrar Dinlemekten Bıkmayacağınız En Sağlam 20 Albümü
Arctic Monkeys / nme.com


2000'leri hep rock müziğin son 10 yılı diye düşünmüşümdür. hala kaliteli albümler çıkmaya devam etmiştir, indie rock patlaması yaşanmıştır, garage rock, post-punk gibi eski türleri yeniden gün yüzüne çıkaran revival grupların da ortaya çıktığı bir dönemdir. özellikle içinde bulunduğumuz 2010'lara baktığımda rock gruplarının bile soundunu popa kaydırdığını görünce, döneme damgasını vuracak çok az sayıda rock albümü veya rock grubu çıktığı gerçeğini hesaba katarak, rock'ın 50 yıllık bir üretkenlik dönemi olduğu düşünülürse 2000-2010 arasının rock müziğin son yılları olduğu fikri daha da pekişiyor. 2000'lerin en sevdiğim 20 albümüne yer vereceğim, çoğunlukla rock albümlerinden oluşacağı için o dönemki rock müzikle ilgili açıklama yapma gereği duydum.


20) the white stripes – elephant (2003)

the white stripes’ın seven nation army ile patlama yaptığı albüm. ancak meg white ve jack white ikilisinin bu albüme koydukları tüm şarkılar en az seven nation army kadar dikkate değer. meg white’ın minimal davul ritimlerin üstüne jack white’ın harika groove elektro gitar kullanımıyla garage/blues şöleni yaşattığı, 60ları günümüze getiren mükemmel bir albüm.

albümden öne çıkan parçalar: black math, i just don’t know what to do with myself, ball and biscuit, little acorns


19) foals – antidotes (2008)

foals’ın katıksız indie rock albümü. sevdiğim tek albümleridir aynı zamanda. sonraki albümler iyice popa kaydılar, kullanılan ritimler, ses efektleri hiç mutlu etmemişti beni. bu albümde her şarkıda ayrı yaratıcılık yatıyor. akılda kalıcı melodileri, birbiriyle paslaşan gitarları, tribe sokan basları ve eğlenceli davullarıyla insanı direk içine alan bir albüm.

öne çıkan parçalar: the french open, olympic airways, electric bloom, heavy water


18) deerhunter - microcastle/weird era cont. (2008)

deerhunter’ın 25 şarkılık double albümü. rock müziğe fazlasıyla doyuran, shoegaze etkili parçalardan sonic youth vari alternative parçalara, çok ağır depresif havada şarkılardan deneysel şarkılara, 60lar havasında pop/rock parçalara kadar çeşitlilik gösteren bir albüm. albümün 2. kısmı weird era cont.’un daha deneysel ağırlıklı parçalardan oluştuğu söylenebilir. grup albüm açılışını güzel bir enstrümantal parça olan “cover me” ile yaparak ne kadar güzel bir albümle karşılaşılacağının ipucunu baştan veriyor. albüm çeşitlilk gösterse de shoegaze’in en fazla hissedilen unsur olduğu söylenebilir. 2000lere ait güzel bir shoegaze albümü tanımlaması da yapılabilir bu açıdan.

albümden öne çıkan parçalar: agoraphobia, never stops, nothing ever happened, neither of us uncertainly, operation, dot gain, vox celeste , calvary scars ıı/aux. out


17) the national – boxer (2007)

the national’ın ağır topu boxer da bu listede olması gereken albümlerden. the national’dan favori albümüm olan the boxer’ı, daha çok sakin zamanlarda dinlemeyi tercih etsem de her türlü modda dinleme isteği uyandırıyor. sadece boxer’daki müziği değil, genel olarak the national’ın müziğini anlatmak istesem olgun rock derdim sanırım. sanki aile babaları bir araya gelmiş, olgun tecrübeli orta-yaş erkek halleriyle rock yapmışlar ve sert davul-bas partisyonları üzerine duygusal vokallerin eşlik ettiği bu özgün müzik ortaya çıkmış gibi. the national demişken mistaken for strangers belgeselini öneririm. vokal matt berninger’in kardeşinin grupla birlikte turlarken çektiği görüntülerden oluşan ilginç bir belgesel.

