Emo Kültürünü Özetleyen My Chemical Romance Albümü: Three Cheers for Sweet Revenge

ABD'li grup My Chemical Romance'in 8 Haziran 2004 tarihli, ikinci stüdyo albümü hem emo kültürünün müzikal bir özetini isteyenler hem de o yıllara tekrar gitmek isteyenler için ideal bir uzunçalar.


siyah gömleklerimizin üstüne kırmızı kravatlarımızı takalım çünkü 2004'e gidiyoruz

ana akım rock müzik dünyasında artık nu metal'in ve punk rock'ın son demlerindeyiz. bu akımların yerini ise iki farklı tarz doldurmaya başlıyor. bunların birisi indie rock. franz ferdinand ve the killers gibi gruplar nu metal'in öfkesinden ve sertliğinden, punk rock'ın haşarılığından daha uzak bir şekilde, sevimli, yarı-amatör, doğal çocuklar şeklinde, hem söz hem müzik anlamında eğlenceli, dans müziği bile denebilecek eserler çıkarıyorlardı. ama gençliğin asi, sert ve vurdum duymaz bir damara da ihtiyaç vardı. bunu da emo dediğimiz dalga karşıladı.

emo, ben kendimi bildim bileli bir aşağılama sıfatı olarak kullanılmıştı. buna rağmen türkiye'de bile kendine oldukça sağlam bir kitle bulan bir kültürdü bu. müzik bir kenara emo dediğimizde bir yaşam tarzından bahsediyoruz. zamanın kadıköy rexx'ine ışınlanalım. yer çekimine denilen, düz ama dağınık siyah saçlar, siyah göz kalemleri, boyunluk ve bileklikler, yırtık converse ayakkabılar, üstlerde tim burton rozetlerinden mütevellit birbirine benzeyen kız ve erkek gruplar. hobi olarak sokaklarda kalabalık gruplar halinde buluşup içmece, zaman öldürmece. zaman zaman skateboard ile spor aktiviteleri yapma. sosyal medyanın yavaş yavaş oluşması ile myspace'de açılan profiller ve asi alıntılarla dolu ana sayfalar. müzik olarak da my chemical romance.


my chemical romance, aslında tarihine baktığımızda neredeyse kurulduktan sonra apar topar ünlü olmuş gibi

ikiz kulelerin yıkılmasından sonra hissettiklerini ancak müzikle anlatabileceğini anlayan gerard way, bir yıl içinde bir grup kurup, şarkılar yazmaya başlamıştı. 2002'de çıkardıkları i brought you my bullets, you brought me your love ile kemik bir kitleye ulaştıktan sonra brutal vokalleri ve gitarın sertliğini azaltıp, daha punk, daha manik şarkılar yazmaya başladılar. three cheers for sweet revenge de kısa, enerjik, vurucu şarkılarla dolu bir albüm. müzikal olarak sanki green day, queen, the smiths, iron maiden'ı bir kazana atıp karıştırmış gibi. söz olarak da quentin tarantino ve elbette tim burton filmlerinin bir karışımı. grubun hayranları albümün bir konsept albümü olduğunu iddia ediyorlar. ben sözlere dikkat ettim, yorumları okudum ama bahsi geçen öyküyü bir türlü albümde göremedim. rivayet o ki ölen kız arkadaşını geri getirmek için şeytanla anlaşma yapan kahramanımız 1000 kişiyi öldürmek zorundadır ancak 999 kişiyi öldürdükten sonra son öldürmesi gereken kişinin kendisi olduğunu görür. konu karizmatik dursa da albümün sözlerine, şarkı sıralamasına baktığımızda böyle bir hikaye çıkarmak oldukça güç. buna rağmen ölüm, silah, kaçış, takip, mezarlık gibi bir çok imge albüm boyunca karşımıza çıkıyor.

albümü sırtlayan başlıca şey gerard way adlı arkadaşın vokali. oldukça tiyatral ve yerinde durmayan bir performansı var. vokal performansı bir an çok hızlı giderken, bir an yavaşlayıp ya da daha kesik kesik olabiliyor. delilik ve hüzün duygularını çok iyi verebilen bir sesi var. ray toro'nun neredeyse zaman zaman ana vokal kadar belirgin geri vokalleri de grubu vokal olarak bence çok başarılı kılıyor. toro'nun vokal kadar enerjik (ve zaman zaman oldukça melodik) ve sololardan kaçınmayan gitar performansı çok iyi. diğer grup elemanları görevlerini yapsalar da benim için albümde o kadar öne çıktıklarını söyleyemem.

