Çayınızı Kahvenizi Alın Gelin: Usta Yönetmen Martin Scorsese'yi Bu Kadar Farklı Kılan Nedir?

1942 doğumlu yönetmenin uzun ve zengin bir kariyeri oldu. Hala 25 yaşındaki bir insanın enerjisiyle üretmeye, yeni filmler çekmeye devam eden Scorsese'nin film film bir dökümünü yapmış Sözlük yazarı "windweaver".
Çayınızı Kahvenizi Alın Gelin: Usta Yönetmen Martin Scorsese'yi Bu Kadar Farklı Kılan Nedir?

Uyarı: Filmlere dair makul spoiler'lar içerir.


martin scorsese birçok otorite tarafından "yaşayan en iyi yönetmen" olarak görülüyor

peki bu doğru mu? tartışılabilir. itiraz eden de çok kişi olacaktır. ancak bu önermeyi destekleyecek çok argüman da sunulabilir. çünkü scorsese gerçekten bu tartışmaların içinde yer alacak kadar iyi bir yönetmen. peki onu bu kadar farklı kılan nedir? hollywood gibi bir endüstride stüdyolar; oyunculardan yazarlara, bestecilerden yönetmenlere herkesi sindirip tek tipleştirirken scorsese nasıl kendi dilini oluşturabildi? filmlerinde kullandığı temaları nasıl ilmek ilmek işleyip goodfellas, casino, taxi driver gibi pek çok başyapıta imza attı?

bu entry'mde scorsese'nin bütün uzun metraj filmlerinden yola çıkarak, scorsese sineması nedir, neleri anlatır, nasıl anlatır, imza niteliğindeki temaları nelerdir bunlara göz atacağız. filmlerin geçtiği dönemleri, anlatmayı tercih ettiği hikayeleri, robert de niro, joe pesci, leonardo dicaprio, harvey keitel gibi çalışmayı tercih ettiği oyuncular ve bu oyuncular için seçtiği karakterleri inceleyeceğiz. ayrıca filmlerinde imzası niteliğinde kullandığı teknik detaylardan da bahsedeceğiz. şimdi hazırsanız arkaya bir the rolling stones şarkısı açalım, çayımızı kahvemizi hazırlayalım ve okumaya başlayalım. 

The Rolling Stones - Paint It, Black

her yönetmenin izleyicisini alıp götürdüğü yerler vardır

kimi sizi çocukluğunun geçtiği kasabaya götürür, kimi uzay boşluğunda bir astronot kıyafetinin içine. scorsese ise sizi tamamen tanıdığınız insanlardan oluşan çok geniş bir kalabalığın içine atıyor. içine atıyor derken bu kalabalıktan sıkılacağınızı sanmayın. siz halinizden memnunsunuz. bir masada oturuyorsunuz, önünüze annenizin, halanızın, teyzenizin, kuzenlerinizin yaptığı tabaklar dolusu yemek geliyor. tıka basa yiyorsunuz. etrafta koşuşturan çocuklar var, yan tarafınızda amcalarınız oturuyor ve iş konuşuyorlar. herkes doyduktan sonra kahveler geliyor, sigaralar yakılıyor. evin içinde göz gözü görmüyor. çok sevdiğiniz anneanneniz ve babaanneniz de burada, sürekli büyüklerinizi öpmekten iki dakika yerinize oturamıyorsunuz. derken yemek bitiyor, büyükleriniz viskilerini içmek için salona geçerken, siz yaşıtınız olan kuzenlerinizle, çevreden tanıdığınız çocuklarla dışarı sıvışıyorsunuz. eski bir arabaya doluşup doğru bir kulübe gidiyorsunuz. kulüp de bizim gittiğimiz yerler gibi değil, gayet sofistike ama bir nebze de tehlikeli bir yer. (bkz: copacabana)ters birine denk gelirseniz (mesela göz alıcı takım elbisesileriyle joe pesci) bir güzel hırpalanma ihtimaliniz var. o yüzden ortalarda çok dolanmadan bir yere geçip bir kaç hanımefendiyi masanıza davet ediyorsunuz. onlarla içkilerinizi yudumlarken gülüp eğleniyorsunuz. bu sırada mahalleden tanıdığınız ama aranızın pek iyi olmadığı biri masanıza gelip kuzenlerinizden birinden borcunu istiyor. kuzeniniz parası olmadığını söyleyince de tartaklamaya çalışıyor. hepiniz araya giriyorsunuz. kulüpte sizi tanıyanlar da size biraz destek olunca eleman daha fazla uzatmıyor ama giderken fark ediyorsunuz ki o borcu istemeye yine gelecek. kuzeninize bir beş dakika kızdıktan sonra yine eğlenceye dönüyorsunuz. gecenin sonunda ise hep beraber yine aynı arabaya doluşup evin yolunu tutuyorsunuz.

scorsese o kadar tematik bir yönetmen ki sizi filmi açtığınızdan itibaren kendi dünyasına böyle sıkı sıkı alabiliyor

sizi önce ailesinin yanına sonra da belalı tiplerin arasına bırakıyor. filmlerinin büyük çoğunluğunda kendi yaşamında gördüğü new york'un arka sokaklarını, geniş italyan yada irlandalı aileleri, büyük yada küçük çaplı suçluları, nevrotik kadınları, belalı yola gelmez egoist adamları anlatıyor. patlamaya müsait bu kadar unsur bir araya geldiğinde tartışma sahneleri de haliyle kaçınılmaz oluyor. bu sahneler ise scorsese filmlerinin belki de en iyi kısmı. scorsese tartışma ve kavga sahnelerini o kadar gerçekçi çekiyor ki, filmleri izlerken robert de niro birilerine sinirlense, joe pesci kavga etse diye sabırsızlıkla beklemeye başlıyorsunuz. çünkü scorsese filmlerinde kaos ortamını çok seviyor. bu kaos bazen tartışma yada kavga sahnelerinde oluşsa da bazen de yüzlerce kişinin dans ettiği, kumar oynadığı sahnelerde de görülebiliyor. filmlerine tekrar dikkat ederek bakarsanız, kalabalık arasında kamerayı gezdirmeyi ne kadar sevdiğini fark edebilirsiniz. örnek vermeye başladığıma göre artık spoiler ibaresini verip filmlerini ve temaları üzerinden scorsese sinemasını incelemeye başlayabiliriz.

who's that knocking on my door (1967)

scorsese'nin ilk filmi olan who's that knocking on my door ya da imdb'deki adıyla i call first, aslında scorsese filmlerinden biraz uzak bir olay örgüsüne sahip. scorsese genelde daha kalabalık bir olay örgüsünü ve suç hayatını konu alsa da ilk filminde merkeze kadın erkek ilişkilerini koyuyor. yine de filmin başında harvey keitel'ın canlandırdığı jr karakterinin mesleğini söylememesi, taşıdığı paket ve garip arkadaşları bize suç dünyası içinde olabileceğinin sinyallerini veriyor.

yine de bu işaretler filmin ana gövdesini oluşturmuyor. filmin ana konusu ise new york'un arka sokaklarında yaşayan bir erkeğin çelişkileri olarak düşünülebilir. genel olarak özetlemek gerekirse jr kız arkadaşının tecavüze uğradığını öğrendikten sonra evlenmeyi planladığı kişi bakire değil diye problem çıkarıyor. jr'ın çelişkisi de burada başlıyor. çünkü filmin daha öncesinde kadınları birileriyle birlikte olan kadınlar ve evlenilecek kadınlar olarak ikiye ayıran jr sütten çıkmış ak kaşık değil. kendisi türlü türlü kadınla birlikte olurken sevgilisinin bakire olmasını bekliyor. türkiye'de hala bu konu tartışılırken izlemesi ilginç bir deneyim olabilir. ancak konunun güçlü bir şekilde işlenmediğini bilmekte fayda var. film ise genç harvey keitel'la, jr ve sevgilisi ilk tanıştığında aralarında geçen sinema muhabbetleriyle ve new york'u arka plan alan görüntülerle akılda kalıyor.

boxcar bertha (1972)

listemizdeki ikinci uzun metraj olan boxcar bertha, scorsese'nin suç dünyasına merhaba dediği yapım oluyor. bu filmde babası uçakla ilaçlama yaparken kaza geçirip ölen bertha ile sendikacı olduğu gerekçesiyle başı belaya giren big bill shelly'nin hikayesini anlatılıyor. sendika ve tren yolu sahipleri nedeniyle ideolojik bir hikaye gibi görünse de aslında karşımızda bir suç filmi var. çünkü film sendikacılıktan, sosyalizmden yada kapitalizmden çok da bahsetmiyor, bunların yerine film dört kişilik çeteyi merkezine alıyor.

bertha ve billy arasında görülen dinamik ise scorsese için alışılmışın dışında olarak değerlendirilebilir. çünkü çetenin liderlerinden biri olan bertha daha çok soygun yapmak isterken, billy daha sakin bir hayat yaşamak istiyor. sıradışı olan şu ki; bu dinamik scorsese filmlerinde aslında tam tersi cinsiyetlerde gerçekleşir. genelde erkek karakter daha fazlasını isterken kadın karakter ilerlemeden memnun değildir. bunun da nedeni basit aslında. adından da anlaşılacağı üzere bu filmin ana karakterini bertha çünkü. kadın karakterleri çok az filminde ana karakter olarak seçen scorsese içinse yine not alınabilecek bir değişiklik.