her neyse albüme dönersek, öne çıkan parçalar: mistaken for strangers, brainy, apartment story, guest room


16) bonobo – dial m for monkey (2003)

bir diğer sevdiğim bonobo albümü animal magic’i mi koysam diye çok düşündüm fakat animal magic’in ilk albümü olmasından dolayı bu albüm biraz daha oturmuş ve komplike, bonobo’nun müziğinin tavan yaptığı yer bana göre. ilk albümdeki caz egemenliği biraz daha azalsa da sonraki albümlerde pek duyamayacağımız akustik davul soundunu hala muhafaza eden, diğer enstrümanların harika katkı yaptığı ve uyum içinde kullanıldığı, altyapı açısından hayli zengin elektronik müzik şöleni. bu albümden sonrasını bir türlü sevememişimdir, akustikten çok ayrılıp, çok daha elektronik bir hal alıyor. bu albüm ayarın kusursuz tutturulduğu, kendi adıma bonobo diskografisinin son bulduğu albüm.

albümden öne çıkan parçalar: noctuary, change down, wayward bob, pick up


15) them crooked vultures – them crooked vultures (2009)

josh homme'un vokali ve gitarı, dave grohl'un davulu ve john paul jones'un bası bir araya geliyor ve böyle bir güzellik ortaya çıkıyor. bu albümden sonra bir daha bir araya gelmek için sözleşseler de 5 senedir ses soluk yok.

albümün içeriği hakkında konuşacak olursam 90'lardan günümüze dek duyduğum en iyi old school rock etkili albümdür bu. dave grohl’un davullarda konuşturduğu bir albüm istiyorsanız, ne nirvana ne qotsa şarkıları, bu albümü dinleyin. 2010'lara yaklaşırken esamesi okunmayan rock müzik severlerine ilaç gibi gelen all-star müzik. elde avuçta hala güzel rock albümleri yapan, kırklarına gelse de genç denilebilecek 3,5 kişi kaldı zaten, onlardan ikisi de bu adamlar. şu ortamda ikinci bir them crooked vultures albümü için medet ummaktan başka yapacak bir şey yok.

kulu kölesi olunası bu albümden öne çıkan parçalar: no one loves me neither do i, elephants, scumbag blues, bandoliers, warsaw


14) coldplay – parachutes (2000)

vaktinde "ah nerde o eski coldplay" diye 5 yıl bekledim artık gelmeyeceği belli olduğundan yıllardır beklemiyorum. listeye koyma konusunda parachutes ile a rush of blood to the head arasında çok kötü kaldım ama ilk albümleri her zaman daha naif geldiği için parachutes’de karar kıldım. coldplay’in ilk 2 albümünün bende yeri ayrıdır çünkü ortaokul yıllarından şu ana kadar ara vermeden düzenli olarak dinlediğim başka bir grup yok diyebilirim. şu an dinlediğim grupların çoğu lise veya üniversite dönemi gelmiştir. ortaokul çıkışlı coldplay tek örnek. chris martin sempatizanlığı o dönemlerden kalma kısacası. parachutes, dünyadaki en dokunaklı ama bir o kadar da mutluluk verici nadir albümlerden. beatles’ın 60'larda müzikal açıdan yaptığını coldplay çok kısa süreliğine de olsa 2000'lerde bu iki albümle yapmış sanki.

albümden öne çıkan parçalar: shiver, yellow, trouble, high speed


13) opeth – damnation (2003)

melankolinin dibinin görüldüğünün albüm. müzik bir tedavi aracı olarak kullanılcaksa bu albümle başlanabilir. grubun genius beyni mikael akerfeldt’in ortaya çıkardığı, opeth’in o dönemki sert, brutal ekstrem metal çizgisindeki müziğinin aksine sadece akustik şarkılardan bir albümdür. davulda martin lopez’in döktürdüğü bir başka opeth albümüdür aynı zamanda. gazete-sabah- kahve nasıl birbirini tamamlayan bir üçlüyse, akşam-şarap-damnation da odur. tüylerimi en çok diken diken eden albümler sıralamasında tepeyi oynar. bu müziği ortaya çıkaran adamlara duyduğum saygı, müziğin kendisine duyduğum hayranlıktan kat ve kat daha fazla.