1. helena (so long and goodbye)

albüm, bence en iyi şarkısı olan `helena (so long and goodbye)` ile açılıyor. "emo müzik nedir?" diyenler için dinletilebilecek en iyi şarkı. oldukça enerjik ve hatta bir miktar eğlenceli müziğin üstüne, hem kıpır kıpırlığı hem de kalp kırıklığını bulunduran bir vokal dinliyoruz. sözleri ölüm ve onun getirdiği ayrılık acısı ile alakalı. bu acının kahramanımızın üstünde yarattığı üzüntü hem nakarattaki sözlerde, hem nakaratta bir tık yavaşlayan müzikte, hem de gerard way'in vokal performansında öne çıkıyor. özelikle "what's the worst that i can say? things are better if i stay" kısmı bence müzikal olarak çok tatmin edici. şarkının etkisi, klibi ile birlikte iki katına çıkıyor diyebilirim. aslında şarkı gerard ve bas gitarist mikey way kardeşlerin babaannesinin ölümü hakkında yazılmış. bu yazıyı yazmadan önce youtube'da izlediğim ilk mcr konserlerinden birinin başında gerard, "annem ve babaannem de burada" diyordu. belli ki babaanneleri onlara hep zaman kol kanat germiş bir hanımefendi. grubun popülaritesine de bu şarkıya ilham vererek dolaylı yoldan bir katkısı olmuş.

2. give 'em hell, kid

acayip güzel bir şarkı. zaten oldukça kısa süren şarkıyı inanılmaz bir enerji ile doldurmuşlar. distortion ile beslenmiş sesi ile "took a train outta new orleans and they shot me full of ephedrine" diyerek şarkıya giren gerard way, dinleyiciyi hemen kavrıyor ve şarkı sonuna dek bırakmıyor. tam olarak betimlemek gerekirse helena, bir filmin hemen başında gösterilen bir sahne gibiyken, give 'em hell kid filmin açılış jeneriği gibi. sözlere bakıldığında ana kahramanın oldukça tehlikeli ve limitsiz bir adam olduğunu görüyorken, yine nakaratta ilk şarkıya benzer bir ayrı kalma ve aşk acısı hissiyatı var. "we are young and we don't care, your dreams and your hopeless hair" gibi hafif ergenimsi sözler ise bizi, birkaç genç emo çocuk dinlediğimiz gerçeği ile yüzleştiriyor.

3. to the end

diyorlar ki albümün üçüncü şarkısı to the end, william faulkner'in gotik öyküsü a rose for emily'den etkilenmiş. mcr, bu öyküdeki bazı temaları alıp, kendi hikayesini yazmış. helena'nın cenaze merasimi tarzına ters olarak burada da bir evlilik töreni teması var. albümün kahramanı bir evlilik törenini basıp katılanları öldürmüş, bu sırada da kendi sevgisini sorguluyor gibi geliyor bana. dinlemesi güzel bir şarkı. nakaratı da akılda kalıyor. ama benim için akılda kalmasının asıl sebebi öyküsünün ve sözlerinin ilgi çekici olması. onun dışında müzikal olarak en güçlü bulduğum şarkılardan değil.

4. you know what they do to guys like us in prison

albümün en aykırı şarkılarından biri (ve belki de bu müzik türünün alamet-i farikalarından olan upuzun şarkı isimleri koyma geleneğinin ilk örneklerinden) you know what they do to guys like us in prison. bir restoranda çatışmaya giren adamın yakalandıktan sonra konulduğu cezaevinde aklını kaybederken bir yandan da diğer suçlular tarafından cinsel bir meta olarak kullanılması gibi bir konu hakkında yazmak kimin aklına gelir? hele bu cinsel tacizi anlatmak için "bana kadın kıyafetleri içinde şınav çektirdiler" cümlesi sonrası koydukları (ve şarkının sonunda da bulunan) bir gülüş ile bütün şarkının içindeki anormalliği anlatmayı başarabilmeleri takdire şayan. müzikal anlamda da hız ve ritmi gidip gelen bir beste yapmaları şarkıdaki manyaklığa çok uymakta. gerard way'in vokali ise oldukça tiyatral. özellikle "nobody cares if you're losing yourself, am i losing myself? well, i miss my mom! will they give me the chair?" kısımlarında akli dengesindeki gidip gelmeleri çok iyi yansıtmış. the used vokalisti bert mccracken'in geri vokalini de bu noktada övmek lazım. ray toro'nun gitar solosu da oldukça sağlam.