film gerek akış, gerek filmin geçtiği ortam itibariyle scorsese dili dışında bir yapım olarak görülebilir. ancak genel sinema diline tamamen da uzak diyemeyiz. çünkü scorsese filmin finalinde sonraki projelerinde yapacaklarına dair bir işaret bırakmış. finaldeki çatışma sahnesinde -ki çatışmadan çok infaza benziyor- yönetmenin saf şiddeti nasıl estetize edebileceğini görüyoruz. bu sahnenin bakış açısını yönetmen daha sonraki pek çok filminde kullanıyor. ayrıca billy'nin çarmıha gerildiği sahne de film olarak benzemese de tema olarak tekrar karşımıza çıkacağını belirtelim.

mean streets (1973)

yönetmenin üçüncü uzun metrajı olan mean streets, scorsese'nin kendi temalarını kullandığı ve kendi tarzını ortaya koyduğu ilk film olma özelliğini taşıyor. yine new york'un arka sokaklarının fon olarak seçildiği filmde, harvey keitel başrolde, scorsese'nin sonraki filmlerindeki ana karakter gibi dengeli, içinde bulunduğu dünyayı bilen, soğuk kanlı, oyunu kurallarına göre oynayan ve muhitin ağabeylerine saygılı bir karakter çiziyor. bu karakterin başı yanına almayı seçtiği bir tanıdığı tarafından belaya sokuluyor. robert deniro, johnny boy rolünde dengesiz, umursamaz, sorumsuz ve şiddete meyilli karakteri çok iyi oynuyor. johnny boy'un göründüğü her sahneyi diken üstünde izliyoruz.

film karakterlerin suç dünyasıyla ilişkisini ele alsa da aslında büyük bir suç filmi sayılmaz. daha çok ufak tefek suçlara karışan ve aslında yaptığı işlerden çok da kazanmayan insanları görüyoruz. bu konu, başka bir yönetmenin elinde sıkıcı bir filme dönüşebilecekken, scorsese'nin elinde suç dünyasına farklı bir bakış açısı haline geliyor. bunun da temel nedeni scorsese'nin, filmde görülen kalabalık aileleri, muhitteki küçük suçluları ve amerika'daki italyan asıllı insanların yaşamını çok iyi bilmesi.

alice doesn't live here anymore (1974)

dördüncü sırada yer alan alice doesn't live here anymore ise aslında ne kadar scorsese yapımı olduğu tartışılacak bir film. bunu kötü anlamda söylemiyorum. sadece film scorsese sinemasından çok büyük izler taşımıyor o kadar. film, alice adında eşi öldükten sonra çocuğunu da yanına alıp hayallerinin peşine düşen bir kadının hikayesini anlatıyor. şarkıcı olmak isteyen alice, aslında hayatı çok iyi bilmeyen ve kendi ayakları üzerinde duramayan bir insan. senaryo alice'in mücadelesini olabilecek en yumuşak tonda anlatırken başrol oyuncusu ellen burstyn de gayet sempatik bir portre çiziyor. film bu nedenle romantik komedi tarzında bile değerlendirilebilir.

peki scorsese gibi kendi tarzı konusunda bu kadar ısrarcı bir yönetmenin filminde imzası sayılabilecek hiç mi bir şey yok? tabi ki var. alice'in geçiş dönemi sevgilisi diyebileceğimiz sorunlu ve tehlikeli bir adam olan ben, harvey keitel tarafından canladırılıyor. alice, ben ile tanıştıktan sonra filmin toz pembe havasının biraz yıkıldığını söyleyebiliriz. çünkü ben ısrarcı, kavgacı, bağırıp çağıran, cam çerçeve indiren tartışmaya girmekten çekinmeyen bir adam. tam scorsese karakteri değil mi? özellikle alice ile tartıştıkları ve motel odasını talan ettiği sahne tam scorsese sinemasına yakışacak kalitede. çünkü yazının başında dediğim gibi scorsese'nin yaptığı en iyi iş tartışma sahnesi çekmektir. filmin scorsese sinemasına etki eden bir diğer unsuru ise küçük jodie foster oluyor. foster bu filmde aşağı yukarı 12 yaşında olsa da performansı gerçekten göz dolduruyor. hatta kim olduğunu çıkaramayan çoğu kişinin kendisini erkek sandığını da belirtmem gerekiyor.

taxi driver (1976)

alice'ten iki yıl sonra ise scorsese, sinema tarihinin en çok sevilen, en çok tartışılan, en etkileyici filmlerinden birine imza atıyor. baştan aşağı problemli, karanlık, ürkütücü ve çekici bu filmin adı taxi driver. senatörü alkışladığı sahneden, konuşma tarzına, kocaman askeri ceketinden, ayna karşısında yaptığı unutulmaz monologa kadar her sahnesi efsane olan travis bickle karakterini robert deniro canlandırıyor. travis eski bir deniz piyadesi, vatanı için çarpışmış ama döndüğünde kendisini şükranla bekleyen kimseyi bulamıyor. hatta uğruna canını riske attığı insanların pislik içinde yuvarlandığını gördükçe sinire kesiyor. aslında travis'in askeri geçmişi bize tam olarak anlatılmıyor. sadece malulen emekli edildiğini biliyoruz. askerlik zamanından kendisine geriye kalan ise topluma uyumsuzluk ve her problemi şiddet kullanarak çözme huyu oluyor. travis filmin başlarında uykusuzluk problemi yaşasa da iyimser bir hava çiziyor. uykusuzluk sorununu çözmek için gece gündüz çalışmaya başlıyor. bu problemini aşamadığındaysa topluma uyum sağlamak adına güzeller güzeli bir hanımla tanışıyor.

cybill shepherd'ın canladırdığı betsy'le tanışmasından sonra travis hakkında iki önemli şey öğreniyoruz. birincisi toplumdan aslında ne kadar kopuk olduğu. bunu da ikinci buluşmalarında betsy'i porno sinemasına götürmesinden anlıyoruz. burada travis'in aslında başka bir şey bilmediğini biz seyirci olarak biliyoruz. travis emekli olduğundan beri ne müzikle ne sinemayla ilgilenmiş. onun için pornonun, hemen sonuca giden basit yapısı daha ilgi çekici geliyor. ancak alternatiflerden habersiz olması betsy'le sorun yaşamasına sebep oluyor. bu noktadan sonra olabilecek en iyi şekilde özür dilemeye çalışıyor. izleyici olarak biz travis'in samimiyetine inansak da betsy haklı olarak onunla görüşmek istemiyor. bu noktada travis ile ilgili öğrendiğimiz ikinci noktaya geliyoruz. o da şu ki travis'in cinnete ne kadar meyilli olduğu. kendisini ifade edecek hiçbir şeyi olmayan travis aynı zamanda new york tarafından sürekli dolduruluyor. diğer şoförlerin cesaret edip gidemediği pek çok yere giden travis şehrin sürekli en kötü, en yoz insanlarını görüyor. sokakta kavga edenler, fahişeler ve müptezellerle uğraşan travis'in içinde insanlara karşı yavaş yavaş nefret birikiyor. filmde travis'in ırkçı olduğuna dair izler de görmek mümkün. bunu ilk işlediği cinayette de fark edebiliriz. markette soygun yapan kişiyi arkasından yaklaşıp vuran travis'i de aslında scorsese bizzat taksisine binerek ve karısının kendisini bir siyahi ile aldattığını söyleyerek kışkırtıyor.

öncelikle travis'in işlemek isteyip de işleyemediği ilk cinayete bakalım. travis'in, senatörü öldürmek istemesindeki temel motivasyon politik diyemeyiz. her ne kadar başlangıçta senatörü şehri temizleyemeyecek olması nedeniyle suçlar görünse de, temel motivasyonu bu değil. travis şu anki hayatında hiçbir yere bağlanamayan bir insan. betsy ise kendisini büyük bir amaca adamış durumda, travis aslında senatörü öldürerek betsy'nin toplumla kurduğu bağı kırmayı ve ondan intikam almayı istiyor. yakalanmak istememesinin de sebebi bu aslında. yakalanırsa betsy'nin çöküşünü nasıl izleyecek?

betsy.

peki jodie foster'ın canlandırdığı muhteşem iris'in ne farkı var? travis iris'e kurtarılmaya değer biri olarak bakıyor. yaşının küçük olması travis'i, iris'in buraya zorla getirildiğini düşünmeye itiyor. ilk karşılaşmalarındaki taksi sahnesi de bu duruma kanıt oluyor. peki travis bu durumu nasıl çözmeye çalışıyor? tabi ki dev gibi bir silah ile. travis, sinema tarihinin en estetize çatışmalarının ardından üç kişiyi öldürüyor ve iris'in odasına yığılıp kalıyor. polisler geldiğindeyse yine sinema tarihinin en ikonik görüntülerinden birine imza atarak intihar etme pozu veriyor. peki senatörden yakalanmamak için kaçan travis ölmeyi neden problem etmiyor? çünkü yakalansaydı yaptığı işin sonucunu göremeyecekti, tıpkı askerlik zamanı gibi. buradaysa net olarak istediği sonucu görebiliyor. iris'i buraya sürükleyen herkes öldü, artık o serbest, bu nedenle travis'in ölmesinde bir sakınca yok. bu arada yeri gelmişken harvey keitel'ın da sport rolüyle muazzam iş çıkardığını söylemek istiyorum.