öne çıkan parçalara yer vermek gerekirse: windowpane, death whispered a lullaby, closure, weakness


12) boards of canada – geogaddi (2002)

şimdi bir music has the right to children değil ama başka bir dünya, evren sunan, yine genius işi bir boc albümü. bu iskoç ikili ne yapsa oluyor zaten. sundukları açısından esasen the music has the right to children’dan çok fazla ayrılmayan bir albüm. sadece bu albüm biraz daha deneysel ve karanlık bir havada ilerliyor. music has the right to children ıı diye sunulsaydı da sorun yaratmazdı diye düşünüyorum.

bu zihin açıcı, elektronik, ambient ve deneyselliğin harika birleşimi 22 şarkılık albümün öne çıkan parçaları arasında ayırım yapmak benim açımdan hayli zor olsa da kısaca: music is math, sunshine recorder, julie and candy, 1969, alpha and omega, dawn chorus


11) dredg – el cielo (2002)

dredg’in benim gözümde dredg olduğu son albüm. 16 şarkıdan oluşan 1 saat süren bir başyapıt bu konsept albüm. şarkılar arasında kullanılan farklı sesler, ambient düzenlemeler kusursuz bir atmosfer yaratıyor. albümün ilham kaynağı salvador dali’nin bir tablosudur. (bkz: dream caused by the flight of a bee around a pomegranate a second before awakening) albüm içinde çok defa brushstroke adlı parçanın geçmesinin sebeplerinden biri. ilk şarkının adı da salvador dali’nin bu eserinin baş harflerinin birleştirilmiş hali.

albümün konsept tarafından müzik kısmına geçecek olursak üstün bir yaratıcılık var. kısaca müzikten öte sanat da denilebilir. leitmotif’te takdire şayan bir müzik ortaya çıkaran dredg bu albümde de sınırlarını zorluyor.

hayret verici bir müzikalite ve atmosfer sunan bu albümden öne çıkan parçalar: triangle, sorry but it’s over, whoa is me, the canyon behind her


10) gojira – from mars to sirius (2005)

bu albümü ilk dinlediğimde henüz yeni çıkmıştı. hatta gojira’yı ilk bu albümle dinlemeye başladım. o dönem yoğunlukla metal dinlediğim bir dönemdi ve bu albüm hem çok vurucu hem de çok farklıydı. o zaman bana "yıl 2014 olacak sen bu albüme hala tapıyor olacaksın" deseler kesinlikle şaşırmazdım. nasıl 80'lerde metalin ağır topları reign in blood, ace of spades ya da beneath the remains gibi imza albümlerse, 2000'lerin de ağır toplarından -80lere ve 90lara göre sayıca hayli azalan- biri from mars to sirius’tur.

bu albüm hala metal tarihindeki hiçbir albüme benzemez. bu albümden sonra bunun mantığında metale farklı bir boyut kazandıran, özgün hem de kaliteli bir albüm gelmedi maalesef. metalin hala bir şeyler üretebildiği son zamanlarına tekabül eder o açıdan. en sevdiğim konsept albümlerdendir aynı zamanda. şarkıları geçtim, şarkılar arasında kullanılan pasajların müzikalitesi, sunduğu hava tanımlanamaz başka bir şey. albüm baştan sona ruhsa ruh, müzikaliteyse müzikalite diyen bir mantıkta ilerliyor.

albümden öne çıkan parçalar: ocean planet, backbone, in the wilderness, global warming


9) queens of the stone age – lullabies to paralyze (2007)

değeri bilinmeyen albüm. songs for the deaf’in gölgesinde bu albüm hep es geçilir. hiçbir listede, hiçbir yerde bahsi geçmez. fakat bana göre 2000'lerin en iyi rock işlerinden biridir. josh homme elini nereye atsa güzel bir şeyler ortaya çıkıyor zaten. son qotsa albümü de günümüzün nadir kaliteli rock albümlerinden oldu. rock dediğimiz gruplar birbir değişirken veya üretkenliklerini kaybederken, hala aynı yolda çok güzel albümler sunmaya devam eden birkaç gruptan biridir qotsa. sırf bu yüzden qotsa albümlerine ayrı bir sempatiyle yaklaşırım.

lullabies to paralyze da bu sempatinin ötesinde, objektif bir şekilde harika bir rock müzik sunuyor dinleyiciye. josh homme vokalleri, moda sokan gitar rifleri ve gaz davullarıyla tam bir party rock. özellikle birkaç parça var ki buradaki davullar şarkıyı şarkı yapan en önemli etken (blood is love, little sister) (bkz: joey castillo).