5. i am not okay (i promise)

albümün çıkış şarkısı `i am not okay (i promise)`kanımca albümün çok güçlü şarkılarından biri değil. bana biraz fazla sıradan geliyor açıkcası. sanki özellikle radyoda çalınsın diye ölçüp biçilmiş. grubun istese neler yapabileceğini çok fazla yansıtmıyor. dinlemesi zevkli olsa da ilk dinlediğimde mcr'ı herhangi genç bir rock grubu sanmıştım (ta ki helena'yı dinleyene kadar). sadece müzik değil, sözleri de zayıf. konusu 13 yaşında çocukların hayran olacağı bir gençlik dizisi gibi: hep yanlış yapan, şaka gibi bir kızın, aptalca dertleri ile emo arkadaşının kafasını şişirmesi. gel gelelim şarkının solosunu çok seviyorum. sanki 1970'lerden bir amerikan arena rock grubundan bir şarkı gibi. bu da bir kez daha bu grubun ne kadar farklı müzikal kaynaklardan beslendiğinin bir diğer göstergesi.

6. the ghost of you

albümün en ortalama şarkılarından birinden sonra mcr'nin belki de en olgun ve en iyi şarkısı the ghost of you'yu dinliyoruz. söz olarak belki grup yine kendini tekrar ediyor ve ölümün ayırdığı iki sevgiliyi anlatıyor ama diğer şarkılara göre duygulara hitap etmeyi çok daha iyi beceren bir şarkı bu. gerard way yine şarkıdaki acıyı muazzam bir şekilde vokaline yedirebilmiş. sound olarak daha emo / punk bir düzenleme yerine daha alternatif / hard rock bir düzenleme tercih etmişler. şarkının sonuna cümlenin tamamlanmadan ani bir şekilde bitmesi ölüm konusuna cuk oturmuş. elbette bu şarkıdan bahis açılınca muazzam klibini anmadan olmaz. the ghost of you'daki ayrılık acısını, savaşın yarattığı ayrılığa bağlamaları şarkıyı daha ciddi ve oturaklı kılıyorkan, şarkının klibinin de neredeyse bir film kalitesinde olduğunu söylemek lazım. grubun her zaman gurur duyabileceği bir eser.

7. the jetset life is gonna kill you

albümün en akılda kalıcı şarkılarından biri the jetset life is gonna kill you. bir önceki şarkı gibi albümün genel emo havasından biraz daha uzak kalıp, grubun ilk albümündeki daha rock/metal şarkılardan birisi gibi. genel olarak hüzünlü bir hava var. bir kız - erkek konusu gibi gözükse de kızın aslında uyuşturucuyu temsil ettiği "poked the holes", "bought the last line" gibi betimlemelerde oldukça bariz. kahramanımız bunun onu ölüme götüreceğinin farkında ve her şeyi artık salmış. yine de "holding on, i hope you do the same" sözleri ile bir umut ışığının olduğunu da söylemek gerekiyor. şarkının en sevdiğim kısmı gerard way'in aksanlı ispanyolcasıyla söylediği "hotel bella muerte" mısrası. grubun daha sert tarafını sevenler için kaçırılmaması gereken bir şarkı.

8. interlude

iki sert şarkı sonrası bir demo gibi kulağa gelen interlude ile kısa bir mola veriyoruz. sanki vokalde thom yorke'u dinliyoruz bu şarkıda. bir nevi ilahi diyebiliriz. bunlar dışında pek fazla diyecek bir şey yok. derin bir nefes aldıktan sonra albüme tüm hızımızla devam ediyoruz.

9. thank you for the venom

thank you for the venom, ray toro'nun olduka melodik bir heavy metal bir rifi ile açılıyor. herhalde bu albümden önce beraber turneye çıktıkları avenged sevenfold'dan biraz etkilenmişler. şarkının devamında ise klasik mcr sound'una geri dönseler de yine de albüm ortalamasına göre sert bir altyapısı var. matt pelissier'ın davuluna özellikle kulak vermek lazım. şarkının sert havasına katkısı çok büyük. şarkının konusuna baktığımızda da oldukça sert bir teması olduğunu görüyoruz. özellikle ikinci kıtasındaki sözlerde kahramanımızı istedikleri şekle sokmaya çalışan din adamlarına (ya da genel olarak otoriteye) karşı bir duruş sergileniyor. şarkının ironik adı da bu çabaları zehir olarak adlandırıyor. özellikle "sıkıysa bana saldırın" mesajını nakaratta vurgulayarak şarkıyı oldukça gaz bir hale getiriyor.

10. hang'em high

hang 'em high'ın bir country/western havasında açılması sürpriz değil çünkü şarkının adı eski bir clint eastwood filminden geliyor ve albümün içindeki temalar da keza western filmleri andırıyor. hemen ardından alakasız bir biçimde cradle of filth albümlerinden fırlayan kısım şaşırtıcı ve oldukça güçlü. şarkının devamı ise albümün diğer şarkıları gibi oldukça enerjik ve gaz bir nakarata sahip. onun dışında çok fazla öne çıkan bir özelliği yok. mcr standartlarına göre biraz fazla tekrarlara sahip bir şarkı. ama enerjiyi bir saniye bile düşürmeyip, fırtına gibi bir kayıt gerçekleştirmeyi becermişler.