şimdi gelelim çok tartışmalı final sahnesine. öncelikle filmi ilk izlediğimde de bana da rüya / hayal gibi gelmişti. bu son toplum tarafından kabul edilmeyen travis'in ölmeden önce kurabileceği bir fanteziye benziyordu. birden kahraman olması, kendisini terk eden kadının geri dönmesi, iris'in ailesinin yanına dönmesi ve kendisine teşekkür mektubu yazmaları ve özellikle kimsenin bu kadar silahı nereden buldun ve bu insanları neden öldürdün diye sormaması, pek gerçekçi gelmemişti. ancak senaristin açıklamalarını okuduktan sonra neden olmasın diye düşünmeye başladım, scorsese'nin işaret ettiği aynaya bakış atma anıyla da travis'in ölmemiş olduğuna ikna oldum. ayrıca bu film birazdan bahsedeceğim the king of comedy ile büyük paralellikler içeriyor. eğer bu filmin sonunu gerçek olarak kabul edersem, ki scorsese böyle olduğunu söylüyor. o zaman the king of comedy'nin sonunu da gerçek kabul etmem lazım ki o taxi driver'dan daha inandırıcı bitiyor diyebiliriz.

new york, new york (1977)

scorsese listesinde altıncı sırada yer alan new york, new york yönetmenlerin büyük işler yaptıktan sonra dinlenmesi gerektiğinin kanıtı niteliğinde bir yapım olmuş. çünkü taxi driver'dan bir sene sonra çıkan bu film olmasaymış da olurmuş şeklinde değerlendirilebilir. neden diyecek olursanız; filmin gereksiz uzun olması, scorsese'nin kendi tarzına çok vurgu yapmaması ve filmin sürükleyici bir hikayesinin olmaması ilk akla gelebilecek nedenler. yine de müzikale yaklaşan bu yapım scorsese için farklı bir deneyim olurken aynı zamanda müzik tutkusunun da öne çıktığını söyleyebiliriz.

peki new york, new york baştan aşağı kötü bir film mi? tabi ki hayır. özellikle robert deniro'nun oyunculuğu yine göz dolduruyor. ayrıca filmin merkezinde bulunan ilişki ve iki egoist ve hırslı insanın çatışması da gayet güzel işlenen unsurlar. bu çatışma ise en belirgin şekilde jimmy doyle orkestrayı devraldıktan sonra görülebilir. prova sahnesinde hem francine, hem jimmy orkestrayı kontrol etmeye çalışırken yaşadıkları tartışma gerçekten izlenmeye değer. ancak yine de scorsese iki ana karakteri eşit tutmuyor ve jimmy her zaman bir adım daha önde duruyor. filmin hikayesindeki bu dengesizlik francine'nin broadway gösterisiyle toparlanmaya çalışılsa da broadway şovu uzun uzun gösterildiği için bu anlarda hikayeden de bir nebze kopuluyor. diğer filmlere geçmeden önce şunu söylemek istiyorum çoğu insan liza minnelli'nin filmi katlettiğini söylese de ben öyle düşünmüyorum. gayet yerinde oynamış, filmin ana handikapı hikayenin yeterince sürükleyici olmaması. ayrıca hakkını yemeden söyleyeyim jimmy'nin evlenme teklif ettiği sahne sinema tarihinde yer alacak kadar güzel görüntülere sahip.

raging bull (1980)

yedinci film sinema tarihinin belki de en iyi ikililerinden birinin etrafına kuruluyor. robert deniro scorsese ile ne kadar iyi çalıştığını zaten diğer filmlerde göstermişti. bu filmde yanına uzun yıllar beraber oynayacağı, sinema tarihinin en tehditkar, en korkutucu, en küfürbaz ama aynı zamanda en sevilen oyuncularından biri olan joe pesci katılıyor. bu filmde robert deniro problemli, kıskanç, egoist, orta sıklet bir boksörü, joe pesci de onun antrenmanlarına yardımcı olan sürekli arkasını kollayan kardeşini canlandırıyor. gerçek bir hikayeden yola çıkarak çekilen filmin hazırlık süresinde robert de niro uzun süre boks eğitimi alıyor. hatta bir antrenman sahnesinde işi abartıp kazara pesci'nin kaburgalarından birini kırıyor.

robert deniro'nun karakteri özellikle siyah beyaz çekilen filmin boks sahnelerinde aldığı eğitimle birlikte fırtına gibi eserken, joe pesci de etrafını tanıyan, kontrollü görünen ama altında büyük bir öfke barındıran klasik scorsese karakterini başarıyla canlandırıyor. filmin ikonik sahnelerinden birinde pesci kısa boyuna rağmen masanın bir ucundan diğer ucuna doğru uzanırken siz de ne kadar korkutucu bir karakterle karşı karşıya olduğunuzu anlıyorsunuz. pesci'nin karakteri o kadar stilize ki birine kızsa küfür etse, dövse diye heyecanla bekliyorsunuz. deniro'nun karakteri de scorsese'nin çok sevdiği yükseliş ve düşüş hikayelerine uygun bir karakter gelişimi gösteriyor. filmde new york arka sokaklarındaki italyan aileleri görmek mümkün iken suç unsurları görece geri planda kalıyor.

the king of comedy (1982)

sekizinci film olan the king of comedy, scorsese'nin en ilginç yapımlarından biri. biraz önce taxi driver ile paralellik var demiştim. bu filmde de rupert pupkin adlı komedyenin saplantılı hikayesini izliyoruz. pupkin, scorsese'nin diğer karakterleri kadar egoist ve takıntılı. filmin sonuna kadar hiç espri yapmaması da seyirciyi söylediği kadar komik mi değil mi şüphede bırakıyor. konuyu toparlamak gerekirse pupkin ünlü bir televizyon şovuna konuk komedyen olarak çıkmak istiyor. ancak tüm çabalarına rağmen programın sunucusuna ulaşamıyor. bu sırada platonik lise aşkıyla tekrar karşılaşıyor ve onu ne kadar iyi ve başarılı bir komedyen olduğuna ikna etmeye çalışıyor.

filme genel olarak baktığınızda komedyenlik kisvesini çıkarırsanız, pupkin'in en az travis kadar korkutucu olduğunu görebilirsiniz. iki karakter de ısrar ile istediklerini elde etmeye çalışıyorlar, ikisi de yanlış yöntemi kullandığı için uzaklaştırılıyor ve ikisi de istediklerini elde etmek için suça başvuruyorlar. yine de pupkin'in travis'e göre daha ılımlı olduğunu söylemek mümkün, çünkü pupkin'in tek derdi bir şans elde etmek. bu şansı da hayranı olduğu program sunucusunu kaçırarak ve yapımcıları tehdit ederek elde ediyor. daha sonra yine sinema tarihinde önemli yer tutan bir sahneyi yani pupkin'in stand-up'ını izliyoruz. pupkin'in burada yaptığı esprilerden aslında ne kadar problemli ve kötü bir çocukluk geçirdiğini anlıyoruz. bu nedenle sahneyi izlerken attığımız kahkaha yerini yavaş yavaş soğukluğa ardından da tedirginliğe bırakıyor, tıpkı filmin geneli gibi. çünkü filmin genel havası da komik bir durum olsa da alttan alta tedirginliği hissettiğiniz bir şekilde size aktarılıyor. esprilere gülerken bir yandan da kendinizi tedirgin hissediyorsunuz. özellikle pupkin'in annesinin dokuz yıl önce öldüğüyle ilgili espri yapması ve evdeyken annesiyle konuştuğunu hatırladığınız anlarda.

filmin sonuyla ilgiliyse şunu söylemek istiyorum. dediğim gibi taxi driver ile the king of comedy benzer yapıda filmler. bu nedenle eğer taxi driver'ın sonunu gerçek kabul edeceksem, the king of comedy'i de etmem lazım. ayrıca magazin basınına kısa bir göz attığınızda ve amerikan toplumunun marjinalliğe nasıl değer verdiğini düşündüğünüzde rupert pupkin'in gerçekten başarılı olmaması için bir engel göremiyorsunuz. hatta hapse girmesinin yaptığı esprilerden daha önemli görüleceğini biliyorsunuz... bu nedenle filmin bitişini bir toplum ve medya eleştirisi olarak da algılamak mümkün.

after hours (1985)

the king of comedy'den sonra gerçek bir komedi filmi olarak görülebilecek after hours geliyor. listeye şöyle bir göz attığınızda scorsese'nin buraya kadar komediye hiç girmediğini görebilirsiniz. alice dışında hiçbir karakterinin güldürmeye dair bir çabası da bulunmuyor. (rupert pupkin'in durumu biraz farklı) peki scorsese komedi filmi yaparken standart kuralları mı uyguluyor? tabi ki hayır. komedi yaparken de yine kendi imzasını atmaktan geri durmuyor ve ortaya komedi filmleri tarihinin en garip ürünlerinden biri çıkıyor.

after hours aslında basit bir fikir üstüne kurulmuş gibi görünüyor. ana karakterimiz paul kahve içerken bir kadınla tanışıyor ve gece buluşmaya karar veriyorlar. telefonla konuştukları zaman bir terslik olduğunu sezsek de paul aşağı yukarı her hemcinsi gibi durumu umursamayıp buluşmaya gidiyor ve başına gelmedik iş kalmıyor. filmin en güzel tarafı da bu olay akışının absürtlüğü aslında. bir komedi filmi olarak pek başarılı bulamayabilirsiniz ancak filmin kurgusunun farklı olduğunu kabul etmek gerek. bu kurgunun amacı da bir teori olarak okuduğum ve doğru olabilir aslında diye düşündüğüm şekilde bize bir rüyayı anlatmak. hani rüyada olur ya, eve girersiniz aslında orası ev değil okulunuzmuş, hocanızı görürsünüz sonra hocanızla konuşurken içeriye üç sene önce ayrıldığınız sevgiliniz girer, meğer hocanız eski sevgilinizin babasıymış falan. filmin kurgusu da bu mantıkta ilerliyor ve size bu hissi birebir yaşatıyor. bu nedenle after hours rüya konusunda başarılı bulduğum bir örnektir.