14 şarkılık albümden öne çıkan parçalar: everybody knows that you are insane, burn the witch, little sister, someone’s in the wolf, blood is love


8) porcupine tree – in absentia (2002)

21. yüzyıl progressive rock denince akla gelen ilk isim steven wilson’ın solo çalışmalarına girişmeden önce müzik yaptığı grubu porcupine tree’dir desem yanılmış olmam. ilerde progressive rock denince sayılacak 10 grubun 9'u 70'lerdense, 1 tanesi de ne 80'ler ne 90'lar, 2000'lerden pt olacaktır. garip gerçekten. pt'nin in absentia öncesinde 90'larda da çok başarılı bir geçmişi var tabiki fakat bence tepe noktası 2000'lerdeki albümleridir. 90'larda nispeten neo-progressive takılırken, 2000'lerle birlikte müziğinde progresfi daha modern ve alternatif şekle büründürerek, çok daha özgün bir hale sokmuştur. bunun 1 numaralı örneği de in absentia’dır. in absentia’da mutlu şarkılardan, üzgün şarkılara ya da sistem eleştiri şarkılara (bkz: sound of muzak); metal altyapılı parçalardan son derece yumuşak rock şarkılara, çok teknik parçalardan çok basit minimal olanlara kadar bir çeşitlilik söz konusudur.

steven wilson dışındaki grup üyeleri de virtüözlük seviyesinde takılan adamlardır. ama pt her zaman müzikaliteyi ön planda tutmuştur belki de bu yüzden şarkılar hem teknik hem de güzeldir. davulcu gavin harrison zaten kendi alanında en önde gelen isimlerden. son albümünü 2009’da çıkartan pt’nin artık tekrardan bir araya gelip bir şeyler yapmasını umut ediyorum.

albümden öne çıkan parçalar: trains, prodigal, the creator has a mastertape, strip the soul


7) arcade fire - funeral (2004)

chris martin’in en sevdiği grup arcade fire’ın debut ve en güzel albümü. bu naif albüm uzun yolculukların değişilmez tamamlayıcısı. grubun üyelerinden üçü birden albüm kaydı sırasında yakınını kaybettiği için albümün ismi funeral. son derece yoğun bir duygusal hava hakim burada. hem üzüntü hem umut bir arada insanı bazen uzaklara götürüyor, bazen düşündürüyor, bazen de hüzünlendiriyor. 21. yüzyıldan bir rock klasiği desem çok abartmış olmam.

arcade fire bundan sonraki albümlerinde de hep bekleneni fazlasıyla verdi fakat bu albüm tahmin ediyorum ki kendileri için de çok özel. bu albümü sevmek için çok çabaladığımı hatırlıyorum. en başından seveceğimi biliyordum ama bir türlü içine giremiyordum. denemelerim hep başarısızlıkla sonuçlandı ama birgün uzun bir yolculukta play tuşuna bastım ve une année sans lumière beni bir kere yakaladı, bir daha da bırakmadı ve o zamandır bu albümle haşır neşir olmaktayım.