11. it's not a fashion statement, it's a fucking deathwish

albümün en cool şarkı isimlerinden biri. introsu da oldukça heyecan verici. ama şarkının geri kalanında aradığımı bulamıyorum. belki ilk albümün havasına daha yakın olduğundan, belki de yine albüm koyunca hep bahsedilen konulardan bir kez daha bahsettiğinden olabilir. ya da girişten sonra bütün yükü sadece vokalin üstüne yükledikleri için dinlemesi biraz yorucu geliyor olabilir. yani albümün ortalama şarkılarından. albüme adını veren "three cheers"in bu şarkıdaki "hip hip hoorey" nidasından geldiğini de belirtmek lazım.

12. cemetary drive

iki eh şarkıdan sonra gelen cemetary drive bence oldukça hoş bir eser. nispeten daha sakin ilerleyen kıtalar ilginç bir şekilde huzur verici olsa da sözlere baktığında aslında ürpertici bir konu var. yine bir tim burton filminden fırlamış gibi mezarlıkta bulunan ana kahramanımız eski günleri düşünüp içiyor, eve gidip onu intihara sürükleyebilecek müzikler dinliyor ve nakaratta da belirttiği gibi ölen sevgilisini çok özlüyor. bu nakarat kısmında gerard'ın vokali sözlere uygun olarak hüzünlü olsa da müzik olarak klasik punk sound'una çok yakın bir kullanım var. müzikal olarak "and they found you on the bathroom floor" ve benzeri kıta sonlarındaki kısımların verdiği müzikal hissiyat bence çok güzel. şarkıdaki "way down" kısımları bana ölen kızın tabutunun yavaş yavaş mezara indirildiği görüntüsü verdiği gibi psikolojik olarak çöken ana karakterin ruh halini de yansıtıyor. vermek istediği hissiyatı bence başarılıyla veren bir şarkı bu.

13. i never told you what i do for a living

aslında albüm cemetary drive ile bitebilirmiş ama i never told you what i do for a living ile bitirmeyi tercih etmişler. iki şarkı arasında paralellikler var. bu şarkıda da 'down, and down we go" diye bir kısım var. ve elbette yine ölüm, yine ayrılık. eğer bir konsept albüm ise bu "kafamızın arkasında iki el sıktılar ve hepimiz öldük" diyerek ana kahramanın da ölmesi ile bu öykü bitiyor. "another knife in my hand" diye başlayan bridge kısmı şarkının en güzel yeri. onun dışında ortalama bir eser. albümü muhteşem bir şekilde bitirecek epiklikte bir şarkı değil.

belki emo imajı yüzünden biraz küçük görülseler de mcr'nin bu albümü oldukça sağlam ve genel olarak eğlenceli

vokal ve gitar olarak kendine has bir tını yaratmayı başarmışlar. ancak bu has tını albüm boyunca biraz tekrara düşünüyor. konuların da birbirlerine çok yakın olması bu tekrarı daha da can sıkıcı hale getiriyor. grup, bu ölüm ve ayrılık temasından ayırmadı ve the black parade ile müzikal olarak daha da olgun, konsept olarak daha derli toplu bir albüm ile zirve yaptı. daha pop'a yaklaştıkları bir albüm daha yapıp dağıldı. iyi de oldu. keza donemdasları gibi taylor swift'e yancı olma ihtimalleri olabilirdi, olmadı (sana diyorum eyy panic! at the disco). gerard way, su an netflix'te bulabileceğiniz the umbrella academy'nin uyarlandığı orijinal çizgi romanı yazmış. bu albümü dinledikten sonra konusunun ne olabileceğini tahmin ediyor gibi olsam da elbette bir göz atacağım. ama o yakışıklı adam müziği bırakınca kendini çok salmış, kilo almış, gıdısı çıkmış.

Way, son olarak Umbrella Academy'nin Netflix uyarlaması ile gündeme gelmişti.

ama seni anlıyorum be gerard way. 30'u geçince metabolizma kıçına tekmeyi vuruyor, ne yaparsın. hayat bu. ama kilolarımızı, günlük hayatlarımızın acılarını, zamanın hızlıca kaçıp gitmesini unutup, o genç ve enerjik günlere dönmek, bir de güzel müzik dinlemek için bu albüm uygun albüm.

3,5/5 verdim gitti.

albümü en iyi anlatan şarkılar: helena, to the end, cemetery drive

Tarkan'ın Come Closer Albümüyle Biten Yurtdışına Açılma Planları Neden Tutmadı?

Marilyn Manson'a Başlayacakların Dinlemesi Gereken İlk Albüm: Antichrist Superstar