filmin scorsese'nin daha önceki yapımlarına benzemediğinden bahsetmiştim. buna paralel olarak daha önce çalışmayı sevdiği hiçbir oyuncuyla çalışmaması da dikkat çekici. ancak yine de film new york'da geçiyor ve görüntüler ve mekanlar tam scorsese bakışına uygun yerler. bu nedenle suç filmi çeken bir yönetmen farklı bir türü denerse sonuç ne olur, scorsese sineması başka alanlarda nasıl işler görmek için güzel bir film.

the color of money (1986)

sıradaki film benim en sevmediğim scorsese filmi olabilir. the color of money'nin hikayesi şöyle; bilardo bahsi üzerinden para kazanmış ama yorulup emekli olmuş bir adam, çok yetenekli ama bilardo oynarken para kazanmayı beceremeyen genç bir adamı himayesine alır. aslında karakter derinliği ve düzgün ilerleyen bir olay örgüsüyle en azından eli yüzü düzgün bir film olabilecekken the color of money hikayedeki kopukluklar ve karakter derinliği olmaması nedeniyle ortalama altı kalıyor.

filmi çok seviyor ve benim görüşlerimi yanlış buluyor olabilirsiniz. ancak filmi tekrar incelerseniz hikayenin size şu basit soruların cevabını vermediğini görürsünüz. tom cruise'un canlandırdığı vincent nasıl bu kadar iyi bilardo oynuyor? vincent'ın sevgilisi neden onunla birlikte yola düşüyor? bu kadın kimdir? vincent'ın bilardo oynamasındaki amaç nedir? eddie felson neden bilardodan bahis yapmayı bu kadar önemsiyor? gördüğünüz gibi bu soruların bir cevabı yok. her film bu soruların cevabını vermek zorunda değil. ancak olay örgüsünün de dağınık olması, filmin gidişatının pek belli olmaması tam bir handikap izleyici için.

ayrıca tom cruise'un filmdeki ilginç performansı da dikkate değer. bunu iyi anlamda mı söyledim? tabi ki hayır. tom cruise bu filmde overacting'in en gereksiz örneklerinden birini sergiliyor. aşırı büyük sevinme hareketleri olsun, garip enerjisi olsun, gerçekten çekilebilir gibi değil kendisi. neyse ki scorsese'nin başka bir filminde yer almıyor. yoksa bu karakterin aynısını goodfellas'ta falan düşünemiyorum.

the last temptation of christ (1988)

sıradaki filmimiz scorsese'nin inanç dünyasına eğildiği, zamanında büyük tartışmalara yol açan ve yer yer sansüre uğramış filmi the last temptation of christ. bu film hem dini bir epik hem insanların inançla ilişkisine göz atan bir yapım olarak değerlendirilebilir. hatta inanç meselesinin olabildiğince öznel tutulduğunu da söyleyebiliriz. film inanç konusunda o kadar öznel bir bakış açısına sahip ki willem dafoe'nun canlandırdığı jesus christ diğer insanlar gibi iman sınavına sokuluyor.

scorsese'nin inanç üzerine yaptığı filmler de aslında hep bu noktaya değiniyor. neye inanıyorsun? ne kadar inanıyorsun? inancın için neler yapabilirsin? hep ana karaktere sorulan sorular bunlar ve cevaplar da film içinde veriliyor. filmi bu nedenle din propagandası olarak algılamamak lazım. zaten film bildiğim kadarıyla da hıristiyan cemiyetinde de çok sevilen bir film değil. bunun sebebi de lucifer'in jesus'a gösterdiği alternatif seçimde jesus'ın evlenip çoluk çocuk sahibi olması. "peki bunda ne var?" diye düşünebilirsiniz. hıristiyanlar, tanrının oğlu sıfatına sahip birinin çocuk sahibi olma fikrini reddediyorlar, inançları gereği.

bu tartışmalar arasında es geçilen nokta da şu; jesus tanrının oğlu da olsa, insanları sevmesi ve onların günahları için ölmesi gerekiyor hıristiyan inancına göre. bu nedenle lucifer'in ona normal bir hayat gösterip aklını çelmeye çalışmasından doğal ne olabilir? gördüğünüz gibi burada scorsese ana karakterin iman gücüne ve bunun nasıl sınandığına göz atıyor. aynı temayı daha sonraki iki filminde de göreceğiz.

goodfellas (1990)

şimdi bana iki film seç, bütün scorsese filmlerini anlayayım deseniz seçeceğim ilk film goodfellas olurdu. bütün kurgusuyla, oyuncu seçimleriyle hikayenin akışıyla, ana karakterin başına gelenlerle, filmin geçtiği yerler ile scorsese'nin sinema dilinin bütününü gösteren bir film. filmdeki ana karakterimiz henry hill italyan-irlanda kökenli, new york'un arka sokaklarında büyümüş ve suç dünyasına katılan bir adam. kendisi robert deniro'nun canlandırdığı jimmy conway'in ve joe pesci'nin canlandırdığı tommy devito'nun yanına çırak olarak veriliyor ve üçü birlikte suç dünyasında yükselmeye başlıyorlar. henry'nin nevrotik bir eşi var, kendisi diğer bütün scorsese adamları gibi eşine sadık değil. ayrıca yükselmek için her yolu deneyen bir karakter.

verdiğim bu kısa bilgiler bile filmin ne kadar scorsese'ye özgü olduğunu anlamamıza yeterli olacaktır. üç ana karakterimizin üstünde bir de bütün suç dünyasını kontrol eden ağabeyler var. bu ağabeyler herkesi kontrol eden ve işlerin yürümesini sağlayan konumdalar. sadece "yapın." demeleri bile bir işin çözülmesi için yeterli. iki kişi arasında problem çıktığında arabuluculuk da yapıyorlar. ağabeylerin sizden tek istediğiyse yaptığınız işler için gerekli haracı göndermek. işler başta çok basit görünse de üç ana karakterimiz de bir şekilde bu ağabeylerle ters düşüyor. tommy devito karakteri gruptaki tek safkan italyan, bu nedenle ağabeylerin arasına kabul edilebilecekken, joe pesci'nin joe pesci olması sebebiyle -psikopat, fazla sinirli, acımasız ve korkutucu- yaptıkları ağabeyler tarafından hoş karşılanmıyor. henry hill ise özellikle yapma dedikleri halde uyuşturucu işine bulaştığı için aile tarafından dışlanıyor. jimmy conway ise üç kişilik grubumuzun lideri konumunda. aslında ağabeylerin aralarına almak isteyebileceği kadar kontrollü ve işlerin sonunu planlayabilen biri. ancak o da lufthansa heist'dan sonra etrafındaki kimseye güvenemez oluyor ve işi kendisine bağlayabilecek kim var kim yok silmeye başlıyor.

gerçek bir olayı anlatan hikayemizin sonunda ana karakterimiz bakıyor ki conway'den kurtulma ihtimali yok, öyle yada böyle kendisinin de işi bitirilecek -çünkü kendisi etrafta deli gibi koştururken conway köşesine çekilmiş, zayıf anını kolluyor- karakterimiz ağabeyler tarafından da dışlanınca, başka bir çaresi olmadığını anlayıp tanık koruma programına giriyor ve tanıdığı herkese karşı şahitlik yapıyor. filmin sonunda her istediğini elde edebilen, her işini şiddetle yada rüşvetle çözebilen insanların birbirlerine düştüklerinde neler olacağını görüyoruz. henry hill film boyunca the wolf of wallstreet'tekine benzer bir teknikle seyirciye anlattığı hikayesini yine direkt bizle konuşarak noktalıyor.

cape fear (1991)

goodfellas'tan sonra gelen cape fear aslında bir tekrar yapım. scorsese'nin sinema sanatına övgü olarak çektiğini düşündüğüm filmde ve ilk yapımın dönemine uygun kamera tekniklerinin bolca kullanıldığını görebiliriz. filmde robert deniro takıntılı bir suçluyu canlandırıyor ama ne canlandırmak. görüldüğü her sahnede iliklerinize kadar donuyorsunuz. filmin konusu ise şöyle max cady hapisten çıkıyor ve mahkum olmasına neden olan kişinin peşine düşüyor, aynı zamanda ailesini de tehdit ediyor. şunu en baştan açıkça söylemek istiyorum filmin tek çekilebilir kısmı robert deniro'nun performansı. hikayenin geri kalan kısmında havada kalan çok fazla kısım var. yine de max cady'nin eve sızma planı ve yaptığı psikolojik manipülasyonlar izlenmeye değer.

filmin finalinde yine eski korku filmlerine uygun şekilde ana karakterimiz ve ailesi doğaya kaçıyor ve peşlerine düşen tehdidi doğanın yardımıyla ve çokça şansla alt ediyorlar. diğer oyunculardan çok akılda kalıcı performanslar göremesek de yine deniro ve zirveye çıkan oyunculuğu bu sahneleri kurtarıyor. ilk yapımı dönemine göre değerlendirecek olursanız ailenin tehdit edilmesi ve koruma içgüdüsü seyircide karşılık bulabilecek bir konuydu, çünkü 60'larda yükselen banliyö hayatı ve aile değerleri gibi unsurlar filmin altyapısını oluşturuyordu. yeniden çevrimin olduğu dönemde ise aile yapısı değişikliğe uğramış ve kuşak farkı devreye girmişti. bu nedenle yeni bir fikir sunmuyor, filmi klasik döneme bir saygı duruşu olarak görmek daha mantıklı olacaktır.