öne çıkan parçalar: neighborhood 1 tunnels, une année sans lumière, wake up, haiti, rebellion(lies)

6) mastodon – leviathan (2004)

yine from mars to sirius gibi 2000'lere damgasını vurmuş bir diğer metal albümü. genel olarak türe sludge dense de progressive, thrash, rock gibi türlerin birlikte kullanımı var bu albümde. albümde özellikle vokaller dikkat çekici, troy sanders ve brett hinds’in haykıran vokalleri albümün en çarpıcı noktalarından. vokal konusunun da garip bir hikayesi vardır. normalde mastodon’un vokali grubu tam turne başlangıcında terk eder ve grup da dağılmak yerine konser vermek isteyince grubun diğer üyeleri e madem biz vokal yapalım der ve mastodon’a has vokaller ortaya çıkmış olur. bu albüm gerçekten çok ortadır ne metal gibidir ne rock gibidir, ne thrashtir ne progressive. hiçbir kalıba sokamazsınız. pek sorgulamadan albümün tadını çıkarmak en doğrusu sanırım.

albümden öne çıkan parçalar: blood & thunder, seabeast, megalodon, hearts alive

5) arctic monkeys – favorite worst nightmare (2007)

bir önceki albümleri whatever people say i am, that's what i'm not ile ingiltere’de ilk haftada en çok satan debut albüm rekorunu kıran arctic monkeys’in 2. albümü. çoğu arctic monkeys dinleyicisinin aksine debut albümlerini bir türlü sevememişimdir, çok ergen bir havası vardır. favorite worst nightmare daha oturmuş bir albüm gibi gelir. garip bir şekilde hiç sıkmayan parçalardan oluşur. şarkılar direk ağza takılır ve hiçbir zaman ara verme isteği olmaz. bir albümü dinlersiniz bir süre ara veririsiniz ama bu albüm her daim dinleniyor.

şarkıların büyüsü nedir çözemedim. alex turner’ın aksanlı vokalleri mi, eğlenceli davullar mı yoksa birbirinden güzel gitar partisyonları mı bilemiyorum. ayrı olarak şarkıya davul yazma konusunda en üst sıralara oynar matt helders. davulun bir grubu bu kadar güzelleştirebildiği sayılı albümlerden daha doğrusu gruplardan.

2000'ler sonrası çıkmış en sevdiğim ingiliz grubun en sevdiğim albümünden öne çıkan parçalar: brianstorm, fluorescent adolescent, this house is a circus, old yellow bricks


4) fleet foxes – fleet foxes (2008)

günümüzden en az 60'lardaki kadar güzel folk grubu çıkar mı? evet fleet foxes’la anladım ki çıkıyormuş.

folk çok dinlediğim bir tür değildir. 60'lardan dinlediğim belli başlı gruplar vardır, onları da pek de sık dinlemem. fakat fleet foxes nasıl başı ucu gruplarım arasına girdi hiçbir fikrim yok, hatırlamıyorum. koskoca tarihi olan folk türünde en sevdiğim albüm fleet foxes. ilginç gerçekten. nedenini bilemiyorum. bu rüya gibi müziği en kısa zamanda herkese dinlemelerini tavsiye ediyorum. hatta fleet foxes’la tanışmam sonrası severim diye hep duyduğum ama dinleme ihtiyacı hissetmediğim bon iver, sufjan stevens, kings of convenience veya grizzly bear olmak üzere çok fazla son dönem folk dinledim ancak bir türlü sevemedim, sevemiyorum.

bu albümün yeri ayrı. 2. albüm helplessness blues da bir o kadar güzel. vokal üniversite eğitimini bitirme kararı aldığı için bir süre daha yeni fleet foxes albümü göremeyeceğime üzülmekle birlikte, fleet foxes’un uzun yıllar oyalama potansiyeli olduğu ihtimalini hesaba katarak kendimi avutuyorum.

bu benzersiz albümün öne çıkan parçaları: white winter hymnal, tiger mountain peasant song, he doesn’t know why, blue ridge mountains


3) radiohead – kid a (2000)

radiohead’in tam anlamıyla elektronik sulara daldığı albüm. rock müzikle elektronik alt yapının harika kombinasyonu. çok fazla genius terimini kullandım ama 2000'lerin en iyilerinden bahsedince hep karşıma genius işler çıkıyor. bu albüm de genius bir ürün, çok açık belli. thom yorke’un bir röportajda sarf ettiği bir laf var. thom yorke’a elektronik müzikle gitar arasında bir seçim yapmak zorunda kalsanız hangisini seçerdiniz diye bir soru soruluyor, yanıtı ise elektronik müzik oluyor. bu belli ki son dönem flea ile kurduğu başarılı elektronik grup atoms for peace’e baktığımda, bu sözüyle tutarlı hareket ettiği çok açık ortada.

