Hayatı Yaşayış Tarzımıza Dair Avrupa'yla Yapılan Üzücü Bir Kıyaslama

Genel olarak değerlendirdiğimizde ne bir hobimiz var ne de sanatla haşır neşir bir yönümüz. Sporla alakamız ise futbol olmaktan öteye gitmeyen bir anlayış. Durum böyle olunca bütün meselemiz hayatın tadını çıkararak yaşayabilmek değil, yaşamak için yaşamak oluyor. Avrupa'yla bu konuda kendimizi kıyaslayınca üzücü bir tablo çıkıyor.
Hayatı Yaşayış Tarzımıza Dair Avrupa'yla Yapılan Üzücü Bir Kıyaslama
iStock.com


bir avrupa kentindeyim. sanat tarihi müzesini gece açıyorlar, içerde ana holde canlı jazz söylüyor güzel bir kadın. tüm kadınların en az yarısı güzel zaten. ve eşleriyle yahut kadın kadına gelmişler müzeye, çünkü bu üç senede bir "kültür kotasını" dolduralım diye zorla yapılan bir aktivite değil, günlük yaşamın parçası. gelenler orta sınıf, bazıları bizim standardımıza göre fakir, ama herkes zarif ve rahat, kimse kimseyi suzmuyor.

[edit: türkiyeye gelince beni en çok afallatan paradoks bununla ilgiliydi: herkes herkesi iki saniye içinde bakışlarıyla yargılayabiliyor, ama kadınlar erkeklerle göz göze gelmiyorlar, ulaşılmaz olmakla başına iş almamak arasında bir amaç için]

yanımdaki kız bana anlatıyor impresyonizmle romantizm arasındaki farkları resimler üzerinden. bu konularda iyi bir temelim olmadığı için, sonradan üstüne yaptığım derme çatma binalara bol bol bakım yaptırmam lazım, yoksa çöküp gidiyorlar. her seferinde baştan yapmam gerekiyor onları, baştan öğrenmem gerekiyor monet ile manet arasındaki farkı.

kız bana bilgisini göstermek için kuru kuru anlatmıyor bunları, seviyor. "kendi ülkemden en sevdiğim realist ressam işte" diyor, "bu en popüler resmi, bu ise benim favorim". bir sanat tarihi öğrencisi filan değil, ekonomist. düşünüyorum, benim en sevdiğim türk ressam nedir? bilmiyorum. realizm akımından olanını hiç bilmiyorum. chagalli seviyorum. kötü temeller üzerine çaktığım eğri büğrü binalardan biri chagall.


birçok eserin temasının kökü antikiteye uzanıyor, sonuçta romayı bilmede siyasal tarihi ve hukuku anlamak zorsa yunanı bilmeden kültürün ancak köpüğünü tadabiliyor insan. hristiyanlığı bilmeden ikisi de zor zaten. ortak bir miras var ve herkesin içine işlemiş, sadece zenginlerin veya akademisyenlerin değil. tiyatro sadece iyi okullarda alınan bir ders değil, çünkü drama kültürün dnasında var, tiyatro değil tiyatrolar sokağı var haftaiçleri bile dolan.

[edit: bu muhabbeti bir iranlı kültürel tarih profesörü arkadaşıma yapıyorum bugün, herif diyor ki "bizde de nostalji var, mistisizm var bunlarda olmayan". tamam da, zeki müren eşliğinde rakı muhabbeti tüm bunların yerini tutar mı]

koyveriyorum kendimi, öğrenmek yerine tecrübe etmek için o resimlerde sözle anlatılamayacak duyguları. zaten güzel bir şarap var elimde, türkiyede boktan bira parasının yarısına aldığım, heykellerle dolu avlu püfür püfür esiyor. manzaraya bakıyorum; bizde manzara eşittir boğaz çünkü binalar çirkin. ben italyada anlamıştım güzel binanın ne demek olduğunu. tek bir sokakta gördüğüm güzel bina sayısı, doğduğum şehirdeki toplam güzel bina sayısından fazla. yüz tane ışıltılı dubai gökdeleninden daha güzel burdaki yıkık dökük eski binalar gözümde.


konser bir koroyla bitiyor, herkes çocukluğunda şarkı söylemiş, katılıyorlar, hem de yabancı bir dilde. müzik bilmem, enstrüman çalamam, dans edemem. yani yaparım da, temelsiz eğri büğrü binalar, anca yetiyor adapte olmaya. benim gibi iyi çevreden ve iyi eğitimle gelenlerinin dahi bu kadar güdük yetişmesini sağlayacak bir toplum yaratmak da başarı sanırım.

müzik bitti, şarap gitti, müze kapandı, muhabbet sonlandı, insanlar dağılıyor. kalabalık var ama itiş kakış yok, hareket var ama gürültü yok. trafik var ama korna sesi yok. arabaya verecek paraları olmayan insanlar, bisiklet veya tramvayla evlerine dönüyorlar. yarın iş güç var, hepsi kalkıp az çok sorunlu hayatlarına devam edecekler, öfleyecek pöfleyecekler, zar zor yetecek kadar para kazanacaklar. ve bazısı salak, bazısı yüzeysel bu insanlar akşam televizyon izlemek veya pahalı arabalarıyla caddeleri turlamak yerine güzel şarap ve biralarla, her milletten insanla, güzel erkek ve kadınlarla, güzel binaların arasında, geniş parkların içinde, eski çeşmelerin yanında, üzerlerinde eğreti durmayan, kaşıntı olmayan sanat veya gezi veya seks veya bilmem ne muhabbetleriyle hayatı yaşayacaklar.


her insan bunlar için geldi bu dünyaya. siena'da, brugge'de, salzburgda sabahları bir saat yürüyüp, bir seviye göstergesi olarak değil de içinden geldiği gibi 5. senfoniyi dinlemek için. 

ona bu kadar yakın olup da bir o kadar uzak olmak bazen canımı sıksa da, gün batımında bir saat yürüyüp kordonda, caddebostan sahilinde, güneyde zeki mürenle kafayı bulabilmek de fena değil, bangladeşli olmak da vardı bu dünyada.

***

2016 notu: güncellenmiş ve görselli hali için buraya (reklamsız)

(bu tip yazıları doğrudan emaille almak için fularsız entellik direnişine katılın. link değil içeriğin kendisini yolluyorum. blog gibi, bu emailler de reklamsız)