21. Yüzyılda Kapital Kitabından "Ortamlarda Ben de Okudum Dersin" Timi İçin Özel Alınmış Notlar

Thomas Piketty tarafından yazılan Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital (Le Capital au XXIe siècle), kimilerince 21. yüzyılın Das Kapital'i olarak gösteriliyor. Bu kitaptan çok güzel notlar almış Sözlük yazarı "cuthbertallgood".
21. Yüzyılda Kapital Kitabından "Ortamlarda Ben de Okudum Dersin" Timi İçin Özel Alınmış Notlar


üç tuğla kalınlığındaki kitabı bugün itibarıyla bitirmiş bulunuyorum; ekşi sözlük "ortamlarda ben de okudum dersin" timi için özel olarak aldığım notlar aşağıda. ekonomiden çok tarih kitabını andıran bir bakış açısıyla, maalesef piketty, ortaya çözüm önerilerini de koymasına rağmen, çok iyimser bir tablo çizmiyor bana kalırsa. bir şeyler yapılmazsa ııı. dünya savaşı'na ve / veya otoriter küresel bir polis devletine gidişata işaret ediyor tablo.

• tüm yurttaşlar parayla, onun nasıl ölçüldüğüyle, onu çevreleyen olgularla ve onun tarihiyle yakından ilgilenmek zorundadırlar. yeterince paraya sahip olanlar kendi çıkarlarını savunmayı asla ihmal etmezler. rakamlarla uğraşmayı reddetmenin en yoksullara fayda sağladığına ise pek rastlanmamıştır.

• (klasik modele göre) ekonomiyi dengeleyecek oldukça basit bir mekanizma vardır: arz ve talep mekanizması: bir malın arzı yetersizse ve fiyatı çok yüksekse, bu mala talep azalacak, bu da fiyatın düşmesine yol açacaktır. örneğin, gayrimenkul ve petrol ürünlerinin fiyatı artarsa, bu durumu telafi etmek için gidip kırsal bir alanda yaşamak ya da bisiklet kullanmak yeterli olacaktır. ancak bu yalnızca bir parça rahatsız edici ve zor olmakla kalmaz, aynı zamanda böyle bir düzen kurmak onlarca yıl sürebilir ki bu süre zarfında gayrimenkul ve petrol sahipleri, nüfusun geri kalanına kıyasla çok büyük bir alacak birikimine sahip olup, kırsal kesim ve bisikletler de dahil olmak üzere satın alınabilecek her şeyi satın almış olabilirler.

• servet eşitsizlikleri, veraset yoluyla önceki nesillerden edinilmesi ya da bir yaşam boyu tasarrufla oluşması durumunda apayrı şeyleri ifade ederler. eşitsizlik kendi içinde illa olumsuz olmak zorunda değildir: asıl soru onun meşru olup olmadığı, belli nedenlerinin bulunup bulunmadığıdır.

• gerçek şudur: bugün sermayenin yol açtığı eşitsizlik, uluslararası olmaktan ziyade ulusal bir sorundur; sermayenin mülkiyetindeki eşitsizlik, bir ülkeyi diğerine düşürmekten ziyade, her ülkenin içinde zenginler ve yoksulları karşı karşıya getirmektedir.

• 2000-2010 yıllarında aynı düşüncenin yeniden dile getirildiğini, yeni bilgi ekonomisi en yetenekli bireylerin verimliliklerini arttırmalarını sağlar, dendiğini duyduk. bu argümanın genellikle aşırı eşitsizlikleri meşrulaştırmak ve kazananların konumunu savunmak için kullanıldığını, kaybedenleri ve gerçekleri pek de hesaba katmadığını kabul etmek gerekir.

• kimi zaman sermayenin tamamen yok olduğu ve sanki sihirli bir değnekle dokunulmuş gibi sermaye, miras ve soy zinciri üzerine kurulmuş bir medeniyettten beşeri sermaye ve liyakat üzerine kurulu bir medeniyete geçtiğimiz hayalleri kuruluyor. sadece teknolojik değişim sayesinde göbekli hissedarların yerini becerikli yöneticilerin aldığı tahayyül ediliyor. sermaye yok olmadı, çünkü sermaye hala fayda sağlıyor, bu fayda 19.yydan az olabilir ancak gelecekte o önemi de geride bırakacaktır.

• yavaş büyüme ve özellikle sıfır, hatta negatif nüfus büyümesi rejimine dönmek demek sermayenin yeniden yükselişe geçmesi demektir. durağan ekonomilerde geçmişte biriktirilmiş servet doğal olarak büyük önem taşır.