age of innocence (1993)

cape fear'dan sonra yine scorsese sinemasının dışında sayılabilecek bir film olan age of innocence ile karşılaşıyoruz. new york'a bütün açılardan bakmaya karar veren scorsese bu sefer şehrin geçmişine ve zengin kesimine göz atıyor. şimdiye kadar pek alışık olmadığımız bir hikaye olduğu çok açık. filmde rol alan daniel day-lewis, çevresi tarafından sevilen ve saygı gören bir adamı canlandırıyor ve ana karakterimiz yine kendisi gibi çok sevilen ancak biraz sıkıcı olan bir kadınla evlenme planları yapıyor. burada diğer scorsese filmlerinde karşılaşabileceğimiz tek bir unsurla karşılaşıyoruz. o da hala karakteri. bu karakter goodfellas'taki ağabeyler gibi herkes için arabuluculuk yapıyor ve yapılan işler için danışılan kişi oluyor.

film bu evlilik ve sosyal statü gibi konuların çevresinde ilerlerken sharon stone'un canlandırdığı karakter ortaya çıkıyor. bu karakter skandallara konu olmuş ve bu toplumdan dışlanmış bir karakter. halanın imtiyazıyla tekrar sosyeteye davet ediliyor ve daniel day-lewis'in karakteriyle aşk yaşamaya başlıyor. bundan sonrası bildiğiniz yasak aşk filmi. film hakkında kişisel görüşlerimi soracak olursanız, scorsese filmleri içerisinde değerlendirildiğinde biraz sıkıcı kaldığını itiraf etmem gerekiyor. ancak yönetmeninden bağımsız bir dönem filmi olarak değerlendirirseniz, başarılı bir film olarak görülebilir. özellikle kıyafetler ve set olağanüstü göz alıcı. karakterlerin ve yaşananların da rus edebiyatındaki zengin kesimi andırdığını söylersem sanırım en azından edebiyat severlerin göz atması gereken bir film olduğu sonucuna ulaşabiliriz.

casino (1995)

şimdi geldik scorsese sinemasını en iyi tanımlayan ikinci filme. casino, sadece scorsese filmleri arasında değil sinema tarihinde de en iyi suç filmlerinden biri olarak görülüyor. kurgusu, oyuncuları, senaryosu ile kusursuz bir film. gerçek olaylardan esinlenerek çekilen filmde robert deniro'nun canlandırdığı sam 'ace' rothstein karakteri las vegas'ta bir casino'nun başına geçen eski bir kumarbaz. kumar oynadığı zamanlarda diğer filmlerdeki gibi ağabeylerle tanışıyor ve onlara çalışmaya başlıyor. çok iyi bir kumarbaz olduğu ve sağlam para kazandırdığı için ağabeyler tarafından bir nevi casino'ya terfi ettiriliyor. yapacağı iş çok basit, hile yapanları tespit etmek, casino'yu işler halde tutmak ve ağabeylerin kayıt dışı şekilde para kazanmasını sağlamak. ancak gücün, paranın, kadınların bu kadar dahil olduğu bir kurguda işlerin çığırından çıkmaması düşünülemez.

ace filmin başlarında kendisine hakim olabilen ve gücünü çok iyi kontrol edebilen bir karakter olarak öne çıkıyor. goodfellas'ta oynadığı karakter gibi işlerin nasıl yapılması gerektiğini çok iyi biliyor, yanlış kişilere bulaşmıyor ve oyunu kuralına göre oynayıp herkesin memnun olmasını sağlıyor. peki bu filmi neden bir yükseliş ve düşüş filmi olarak değerlendiriyoruz? çünkü, ace'ın yıkımını hazırlayacak iki karakter var. aslında bu iki karaktere ace'ın zaafları olarak da bakabiliriz. tüm bu sistem içinde kontrol edemediği iki kişi var, onlar da sharon stone'un canlandırdığı ginger ve joe pesci'nin karakteri nicky. bu iki karakter ace'ın yaptığı hemen her şeyin zıddını temsil ediyorlar. ace zenginlik ve ihtişam konusunda ne kadar kontrollü ise ginger o kadar zayıf. ace suç konusunda ne kadar temkinliyse nicky karakteri o kadar öfkeli ve dengesiz. ace'ın yıkımı da bu iki karakterin yaptıklarından geliyor zaten. bu iki karakterin yaptıkları ace'ın toparlayamayacağı seviyeye geldiğinde bütün sistem çöküveriyor.

çöküş başladığında, nicky ile nevrotik ginger'ın ace'a kumpas kurmaya çalıştığı sahnelerde ve sistemin nasıl tasfiye edildiğini gördüğümüz anlarda üç karakterimiz de kendi yapılarına ve hikayelerine uygun finaller yapıyorlar. film boyunca dayak atarken, sebepsiz yere cinayet işlerken ve öfke patlamaları yaşarken izlediğimiz nicky dövülerek öldürülüyor ve bir tarlaya gömülüyor. dengesizliğiyle canımızdan can alan ve hayatı ace'ın burnundan getiren ginger yalnız ve uyuşturucu bağımlısı olarak ölüyor. ace bir şekilde kurtuluyor diyebiliriz. artık eski ihtişamdan çok uzak ancak bir şekilde hayatta kalmış ve çok iyi bildiği bahis işine dönmüş olarak görüyoruz. artık kontrol ettiği ve merkezinde bulunduğu, tıkır tıkır işleyen bir sistemin başında değil. arkasında çok büyük bir destek yok, yanında ne isterse yapan insanlar yok, her istediğini elde edecek bir sisteme sahip değil ancak en azından hayatta.

filmin bir diğer öne çıkan noktası ise tabi ki mekanlar ve kostümler oluyor. kumarhanenin içinde geçen her sahne size o dünyanın ışıltısını ve kazanılan paranın nelere kadir olduğunu gösteriyor. kostümler ise dönemine uygun şekilde her karakter için ayrı ayrı ve özenle seçilmiş. özellikle robert deniro'nun takım elbiselerini şuan bile bulup giyseniz, girdiğiniz ortamda çokça beğenilirsiniz. sharon stone'un kostümlerininse filmin başındaki ihtişamından filmin sonundaki düşüş devrine göre değişimi de dikkat etmeye değer bir detay.

casino hakkında değerlendirmeyi bitirirken üç detaydan bahsetmek istiyorum. birincisi filmin en kötü sahneleri olan sharon stone-joe pesci sevişme sahneleri. gerçekten özellikle karavan gibi yerde geçen ilk sevişme sahnesi gözleri kör edecek kadar kötü çekilmiş. scorsese'nin oyuncusuna doğaçlama yaptırmayı ne kadar sevdiği bilinen bir gerçek. ancak sonuç kötü olduğunda neden müdahale etmiyor anlamak mümkün değil. bu çiftin arasında bir kimya oluşmaması da ayrıca sahneyi kötüleştiren bir unsur. yanlış hatırlamıyorsam bu sahne filmin yayınlandığı sene en kötü sevişme sahnesi seçilmişti. bu kadar muazzam bir filmde böyle bir sahnenin olması da ilginç açıkçası.


bahsetmek istediğim ikinci detay da pesci ve deniro'nun karşı karşıya geldiği çöl sahnesi. görüntü yönetimi olarak sahne zaten çok üst düzey. her bir planı fotoğraf karesi gibi. ancak bu sahneyi hikayede önemli yere koyan şey krizin ne boyuta ulaştığını göstermesi olmuş. bütün o ışıkların altında, ihtişamın içinde izlediğimiz karakterler artık hiçliğin ortasında buluşmak zorundalar. filmin genel görüntüsüne tezat bu sahne, çöküşün ne kadar büyük olduğunu göstermek açısından da önemli. bahsetmek istediğim üçüncü ve son detay ise kumarhanede güvenlikten sorumlu billy karakterini canlandıran don rickles. don rickles filmde çizdiği sert karakterin aksine gerçek hayatında çok ünlü bir komedyen. hatta amerika'daki çoğu oyuncuya ilham kaynağı olmuş, üst düzey doğaçlama yeteneği olan bir insan. filme katkısı ise şudur; don rickles zamanında gerçekten böyle kumarhanelerde sahne almış ve bu filmdeki karakterlere benzer insanlarla tanışmış bir insan. filmde elindeki bu malzemeden ne kadar faydalandı, oynadığı karakteri ne kadar gerçek karakterlere dayandırdı bilemeyiz ancak muazzam bir iş çıkardığını da belirtmeden geçemeyeceğim.

kundun (1997)

casino'dan sonra scorsese suç dünyasından uzaklaşıp tekrar inanç meselelerine yöneliyor ve kundun adlı filmde tibet'in ruhani ve siyasi lideri dalai lama'nın biyografik hikayesini anlatıyor. filmin yapısı ve hikaye akışı rasyonel bir gözle bakıldığında eleştiriye açık ancak imanın insanlara neler yaptırabildiği ve nelerin inanç uğruna feda edilebildiğini görmek ilginç bir deneyim olabilir. ayrıca tibet ve dalai lama kültürünü bilmeden sert eleştiri yapmak da bizi yanlış sonuçlara götürebilir. örneğin bir yabancı olarak bakarsanız, dalai lama olduğuna inandığınız bir çocuğa ülkenin geleceğini emanet etmek çok da mantıklı gelmeyebilir ancak tibetli insanlar için dalai lama'nın ne kadar önemli olduğunu anlamaya çalışırsanız filmi yanlış yönlere çekmeden değerlendirebiliriz.

