Aynı Gördüğümüzü Sandığımız Renkleri Aslında Farklı Algılıyor Olabilir miyiz?

"Ben kırmızıyı kırmızı olarak görüyorum, insanlar da öyle gördüğünü söylüyor ama ya başka şeyler görüp aynı gördüğümüzü sanıyorsak?" Bu soru illaki aklınıza gelmiştir. Sözlük yazarı "immanuel tolstoyevski", bu konuda ufkunuzu açacak şeyler yazmış.
Aynı Gördüğümüzü Sandığımız Renkleri Aslında Farklı Algılıyor Olabilir miyiz?
iStock.com


bunları çocukken düşünenleri tebrik ederim, inşallah ilerde kansere çare bulacağız hep birlikte ama öyle kimselerin çözemediği bir felsefi sorun değil bu; zira metafizikten ziyade nörobiyoloji alanında olduğu için görece ulaşılabilir bir cevabı var: b şıkkı. yani bu ihtimal vardır, yüzde 99.9999 dur. neden? bunu en verimli öğrenme metodu olan bir dizi tokat eşliğinde anlatacağım.

ilk tokat "ihtimali dahi yoktur" diyenlere. 

ya herkesin kafasının içine girip kendi tecrübenizle karşılaştırdınız -ki ihtimali dahi yoktur- ya da ihtimal ne unuttunuz. %1 dahi mi yok? oysa ben şenle ayrı kırmızıları görebilme ihtimalini sevmiştim.


ikinci tokat "frekans/dalgaboyu herkes için aynı" diyenlere. 

daha doğrusu frekans diyene tokat, dalgaboyu diyene amuda kalkarak tokat (bu espriyi sinüs ve cosinüsle yapmayın, çalışmıyor). doğada kırmızı, bok kokusu, beşinci senfoni, sucuk lezzeti, aşk acısı diye şeyler yok. beyinde varolan bu tecrübeler ile doğada varolan elektromanyetik dalga gibi girdiler (aslında bu dahi doğada yok, döneceğim) arasındaki ilişkilendirme nörolojik olduğundan dalgaboyunun sabit olması önemsiz. asıl nörolojinin sabit ve evrensel olması lazımdı. (göz yapısı ve sinirleri de herkeste farklı bu arada)

buradan üçüncü tokata geçiş çok doğal: "beyin aynı beyin" değil. 

nöroplastisite diye birşey var. genetik farkımız olmasaydı dahi -hepimiz klon ordusunun asıl subaylarıyız diyelim- yaşam tecrübelerimiz bambaşka olduğu için beynimiz de farklı oluyor. bir insan beyninde aşağı yukarı 100 milyar nöron var ve her birinin binlerce bağlantısı var. hayatımız boyunca beyindeki bağlantı sayısı 100 trilyon ile 1 katrilyon arasında değişiyor. her bir bağlantı da bir sürü değişik parametreyle tanımlanabilir (hangi nörona bağlı, uzunluğu, kimyasal yapısı, elektrik direnci, miyelin dokusu, vs). tüm olası özellikleriyle 1 katrilyon değişik bağlantının yapısı bizim genetiğimizi ve hayat tecrübemizi yansıtan ve her saniye değişen eşsiz bir resim oluyor.

kafatasının içindeki sinaps kombinasyonundan dünyada kimsede yok, o yüzden her algın, her tecruben az veya çok öznel.

eşsizliğin sadece şu an yaşayan 7 milyar insanla sınırlı değil, şu ana kadar yaşamış tahminen 100-110 milyar insan içinde de 650nm dalga boyundaki ışığı, yahut deniz seviyesinde yüzde 80 nem oranındaki havanın 220 hertzde titreşmesini senin gibi algılayan bir bilinç olmadı büyük ihtimalle.


daha da ileri gideyim: 1 dakika sonraki beynin de şu andakinden farklı. 

biz her an oluyor ve başka birine dönüşüyoruz. 1 dakika sonraki bilinç bunları farklı algılayacak. milyarlarca bilinç her saniye, her dakika değişiyor ve herkesin her algı anını dondurup kesitini alsak, belki o beyin dediğimiz 1, 10, 100 katrilyonluk karmaşıklığın seviyesine eşdeğer bir kombinasyon sayısına varacağız, yani eşsizliğimiz ancak o zaman son bulacak (seviyeli örnek: kleopatra'nın 20. yaş gününde yaşadığı orgazmın aynısını şu anda yaşayan biri olabilir)

daha da ayrıntıya girersek, gözümüze gelen ışık da öznel. 

yani hızımıza, acımıza göre göze gelen dalgaların bileşimi değişiyor. relativiteden kaynaklanan farkları algılayacak bir göz yapımız yok elbette (ivmelenen birine gelen dalgaboyu duran birine göre farklı olacak, yahut büyük bir kütlenin arkasında bulunan birine ışık büküldükten sonra gidecek, vs) ama interference gibi daha makro etkileri algılayabiliyoruz. hele konumuz renklerden ziyade nota ve seslerse bu etki iyice bariz.