• çıkarılacak başlıca ders, tarih boyunca sermayenin önemini ve sermaye mülkiyetinden kaynaklanan gelirleri kaçınılmaz olarak azaltan hiçbir doğal kuvvet bulunmadığıdır. ekonomik ve teknolojik rasyonalite yolunda ilerlemek demokratik ve meritokratik bir rasyonaliteye doğru ilerlediğimiz anlamına gelmez. teknoloji de, tıpkı piyasa gibi, ne sınır tanır ne de ahlak. ortak faydaya dayanan daha adil ve daha rasyonel bir düzen yaratmayı gerçekten arzu ediyorsak, teknolojinin kaprislerine bel bağlamakla yetinemeyiz.

• milyonlarca kişi için servet, mevduat hesabındaki bir kaç haftalık ücrete, bir vakitler bir teyzenin açtırdığı tasarruf hesabına, bir taşıta ve bir kaç mobilyaya indirgenmiştir. bu sarsıcı gerçeklik – servet o kadar yoğunlaşmıştır ki pratikte toplumun önemli kesimi varlığından haberdar bile değildir, hatta bazen gerçekdışı varlıklara ya da gizemli kuruluşlara ait olduğu düşünülür.

• gerçekte eşitsizliklerin sürdürülebilir olup olmaması yalnızca baskı aygıtlarının değil, aynı zamanda – belki de daha çok – meşrulaştırma aygıtlarının tesirine bağlıdır. eğer eşitsizlikler meşru olarak algılanırsa örenğin zenginlerin yoksullardan daha çok ve daha verimli çalışma tercilerinin bir neticesi olarak görülürse ya da zenginlerin daha fazla para kazanmalarını engellemenin kaçınılmaz olarak en yoksullara zarar vereceği düşünülürse, gelir yoğunlaşması tüm tarihi rekoları pekala kırabilir. asıl mesele eşitsizliklerin büyüklüğünden ziyade meşrulaştırılıp meşrulaştırılmadığıdır. kazananların toplumsal hiyerarşiyi bu şekilde tarif etmek istemesi şaşırtıcı değildir, kaldı ki bazen kaybedenleri buna ikna etmekte başarılı oldukları aşikardır.

• bugün abd’nin avrupa’dan daha az eşitlikçi olduğu gerçeğine ve bunun bir çok amerikalı’nın gururunu okşamasına (amerika’da eşitsizliğin girişimci dinamizmin bir koşulu, avrupa’nın ise sovyet modeli bir eşitliğin tapınağı olarak tasvir edilmesine) alışmış durumdayız. ama bir yüzyıl önce bu algı da gerçeğin kendisi de bugünkünün tam tersiydi: abd’nin doğası gereği yaşlı avrupa’dan daha eşitlikçi olduğunu herkes görebiliyordu ve bu fark da bir gurur kaynağıydı.

• geçmişten gelen servet otomatik olarak daha hızlı büyür, çalışma gerektirmez; çalışmayla elde edilen servet ise ona kıyasla daha yavaş büyür. bu, neredeyse kaçınılmaz olarak geçmişte yaratılmış eşitsizliklere, dolayısıyl da mirasa ölçüsüz ve süreklilik arz eden bir önem kazandırır.

• bu nesilde, ailelerden intikal eden hibelerin varlığının veya yokluğunun yeni nesilden kimin, kaç yaşında, hangi eşle birlikte, nerede ve ne kadarlık mülk sahibi olacağını, en azından ebeveynlerinin kuşağında olduğundan çok daha güçlü bir şekilde belirlediğini görüyoruz.

• 19.yy romancılarının eşitsizliğin belli bir açıdan gerekli olduğu bir dünyayı tasvir ettiğini söyleyebiliriz: yeterince zengin bir azınlık olmasaydı, hiç kimse hayatta kalmak dışında bir şeyle ilgilenmezdi. bu eşitsizlik yorumu kendisini en azından meritokrasi ile tanımlamadığı için ilgiyi hak eder. bir anlamda azınlığın diğer herkes yerine yaşadığı bir dünyadır bu, ancak hiç kimse bu azınlığı daha övgüye değer ya da erdemli olduğunu söylemeye kalkmamıştır. modern meritokratik toplumlarda, özellikle abd’da yaşam, altta kalanlar için çok daha zordur, zira böyle toplumlar üstünlüğü adalet, erdem ve liyakat üzerinden, hatta altta kalanların yeterince verimli olmaması üzerinden meşrulaştırmaktadır.

• demokratik toplumlarımız meritokratik bir dünya görüşü ya da en azından meritokratik bir umut üzerine kuruludur; eşitsizliğin akrabalık ve ranttan ziyade liyakat ve çabaya dayandığı bir topluma duyulan inancı kastediyorum. bu inanç ve umut modern toplumda kritik bir rol oynar. bunun da basit bir sebebi vardır: demokraside tüm vatandaşların sahip olduğu hak eşitliğiyle yaşam koşullarındaki gerçek eşitsizlik arasında ciddi bir tezat vardır ve bu çelişkinin üstesinden gelebilmek için toplumsal eşitsizliklerin gelişigüzel sebeplerden değil, rasyonel ve evrensel sebeplerden kaynaklandığından emin olmak elzemdir.