yazının öncesinde the last temptation of christ'dan bahsederken, jesus christ'ın imanının sınava sokulduğundan bahsetmiştim. kundun de ise dalai lama'nın inancı ve liderliği sınava sokuluyor. çin, tibet'i işgal etmeye başladığında görüyoruz ki aslında dalai lama'nın yapabileceği çok bir şey bulunmuyor. öncelikle tibet budizmi'nde şiddet kesinlikle yasak, bu nedenle dalai lama'nın bir ordu toplayıp işgal güçlerine karşı koyması mümkün değil. böyle bir aksiyonda bulunsa bile çin ordusuna karşı koyacak gücü toplama imkanı yok. her halükarda çin işgali gerçekleşecek. filmin başında kesin ve otoriter olduğunu gördüğümüz dalai lama'nın imanı işte burada sınava giriyor. inancı gereği kendisini tutup anlamayacaklarını bildiği halde çin ile diyaloga girmeyi deniyor. hem halkını kurtarmayı hem prensiplerinden vazgeçmemeyi deniyor. diyalogun çözüm olmadığını gördüğü zaman da halkına ruhani olarak önderlik etmeye çalışıyor. zor zamanlarda insanların direnç noktası olmaya çalışıyor. birçok insanın acı çektiğini gördüğü halde şiddetsizliği seçmeye çalışıyor. bu nedenle inanç üzerine çok güçlü bir hikayesi var filmin.

ancak filme bir bismarck, bir machiavelli gözüyle bakarsanız, dalai lama'nın stratejisini baştan aşağı yanlış bulabilirsiniz. ama filmden bahsetmeye başladığımda söylediğim gibi her ne kadar siyasi unsurlar yer alsa da bu siyasi bir film değil. bu inanç meselesini irdeleyen bir film. o yüzden bu açıdan bakıldığında kendi derdini güzel anlatabilen bir film ile karşı karşıya olduğumuzu söyleyebilirim.

bringing out the dead (1999)

kundun'den sonra gelen film yine scorsese tarzı dışında değerlendirilebilecek bringing out the dead. bu film after hours'dan sonra scorsese'nin ikinci komedi filmi olarak görülebilir. ancak yine after hours gibi kolay bir komedi filmi değil. çünkü bringing out the dead bir kara komedi örneği. after hours'da olduğu gibi scorsese tarzı dışına çıktığında yine daha önce çalışmadığı oyuncularla çalışıyor. ana karakteri canlandıran nicolas cage sürekli gece vardiyasında çalışan, problemli ambülans şoförü frank pierce'ı canlandırıyor. frank gece çalışma ve kişisel problemleri bakımından bir nebze travis'e benzetilebilir. ayrıştıkları nokta ise travis dünyayı değiştirmek için plan yaparken frank'in hiçbir şeyi değiştiremeyecek kadar yorgun olması.

yine taxi driver'a benzer şekilde bu film de new york'un pek tekin olmayan yerlerinde geçiyor. travis ile birlikte bir araba camından izlediğim insanlarla, bu sefer arabadan inip tanışıyoruz, hatta frank'in müdavimi olduğu insanlar bile var. peki taxi driver'dan nasıl farklıyız? bu filmde frank insanlara travis'ten çok daha yakın. onun toplumdan kopuk olmak gibi bir derdi yok. hatta frank'in derdi insanlarla fazla içli dışlı olmak diyebiliriz. bu içli dışlılığı da samimiyet olarak algılamayın. insanlara acil müdahale yaptığı için ve sürekli aynı yerlerde dolaştığı için artık kendisi tanınmış bir kişi ama kendisini tanıyan insanların çoğu alkolik, uyuşturucu bağımlısı, sex işçisi yada akli dengesi yerinde olmayan insanlar. bu nedenle frank'in iletişim kurabildiği çok da insan yok aslında.

frank'in film boyunca iletişim kurabildiği iki kişiyi görüyoruz. birincisi john goodman'ın muazzam canlandırdığı ve filmin mizahına katkı sağlayan ortağı larry, ikincisi de babası hastanede yatan mary. larry ve diğer ambülans şoförleri frank kadar duyarlı değiller aslında yada etrafında gördükleriyle dalga geçerek hayatta kalmaya çalışıyorlar. çünkü gördükleri şeyleri mizah malzemesine çeviremezlerse eğer, sonları frank gibi hayaletlerle konuşmaya dönebilir. bu yüzden yardımcı oyuncular filme gerçekten çok iyi katkı sağlıyorlar. mary ise frank'in hayatını değiştirmek istemesine sebep olarak filmdeki olaylar zincirini başlatan kişi oluyor. frank'in bu yolculuğunda ona bilinçli olarak yol göstermese de anlattığı şeylerle ve beraber yaşadıklarıyla karakterimizin filmin sonunda attığı adıma sebep oluyor diyebiliriz.

bu film için ayrıca şunu söylemek istiyorum. genel olarak insanların çok sevmediği bir film oldu bu. evet bir goodfellas kadar çarpıcı değil ya da bir taxi driver gibi bambaşka bir psikolojiyi incelemiyor ancak yine de filmi iyi bir kara mizah örneği olarak değerlendirebiliriz. izleyici genelde kara mizahı sevmez ama bunu kabul etmek gerekiyor. çünkü kendi evinin balkonundan atlamaya çalışıp demir parmaklıkların üstüne düşen bir insanın anlattığı şeyleri komik bulmak, o kan revan ortamında bir nebze zordur. yine de dediğim gibi filmi sadece bir dram olarak değerlendirmezseniz, aslında başarılı bir film olduğunu göreceksiniz.

gangs of new york (2002)

bu iki filmden sonra scorsese tekrar büyük suç filmlerine geri dönüyor. leonardo dicaprio'nun amsterdam karakterini canlandırdığı ve scorsese'yle çalıştıkları ilk film olan gangs of new york, age of innocence ile aşağı yukarı aynı dönemde geçiyor ancak scorsese bu filmde zengin tabakayı bırakıp anlatmayı sevdiği insanlara yöneliyor. kim bu insanlar? tabi ki italyanlar, irlandalılar ve suçlular. filmin konusu ise şöyle ırkçı bir çetenin liderini canlandıran daniel day-lewis ve göçmenlerden oluşan çetenin lideri ve amsterdam'ın babasını canlandıran liam neeson, çete kavgası adı altından küçük çaplı bir savaşa giriyor ve liam neeson öldürülüyor. bunun ardından amsterdam daniel day-lewis'in canlandırdığı bill -the butcher-'dan intikam almaya çalışıyor.

bu kişisel konu işlenirken arka planda new york'un ve amerika'nın nasıl kurulduğuna şahitlik ediyoruz. birebir görmesek de iç savaşın izdüşümleri filmde sürekli gösteriliyor. the butcher da (bkz: goodfellas)'ta yada casino'da gördüğümüz ağabeylerin ilk örneği diyebiliriz. suça çoğu zaman bulaşmıyor o sadece ara bulucu ve düzenleyici. suçlular kendisine haraçlarını verdiği sürece kimseyle bir problemi yok. tabi göçmen değilseniz. amsterdam suçluların kralından intikam almak için onun çetesine katılıyor, biz de böylece o dönemde küçük suçlular neler yapıyormuş görebiliyoruz. örneğin daha sonraki filmlerde kaçakçılık ve uyuşturucu üzerinde durulurken gangs of new york'da yan kesicilik ve boks bahisleri ön plana çıkıyor.

film her ne kadar dağınık bir konuya sahip bu film iki özelliğiyle öne çıkar. birincisi bu film scorsese'nin new york sevgisinin ne boyutlarda olduğunu görmemizi sağlıyor. scorsese new york'u şehrin kuruluşundan günümüze kadar bütün dönemlerde incelemiş oluyor. ikincisi ise uzun yıllar sürecek leonardo dicaprio-martin scorsese döneminin başladığı film oluyor.


the aviator (2004)

gangs of new york'tan sonra scorsese'nin leo'ya başrolü verdiği ikinci film yine hırslı bir adamın epik hikayesinin anlatıldığı the aviator oluyor. bu filmde leonardo dicaprio yönetmen ve uçak meraklısı howard hughes'u canlandırıyor. hughes aileden zengin ve hep en iyisini, en büyüğünü, en görkemlisini yapmak konusunda takıntılı bir adam. takıntılı derken basit bir huydan bahsetmiyorum. filmde çoğu kez üzerinde durulduğu üzere hughes obsesiflik derdinden muzdarip.

hughes hep en iyisini ve en görkemlisini istediği için tabi ki döneminde çok fazla dikkat çekiyor. kendisine dostlar ve düşmanlar ediniyor. hayatı da buna paralel olarak zirveler ve diplerde geziyor. hughes diğer scorsese karakterleri gibi işi şiddete vardırmıyor, ancak inatçılık konusunda onlardan aşağı kalır bir yanı da yok. bu nedenle onu goodfellas'taki karakterlerden ziyade kendi döneminin steve jobs'ı olarak izlemek daha yerinde olur. özellikle hız rekoru kırdığı uçağın yapımı sırasında gösterdiği titizlik ve en ince ayrıntıya verdiği önem steve jobs'ın apple ürünlerinin tasarımı sırasında detaylara verdiği öneme benzetilebilir. işleri büyüttükten sonra girdiği uçuk fikirler, devletle ve rakipleriyle girdiği sürtüşmeler de biraz elon musk'ı andırıyor. bu nedenle hughes inovatif, günümüz ceo'sunun bir öncüsü sayılabilir.