kid a sadece elektronik ile rock'ın bir karışımı değil tabi ki, kullanılan efektlerden deneysel partlara kadar sonsuz bir hayranlık uyandıran bir müzik sunuyor. her grupta bir tane genius adam olur ama burada birçok genius bir araya gelince insanüstü bir yaratım ortaya çıkıyor. bir şarkıda hem çok baskın baslar, hem harika bir davul ritmi, hem doğaçlama caz stili üflemeliler, hem klasik müzik kullanarak gayet kolay akla takılır bir şarkı yapabilmeye saygıyla eğiliyorum.

bu efsane albümden öne çıkan parçalar: the national anthem, optimistic, in limbo, morning bell


2) modest mouse – the moon & antarctica (2000)

80'ler sonu alternative rock ile, 90'lar başı grunge ve lo-fi gibi türlerle rock müzikte kontrolu ele alan ve bir üretkenlik sürecine giren amerikan grupların 90'ların ortalarından sonra ortalığı ingiliz grupların egemenliğine devretmeleri sonucu, o dönemki amerikan rock akımından yoluna devam eden sayılı gruplardan modest mouse. 2000'lere gelindiğinde bahsettiğim amerikan rock akımı iyiden iyiye ortadan kaybolurken, modest mouse bu albümle gönülleri fethediyor. bir önceki lo-fi etkili lonesome crowded west’e göre biraz daha alternatif tarafa kayarak, bu albümü ortaya çıkarıyorlar.

adamlar sürekli kafaları güzel dolanıyormuş gibi bir hava da yok değil. hızlı hareketli parçalardan depresif olanlara her türlü hisse tanıklık edilen, tam bir amerikan rock ekolü başyapıt. bu müziği dinleyip bir ingilize ait demek çok zor. piper at the gates of dawn dinleyip amerikalı zannetmek zorluğunda diyebilirim. gruba vokallerden dolayı alışmak zor oluyor fakat lo-fi etkili gruplar da olan şey bu zaten. vokalin biraz uyumsuz, önde, absürd durması. buna alıştıktan sonra müziğin etkileyiciliği ortaya çıkıyor.

albümden öne çıkan parçalar: dark center of the universe, perfect disguise, the cold part, the stars are projectors, i came as rat


1) interpol – turn on the bright lights (2002)

post-punk etkilenimli indie rock grubu interpol’ün nokta atış yaptığı albüm. vokal öncelikli olmak üzere temel olarak post-punk gruplarının etkisindeki müziğin, daha alternatif ve modern yöne doğru gittiği bir albüm. bu albümdeki basları bilen biri olarak basçının ayrılmış olması bu eylül çıkacak interpol albümü hakkında beni endişelendirmekte aynı zamanda. (bkz: el pintor) turn on the bright lights'a sonsuz iltifat dizebilirim fakat interpol daha sonraki albümlerde bu albümde yakaladığı müzikaliteye yaklaşamadı maalesef. güzel tek bir albümleri var o da bir başyapıt. diğer albümler de kötü değil fakat turn on the bright lights gibi bir albümün yanında esamesi okunmaz. nasıl bir ortam, hal oluyor da böyle bir şey ortaya çıkıyor bilemiyorum.

en mantıklı cevap denk gelince geliyor sanırım. grubu hiç canlı izlemedim fakat konser performansının kötü olduğu söylenir hep. paul banks’in konser vermek yerine daha fazla albüm kaydetmeyi tercih edeceğine dair son açıklamalarına bakınca, insanların haklılık payı olduğunu görüyorum. paul banks’in seyirciyi umursamayan, soğuk sahne duruşunu hep kasıtlı yapılan, müziğin bir parçası tutum gibi değerlendirirdim fakat acaba cidden isteksizlikten mi kaynaklanıyor diye işkillenmedim değil. her neyse canlı performans tabi ki bu albümün mükemmeliğine dokunamaz ya da yargılayamaz tabi ki.

2000'lerin 1 numaralı albümünden öne çıkan parçalar: obstacle 1, nyc, pda, obstacle 2, roland.

Interpol - Roland