• rant ve rantiye sözcüklerinin 20. yüzyılda aşağılayıcı anlamlar kazandığını görmek de ayrıca ilginçtir. rant, sermaye getirisinden başka bir şey değildir; kira, faiz, kar payı, kar vb. sermaye sahipliğinden gelen ve emekten bağımsız geliri ifade eder. 18. ve 19. yüzyılda da rant ve rantiye sözcükleri bu anlamı taşıyordu. demokratik ve meritokratik değerler önem kazandıkça bu sözcüklerin ilk anlamlarını büyük ölçüde kaybetmeleri çarpıcıdır. 20. yüzyıl boyunca rant sözcüğü kaba bir sözcüğe, belki de en kötü hakaret sözcüğüne dönüştü. bu dönüşüm bütün dillerde gözlemlenebilir. rant sözcüğünün bugün genellikle oldukça farklı anlamlarda kullanıldığını görüyoruz ki bu daha da ilginçtir: bir piyasadaki monopol gibi bir işleyişi, ya da daha genel olarak usulsüz ya da meşru olmayan kazancı ifade etmek için kullanılıyor. bazen rantın neredeyse ekonomideki bozulmanın eşanlamlısına dönüştüğü hissine kapılıyoruz.

• ekonomik ve teknolojik rasyonalite ile demokratik akılcılık arasında bazen hiç bir bağlantı yoktur. aydınlanma dönemi bunlardan ilkini başlatmıştı ve genellikle ikincisinin de bunun doğal bir sonucu olarak, adeta bir mucize gibi ortaya çıkacağı düşünülmüştür. oysa gerçek demokrasi ve sosyal adalet piyasanın kurumlarına değil, kendi kurumlarına ihtiyaç duyar ve ihtiyaç duyguğu kurumlar parlamentolar ve diğer resmi demokratik kurumlardan ibaret değildir.

• otuz yıl sonra, en üst binde birlik kesimin dünyanın toplam sermayesinden aldığı pay toplam servetin %60’ına erişecektir; ciddi bir baskı aygıtı ya da fazlasıyla güçlü bir ikna aracı ya da her ikisi birden olmadan böyle bir durumun mevcut politik kurumlar çerçevesinde gerçekleşebileceğini hayal etmek oldukça zordur.

• belli bir eşiği geçmiş büyük servet – ister miras yoluyla isterse girişimle elde edilmiş olsun – sahibinin çalışıp çalışmadığından bağımsız olarak çok yüksek oranlarda büyümektedir.

• bill gates kültü, modern demokratik toplumların eşitsizliklere anlam katma ihtiyacının bir neticesidir. dürüst olmak gerekirse bill gates’in tam olarak nasıl zenginleştiği konusunda bir şey bilmiyorum ve yeteneklerini ölçme konusunda da yeterli değilim. yine de bana öyle geliyor ki bill gates de, kazançları monopol rantı üzerine kurulu olan , telekomünikasyondan facebook’a uzanan çeşitli alanlardaki yüksek teknoloji girişimcileri gibi işletim sistemleri arasındaki fiili bir monopolden kazanç elde etmiştir.

• bu (modern toplumda yaşadığımız) mülksüzleşme hissi nereden geliyor? bana öyle geliyor ki, bu mülksüzleşme hissi, öncelikle servetteki yoğunlaşmanın zengin ülkelerde çok yüksek olmasından kaynaklanmaktadır, nüfusun büyük çoğunluğu için sermaye uzak bir hayaldir ve büyük servetlerin politik ayrışma süreci başlamış durumdadır. gelişmiş ülkelerdeki mülksüzleşme hissinin asıl sebebi demokratik egemenliğin kaybedilmiş olmasıdır, hele toprakları küçük ve sermaye çekmek için birbiriyle yarışan devletlere bölünmüş durumdaki ülkelerde olup biten tam da budur.

• dünya gsyh’sinin %10’u vergi cennetlerinde tutulan, otoritelere bildirilmeyen büyük finansal varlıklardan oluşmaktadır.

• dini otoriteler, faiz gibi belli yatırım türlerini ve faaliyetleri yasakladılar ancak aynı otoriteler sermayeden getiri elde etmenin meşruiyetini sorgulamamışlardı. tarım toplumlarında dini otoriteler, hem kendilerinin istifade ettiği hem de toplumu yapılandırmak için kullandıkları toplumsal grupların geçimini sağlayan toprak kirasının meşruiyetini sorgulamaya asla yanaşmadılar.

• endişelenmemiz gereken asıl konu kamu borçları değildir,kamu borçları toplam özel sermayeden çok daha azdır ve tasfye edilmeleri düşünüldüğü kadar zor olmayabilir. asıl acil olan eğitim sermayesinin artıırılması ve doğal sermayedeki tahribatın önlenmesidir.