filme geri dönersek, kostümler ve setler yine muazzam. ayrıca cate blanchett da göz dolduruyor. film döneme çok güzel bir bakış atıyor ve hayatı bu kadar inişli çıkışlı olan bir insanın psikolojisi de çok iyi anlatılıyor. filmle ilgili tek şikayetim ise biraz fazla uzun olması. normalde scorsese filmleri için uzunluk pek bir kıstas olarak görülemez. özellikle böyle bir biyografik filmin üç saate yaklaşması da normal karşılanabilir. ancak problem şu ki ana karakterin hayatı o kadar çalkantılı ki bu hikayeye üç saat maruz kaldığınızda ister istemez siz de yoruluyorsunuz. o yüzden bu filme biraz kitap gözüyle bakıp sakin kafa ile izlemeye çalışırsanız belki de sizi, beni yorduğu kadar yormayabilir.

the departed (2006)

yorucu bir filmin ardından diğer yorucu başka bir yapım olan the departed geliyor. leonardo dicaprio ve matt damon'ın başrollerinde olduğu filmde, leo mafyanın içine sızmış bir polisi, matt damon da polisin içine sızmış mafyayı canlandırıyor. polis teşkilatı içlerine sızan birinden haberdar oluyor, aynı şekilde mafya da içlerine sızan bir muhbir olduğunu öğreniyor. bundan sonra iki tarafın da birbirini açığa çıkarmaya çalışmasını izliyoruz. filmin yoran kısmı ise iki hikayeyi de paralel izliyor oluşumuz. eğer önceliği iki karakterden birine verseydik ve diğer ana karakteri birazcık daha geri plana atsaydık, takip etmesi daha kolay bir film olabilirmiş. bu haliyle kim kimin peşinde, kim neyi kovalıyor takip etmeye çalışırken canımız çıkıyor. yazıya başlarken scorsese'nin kaos sevdiğinden bahsetmiştim. ancak bu filmdeki kaos kontrollü ve bilerek isteyerek oluşturulan bir kaos değil. daha çok izleyicinin kontrolü kaybetmesine yol açan bir kaos. örneğin tam iki karakterin birbiriyle yarışmasına alışmışken bir kız arkadaş durumu çıkıyor, tam bu durumu çözdük derken başka muhbirler ortaya çıkıyor falan. sürekli yeni çıkan işleri takip etmeye çalışırken filmden aldığınız seyir zevki düşüyor.

böyle anlatınca filmi beğenmemişim gibi oldu ancak aslında beğendiğim bir filmdir. scorsese sinemasında da yıllardır vermedikleri oscar'ı almasını sağladığı için de önemlidir. ayrıca scorsese hikayelerinde polis bakış açısına hiç yer verilmez, polisler sadece rüşvet alıp ortadan kaybolan insanlar olarak gösterilir, hatta kanun uygulayıcılardan nefret eder karakterlerimiz. burada ise ana karakterimiz bir polis ve kötü adamları adalete teslim etmek için çok büyük fedakarlıklar yapan bir karakter. bu yüzden scorsese ilk defa kanundan ve düzenden yana görünüyor.

filmin diğer önemli bir unsuru ise jack nicholson oluyor. nicholson bu filmde diğer filmlerdeki ağabeylere yakın bir rol üstleniyor. matt damon'ın karakterini yanına alan yetiştiren ve polisin içine sokan kişi kendisi. ancak garip bir şekilde kendisinin de fbi'a muhbirlik yaptığı ortaya çıkıyor. bu noktada işte filmin akışı biraz kontrolden çıkıyor. peki bu tekinsiz ortam filmin istediği tedirginlik ortamını vermiş mi? vermiş. ancak konu fazlalığı izleyiciyi biraz yormuş gibi görünüyor. yine de arkadan iç çevirmesi bol, kaliteli oyuncuların yer aldığı bir film olarak dikkate değer. ayrıca scorsese'ye oscarı nihayet getiren film. e daha ne yapsın?

shutter island (2010)

the departed'tan sonra scorsese yine kafa karıştıran ancak bunun kontrolünü kaybetmeyen, seyirciyi istediği gibi yönlendiren, şüpheye düşüren, tedirgin eden shutter island filmiyle karşımıza çıkıyor. leonardo dicaprio'nun başrolü oynadığı filmde iki fbi ajanı, akli dengesi yerinde olmayan ve tehlikeli suçluların kapatıldığı bir adaya, kaybolan bir suçluyu bulmak üzere gönderiliyorlar. adanın güvenliği sadece görevlilerden yada duvarlardan oluşmuyor. doğa da bu adadan kaçmayı neredeyse imkansız hale getiriyor. ajanlar olayı araştırmaya başladığında adadaki birçok garipliği de fark etmeye başlıyoruz.

filmin yönetmen açısından en önemli noktası cape fear'dan sonraki tek korku filmi olması. aradan geçen bunca senede korku sineması, ana öğe olarak psikopat karakterlerden, insanın kendi psikozlarının esiri olmasına evirildi. scorsese de bu değişimi yakalamış gibi görünüyor. film uzun yıllar psikolojik gerilim filmi yapmış ve bu alanda uzmanlaşmış, trendleri takip eden ve yeri geldiğinde kendi trendini belirleyen bir yönetmenin elinden çıkmışçasına türe hakim görünüyor.

film scorsese sinemasından pek bir özellik taşımasa da başarılı bir film. bu da scorsese'nin aslında kendi alanının dışına çıktığında da muazzam işler yapabildiğinin bir kanıtı olarak görülebilir. mark ruffalo ve leo'nun oyunculukları da takdire şayan. her ne kadar suç dünyası, new york'un arka sokakları gibi konuları ele almasa da shutter island scorsese filmleri arasında yer edinmiş ve tekrar tekrar izlenebilecek bir yapım.

hugo (2011)

shutter island gibi kendi türünün dışında olan bir filmden sonra scorsese biraz emeklilik habercisi olabilecek bir film ile devam ediyor. emeklilik habercisi derken film kötü, bu nedenle artık emekli olsun demeye çalışmıyorum. burada daha çok konu seçimi etkili oluyor. hugo adlı filmin konusu ise şöyle; mekanikçi babası öldükten sonra bir tren istasyonuna yerleşip saatlerin bakımını yapmaya başlayan hugo aynı zamanda babasından kalan küçük bir robotu da tamir etmeye çalışır. bu sırada kendi yaşıtı bir kızla tanışır, robotun çalışması için gerekli olan anahtar bu kızdadır. yeni arkadaşıyla beraber bu robotun nereden geldiğini anlamaya çalışırken, yaptıkları araştırma bir sırrı ortaya çıkarır ve film bu noktadan sonra sinema tarihinde çok önemli bir isim olan george melies'in hayatına ve çalışmalarına bir saygı duruşuna evirilir.

emeklilik habercisi gibi dememin sebebi ise scorsese'nin bu filmde daha naif bir çizgi izliyor oluşu. özellikle sinema sanatını ne kadar sevdiğini, melies'in filmlerine ve sinema tarihine adadığı her sahnede görebiliyoruz. peki bu kötü bir şey mi? tabi ki değil. naif bir havada sinemanın çok önemli bir ismi tanıtılmış oluyor. daha önceden george melies'i biliyorsanız da scorsese'nin hayatını adadığı sinemaya bakışını görmüş oluyorsunuz. ki bunu çoğu yönetmende ancak röportajlarda duyabilirsiniz. bu kadar samimiyetle derdini anlatmayı çok az yönetmen tercih etmiştir. ayrıca başrol seçimlerinden dolayı küçük çocuklara sinema sanatını sevdirmek için de tercih edilebilecek bir filmdir. hugo'nun ve isabel'in, melies'in filmlerini takip ederken yaşadıkları heyecanı eminim scorsese de sinemayı ilk keşfettiğinde yaşadı. yoksa bu kadar keyifle ve istekle anlatmasının başka bir açıklaması olamaz.

oyunculuklara göz atarsak öncelikle çocuk oyunculardan genel olarak hoşlanmayan biri olsam da bu filmdeki oyunculukları başarılı bulduğumu itiraf etmeliyim. özellikle bu kadar küçük yaşta scorsese ile çalışmak eminim iki oyuncu için de çok faydalı olmuştur. ayrıca dışı sert görünen ama içinde kendi çekingenliklerini yaşayan çok yönlü karakteriyle sacha baron cohen de göz dolduruyor. kendisini elbette scorsese'yle birlikte başka bir filmde de görmek isteriz. ben kingsley ise eminim george melies rolü kendisine teklif edildiğinde çok gururlanmıştır. çıkardığı iş de aynı şekilde takdire değer.

diğer filmlere geçmeden önce şunu söylemek istiyorum bu film hakkında. çoğu yerde scorsese'nin başarısız filmleri arasında yer alır hugo. gerek çocuk oyuncuların yer alması, gerek naifliği ile. bir yere kadar kabul, scorsese sinemasından uzak, ne şiddet var, ne new york var, ne de suç dünyası var ancak filmi tek başına değerlendirirseniz, kendi derdini olabilecek en naif havada anlatan bir ustanın kendi ustalarına ve öncüllerine saygı duruşu niteliğinde çektiği çok öznel de olan bir film görürsünüz. bu nedenle ben filmi başarısız bulmadığımı söylemeliyim. siz hala suç, yükseliş-düşüş hikayeleri ve birbirinden hırslı adamlar görmek isterseniz hugo'dan bir sonraki filme göz atabilirsiniz.

the wolf of wallstreet  (2013)

hugo'dan sonra scorsese köklere geri dönüş tarzında bir film yapmış. the wolf of wallstreet scorsese'nin kariyerinin bir özeti gibi. yazının başında belirttiğim ne kadar tema varsa hepsini tek tek bu filmde görebilirsiniz. hırslı adamlar var, suç ve dolandırıcılık var, hızla yükselen ve yaptığı hatalar nedeniyle dibi boylayan bir ana karakter var, nevrotik kadınlar var, uyuşturucu kullanımı var, otoriteyle yaşanan problemler var, kaos gibi ortamlar var. yani scorsese açısından bakıldığında yok yok diyebiliriz.