renk konusundaki duyu öznelliğini kavramak için gözünüzü bir cep telefonu anteni gibi düşünün. bu antene sadece tek bir kaynaktan, tek bir frekansta bir sinyal gelmiyor. bir sürü baz istasyonundan karmakarışık sinyaller geliyor, her biri her salise değişiyor ve her salisenin içinde sayısız frekansta enerji geliyor. anten sürekli hareket halinde, her bir sinyalin ekolarını alıyorum sağdan soldan seken ve her ekonun zaman-frekans karakteristiği de birbirinden farklı.

bu metaforu, yukarda bahsettiğim konuları da kapsayacak şekilde genişletelim eğlencesine: antenin kendisi de (göz) her telefonda farklı imal edilmiş, bu antenin bağlantıları (sinirler) farklı ve iletkenlikleri sürekli değişiyor, ve en mühimi sinyalin işlendiği mikro çip tam bir manyak: trilyonlarca transistörün bağlantılarının farklı imal edilmiş olması (genetik) bir yana, telefon kullanıldıkça mikro çip de değişiyor (nöroplastisite).


her algı özneldir. 

aradaki fark bazen fark edilemeyecek kadar mikroskobik (birkaç nöron bağlantısının kopup oluşması), bazen ufak (himba kabilesinin yeşilin tonlarını avrupalılara göre daha iyi ayırt edebilmeleri) bazense epey büyük (renk körlüğü). bu farkılılıklar bazen sinestezi örneklerinde olduğu gibi duyuların arasındaki duvarları da aşabilir. zaten sinestezi tek başına bu doğadaki girdi/input ve yolaçtığı algı ilişkilendirmesinin ne kadar rastgele olduğuna güzel bir örnek. rastgele derken aslında evrimsel sürecin bir sonucu ama aynı evrim sürecini başlatsak, bambaşka bir ilişkilendirme elde ederdik. kırmızı dediğin şeyi sarı gibi algılayabilme ihtimalini bırak, onu do notası olarak da algılayabilirdin, elektrik şoku olarak da, mide bulantılı aşk acisi olarak da. böyle insanlar da var zaten. çoğunluğun ise, renk körlüğü ve sinestezi gibi üç örneklerin aksine, nörolojik altyapısı epey benzer ama bunlar arasında da kültürel etkenler ve hayat tecrübesi yüzünden az da olsa kişiselleştirme oluyor algıda.

son olarak bu inputların da aslında doğada olan fiziksel (dolayısıyla evrensel olarak herkes için aynı, sabit, objektif) şeyler olmadığını anlamak lazım. 

bence işin en garip kısmı bu. mesela doğada elektromanyetik dalga diye birşey de yok demiştim. yök tabii, kendime yalan mı söyleyeceğim. bu dalga modeli, fourier hesapları filan sadece bir fenomeni beyinlerimize açıklayan matematiksel modeller, bir soyutlama. somut olan ne peki? dalga veya foton gören var mı? gördüm diyen varsa beri gelsin

burada, sadece algımızın eksik oluşundan ötürü, yarattığımız modelin de illa eksik olacağından bahsetmiyorum (doğadaki asıl fenomenin sönük bir kopyası, 3 boyutlu bir cismin 2 boyutlu bir izdüşümü olması gibi). bir adım ileriye gidip, matematiğin, yani modelleme dilinin kendisinin de en nihayetinde sübjektif, kültüre bağlı (etnomatematik), kültürler ötesinde dahi insan merkezci, yani yapısı itibariyle eksik olduğundan bahsediyorum.


ama en ilginci bir adım sonrası

evreni anlamak için kullandığımız duyularımızın, algımızın ve soyut modellerimizin yetersizliği bir yana, bu algının dışında bir doğa da yok. kırmızıyı bırak, 650 nm dalga boyundaki elektromanyetik dalganın kendisi dahi yok bizden bağımsız halde. ancak gözlemlenince varolan ve eksik bir matematik diliyle anlatılabilen bir fenomen doğa (bkz: kuantum mekaniğı)

yani ışığı gözlemleyince dalga fonksiyonu çöküyor (ışığın hareketlerinin tüm olası halleri bir olasılıkta birleşiyor) ve fotonu belli bir noktada, belli bir yere giderken "gözlüyoruz" ve modellemesini yapıyoruz (ışık hem parçacık hem de dalga özellikleri gösterdiğinden soyutlanması, yani matematiksel olarak modellenmesi iyice zor ve mantığa ters).. daha göze ve gözün elektrokimyasal sinyallerini renk tecrübesine çeviren beyne gelemedik dahi. dolayısıyla bu öznellik evrenin temelinde ve öznel deyince akla gelen insandan milyarlarca yıl önce de vardı ilginç birşekilde. algımız o kadar öznel ki, biz olmadan algıladığımız şey dahi olmuyor. peki öyleyse bizi meydana getiren süreçler nasıl meydana geldi? bu da başka bir yazının konusu..

bir daha sizle biri "senin gördüğün kırmızı benimkinden farklı olur mu lan" diye dalga geçerse, bu yazıyı adamın suratına çivileyin, beyni yansın.