filmin başında ana karakterimiz kariyerine hırslı ama bilgisiz bir borsa broker'ı olarak başlıyor. daha sonra işi bilen ağabeyleri tarafından -ki burada matthew mcconaughey'in kısa ama etkileyici performansını görüyoruz- himaye altına alınıp sistemi nasıl kendi faydasına işleteceğini öğretiliyor. daha sonra leonardo dicaprio'nun canlandırdığı john belfort sistemin yasa dışı yollardan kendisine fayda sağlayacak bir açığını fark ediyor ve işler bundan sonra çığırından çıkıyor.

bu filmi casino yada goodfellas'ın ardılı olarak görebiliriz. filmleri tekrar incelerseniz goodfellas'taki henry hill ile john belfort'un aşağı yukarı aynı yapıya sahip olduğunu görürsünüz. casino'daki sharon stone ile bu filmdeki margot robbie'de yine birbirine benzer çizgide karakterler. belfort'un yatta fbi ajanlarıyla buluştuğu sahnedeki meydan okuma hissi yine casino'daki televizyon şovu sahnesiyle aynı duyguyu paylaşıyor diyebiliriz.

peki bu duygudaşlık durumu kendini tekrar etmek olarak değerlendirilmeli midir? bu durumu bu şekilde görüp kestirip atanlar var ancak ben bu görüşte değilim. bir yönetmenin elinde yıllardır işlediği, anlatım yollarını mükemmelleştirdiği, adeta kanlı canlı insanlar haline getirdiği karakterleri varsa, onları kullanmasında ne sakınca olabilir ki? filmleri tematik olarak kardeş olarak görsek de yine de kendi içlerinde değerlendirmek en sağlıklısıdır. bu nedenle filmler bambaşka hikayeleri olan benzer insanların hikayeleri olarak değerlendirilebilir. ayrıca casino, goodfellas ve the wolf of wallstreet arasında benzerlikler olsa da çok büyük farklar da vardır.


nedir bu farklar?

öncelikle bu filmde joe pesci benzeri bir karakter yok. bu nedenle ana karakterimiz işini bilen ana karakter ile kendi sonunu hazırlayan işleri krize sokmaya müsait yardımcı karakterin bir sentezi olarak karşımıza çıkıyor. krizlerden birini çok iyi yönetirken çok basit işlerde bocaladığını görmemizin asıl sebebi de bu. bu sentez ana karakterimizi sürekli iki aşırı uca attığı için hikaye daha çalkantılı bir hale geliyor. örneğin aldığı uyuşturucu maddeler ile nasıl başa çıktığını çok keskin bir şekilde anlatan ve aşırı kontrollü karakterimiz, çok istediği bir ilaca ulaştığında yerlerde sürünecek konuma düşebiliyor. bu iki uçta gidip gelmek de scorsese sinemasına yeni bir soluk getiriyor.

diğer bir farklılık ise bu filmde sert bir suç ortamı yok. filmde ne patlayan silahlar görüyoruz, ne bir temiz dövülen insanlar. evet suç var, çapı da çok büyük ancak işler daha çok toplantı odalarında ve kağıt üstünde hallediliyor. bunun da nedeni işi yürüten kişilerin artık geniş italyan ailelerinden oluşmaması. bu filmde de bir aile durumu görüyoruz ancak ana karakterimizin ailesine dahil ettiği kişiler sadece yeteneklerine inandığı insanlar. onlarla gerçek bir kan bağı yok. kimse kimsenin kuzeni değil yada kimse bir problem çıktığında amcasının köşe başındaki restoranına koşmuyor.

filme son bir toparlamak adına göz atarsak görebiliriz ki oyunculuklar ve hızlı kurgu gerçekten ön plana çıkmış durumda ancak casino'nun ağır karizmatik havasından yoksun olduğunu da kabul etmek gerekiyor. bunun da nedeni leo'nun üstünde olacak ağır italyan ağabeylerin bulunmaması. belki de scorsese bu detayları eski filmlerine çok fazla yaslanmamak için tercih etmiş olabilir. ancak bu detaylar da eklenseydi filmin havasının çok farklı olacağını da düşünmeden edemiyoruz.

silence (2016)

scorsese'nin yayınlanmış son filmi ise silence. şimdiye kadar gördüğümüz üzere scorsese az kullandığı temalara geçtiğinde genelde oyuncularını da değiştirmeyi tercih ediyor. bu filmde de aynısını yapmış ve başrol olarak andrew garfield ile adam driver'ı seçmiş. filmimiz kundun ve the last temptation of christ filmleri gibi inanç meseleleri üzerine kurulu. filmin konusu ise şöyle; ana karakterlerimizin akıl hocası olan rahip misyonerlik görevi için portekiz'den japonya'ya gönderilmiştir ancak kendisinden hıristiyanlığı terk ettiğine dair bir mektup gelir. japon yönetiminin misyonerlere ve yerli hıristiyanlara kötü davrandığı bilindiği için liam neeson'ın karakterinin tehlikede olduğunu düşünen ana karakterlerimiz akıl hocalarını bulmak için gizlice japonya'ya giderler.

filmin bundan sonraki kısımlarında iki rahibin dini inançlarının kendi içlerinde sorgulayışlarını, hıristiyan japonların dinlerini yaşamak için çektikleri sıkıntıları ve iman problemlerini, dini nasıl yanlış anladıklarını görüyoruz. özellikle andrew garfield'ın canlandırdığı ana karakter filmin yarısından itibaren bütün ağırlığı üzerine alıyor ve aynı zamanda dini inancını ve tanrının varlığını da sorgulamaya başlıyor. japon hıristiyanların çektiği acılara karşılık herhangi bir işaret görememesi onu şüpheye düşürüyor.

burada sürekli dini reddedip tekrar tövbe eden kichijiro'dan da bahsetmek gerekiyor. kichijiro'nun ailesi hıristiyan oldukları için öldürülmüş, kichijiro ise hıristiyan olmadığını söyleyerek kurtulmuş ancak kichijiro aslında hıristiyan. bu nedenle büyük bir vicdan azabı çekiyor ve belki de ana karakterlerden daha çok git-gel yaşıyor. hatta öyle ki filmin bir noktasından sonra kichijiro'yu gördüğünüzde "yine günah çıkarmaya geliyor." diyorsunuz. ancak kichijiro'nun psikolojisi ve yaşadığı bunalımlar gayet güzel anlatılmış. bunu da not olarak düşelim.


şimdi filmi hakkında yazmayı bitirirken şunu söylemek istiyorum. film izleyici kitlesi tarafından misyonerlik ve misyonerlerin yöntemleriyle ilgili bir çok tartışmanın odağına konuldu. haksız da sayılmazlar, çünkü film finalinde asimile edilen iki rahibin aslında içten içe hıristiyan kaldıkları mesajını veriyor. benim misyonerlerle ve bu durumu yaşayan gerçek insanlarla bir alıp veremediğim yok. ancak verdiği mesajı scorsese'nin inanç üzerine yaptığı işler açısından değerlendirirsek, filmin genel kalitesini düşürdüğünü de itiraf etmemiz gerekiyor. örneğin the last temptation of christ filminde willem dafoe'nun çarmıha gitmeye ne kadar hazır olduğuna bakarsanız aradaki uçurumu daha net görebilirsiniz.

şu an için scorsese sineması hakkında yazacaklarım bu kadar. gördüğünüz üzere scorsese kendi tarzını çok iyi işleyen bir yönetmen. sadece bu da değil. kendi tarzı dışındaki konuları işlemekte de başarılı. scorsese sineması denilince aklınıza gelebilecek çatı ögeler, yönetmen tarafından hikayenin uygunluğuna göre kullanılıyor. bu nedenle scorsese kendine has tarzıyla diğer yönetmenlerden ayrışıyor. suç filmlerini sevmiyor olabilirsiniz, travis yada raging bull'daki boksör karakteri size çok uzak geliyor hatta sizi irite ediyor bile olabilir. ancak bu durum scorsese'nin sinema sanatına hayran, büyük bir usta olduğu gerçeğini görmezden gelmenize sebep olmamalı. 


final

scorsese'nin benzer temaları işlediğini de görmüş olduk böylece, ancak özellikle the wolf of wallstreet kısmında bunun neden kendini tekrar etmek sayılamayacağını anlatabildiğime inanıyorum. scorsese aynı tarz filmler yapıyor, doğru. ancak aynı tarza sürekli yeni bir bakış getiriyor. sürekli yeni şeyler deniyor. hatta oyuncusuna denetiyor ve o anki oyun hoşuna gittiyse doğaçlama sahneyi kullanıyor. bu nedenle bu benzerlikleri kendini tekrar ediyor sığlığından uzaklaşıp scorsese'nin alamet-i farikası olarak görmek daha mantıklı diye düşünüyorum.

bonus: martin scorsese nasıl telaffuz ediliyor?

bırakalım buna scorsese'nin kendisi cevap versin:


Hayao Miyazaki, Neden Kubrick ve Bergman Gibi Yönetmenlerle Aynı Klasmanda Olabilecek Kadar İyi?

İranlı Yönetmen Asgar Ferhadî, Neden Türk Sinemacıların Örnek Alması Gereken Bir İsim?

Fransız Yönetmen François Truffaut'nun Başarısının Sırrı Sayılabilecek Hayat Hikayesi