Her Saniyesi Varoluş, Evren ve Canlılığa Dair Metaforlarla Dolu Pink Floyd Şaheseri: Echoes

1971 tarihli Pink Floyd albümü Meddle'da bulunan bu 24 dakikalık eser, her insana farklı duygular yaşatma gibi çok az şarkıya nasip olan bir özelliğe sahip.


bu olağanüstü eser 1971 yılında çıktığında roger waters ve rick wright 28, nick mason 27 ve david gilmour 25 yaşındaydı

henüz otuzuna gelmemiş bu yetenekli ve olağanüstü yaratıcı dört insanın dünyayı ve hayatı kavrayışlarının ne kadar olgunlaştığını ve gerçeğe ne kadar iyi yaklaşabildiklerinin çok açık ve değerli bir göstergesidir echoes.

içerisinde bulunduğu meddle albümüyle birlikte pink floyd'un gelişim sürecinde de çok önemli bir yere sahip olduğunu düşünüyorum. şahsen "pink floyd" isminin zihnimde yaptığı çağrışımları, bu eşsiz grubun tarihsel gelişimi ile birlikte düşündüğümde pink floyd'un tam manasıyla "pink floyd" olduğunu ve olgunluk dönemine girdiğini müjdeleyen albüm meddle, şaheser de echoes olur benim için. her şeyden önce, grubun şarkı sözlerinde psychedelic veya garip bir soyutluğu çağrıştıran imgelerden daha hayata ve varoluşa ve insan yaşamına doğru bir değişimin olduğunu gözlemlemek mümkün. bu değişim atom heart mother'da da vardır ancak meddle ve özellikle echoes ile ciddi bir zemin bulmuştur. sırf bu tip teknik sebeplerden ötürü bile değerli bir eserdir echoes. ama bu, echoes'un bir insana hissettirebildikleri ve düşündürebildiklerinin yanında önemsiz bir detay gibidir. benim için echoes varoluşa, evrene, canlılığa ve tabii ki insana dair yapılmış anlamlı ve değerli bir sanat eseridir. kendisini yıllar önce ilk dinlediğim günden bugüne kaç kez dinlediğimi bilmiyorum ancak aynı dizeleri farklı zamanlarda farklı şekillerde yorumladığımı/anlamlandırdığımı biliyorum.

bu farklı yorumlamalar arasından en ağır basanını burada paylaşmak isterim

nihai ismini almadan önce, gelişim sürecinde sırasıyla nothing, parts 1–24 ve the son of nothing, the return of the son of nothing isimlerini alan eser, rick wright'ın piyano tuşlarına dokunuşlarıyla başlıyor; leslie'den geçen piyano dokunuşunun yarattığı atmosferik ortam nemli bir mağarada göllenmiş suya düşen su damlaları imgesini çağrıştırıyor bana. bir başka çağrışımı ise karanlık bir hiçliğin ortasında gelişmekte olan bir şeyleri, bir devinimi anımsatıyor. parçanın, gelişim sürecinde aldığı isimlerin hepsinde "nothing" kelimesinin olduğunu da göz önünde bulundurunca başlangıçta bir hiçlik temasıyla açıldığını düşünmek pek hatalı olmaz muhtemelen. fırtına öncesi sessizliğin piyano tuşlarıyla bozulup fırtınanın gelişinin haber verilmesi ve birinci dakikanın ardından usulca giren gitar ile fırtınanın ağır ağır kopması... bu bana evrenin oluşumunu, yani büyük patlamayı anımsatıyor. karanlık bir hiçliğin ortasında ilk patlama anıyla ortaya bir ışık yayılmaya başlıyor; gitarın girdiği an tam olarak bu ana tekabül ediyor zihnimde. büyük bir patlama ve ardından evren olağanüstü bir devinim ve değişim yaşıyor; milyarlarca galaksi; trilyonlar ve trilyonlarca yıldız ve sayısız gezegen oluşuyor. bunlardan biri de bizim güneşimiz ve dünyamız. korkunç sıcaklıklar, basınçlar, çarpışmalar, yıkımlar ve felaketlerin ardından dünya ortaya çıkıyor ve zamanla biraz daha uysallaşıyor bu gezegen.

overhead the albatross
hangs motionless upon the air
and deep beneath the rolling waves
in labyrinths of coral caves
the echo of a distant time
comes willowing across the sand
and everything is green and submarine.

pink floyd üyeleri, 1971

üçüncü dakika civarında david gilmour ve rick wright eşsiz vokalleriyle yukarıdaki dizeleri seslendirmeye başlarlar; çok güzel bir giriştir bu, dinleyiciyi daha ilk saniyesinde alır götürür

bu dizeler dünyada yaşamın başlangıcını anlatıyor. ilk hücre formları suyun dibinde oluşmaya başlıyor. kendinizi deniz kıyısında "başınızın üstünde havada bir albatros asılı dururken" hayal edin. siz ve albatros, ikiniz de kanlı canlı oradasınız ancak sizden milyarlarca yıl önce (distant time) denizin kıyısına "yuvarlanan o su dalgalarının altında", derinde, sizin hikayenizi başlatan bir devinim vardı. şimdi bu uzak geçmişin yankısını (the echo of a distant time) dalgalar o kumsalda size tekrar duyuruyor. aradan milyonlarca yıl geçiyor, yaşama dair her şey hala denizin dibinde ancak fotosentez yapan canlıların ortaya çıkmasıyla her yer yeşile (everything is green and submarine) dönmeye başlıyor.

and no one showed us to the land
and no one knows the where's or why's.
something stirs and something tries
starts to climb toward the light.

ardından denizin altında çok daha gelişmiş yaşam formları oluşuyor ve bazıları karaya çıkmaya meylediyor

karaya neden çıktılar bilmiyorlar (no one knows where's or why's), kimse onları karaya çağırmadı (no one showed us to the land) ama derinde bir şeyler kımıldıyor, sürekli devinim ve değişim içinde. ışıksız sualtından ışığa doğru tırmanmaya başlıyor, yaşam karaya çıkıyor. hayatın bu devinimi ve evrimi, sonunda insanı ortaya çıkarıyor; ah o birbirini yiyip bitiren insanlık...

strangers passing in the street
by chance two separate glances meet
and i am you and what i see is me.
and do i take you by the hand
and lead you through the land
and help me understand
the best i can. 

meddle albümünün kapağı

anlatıcının zihnine çığ gibi doluşan, yaşamın milyarlarca yıllık uzak geçmişinin bu izleri hepimizin temelde aynı olduğunu gösterir; hepimiz aynı hiçlikten geldik

sokakta, yanımızdan geçip giden yabancılarla (strangers passing in the street) şans eseri gözlerimiz kesiştiğinde (by chance two separate glances meet) göreceğimiz şey ikimizin de aynı olduğudur; sen osun ve o da sendir (i am you and what i see is me) karşındaki "yabancıyla" aynısın, onun elinden tutup (do i take you by the hand milyonlarca yıl önce üzerine çıktığın bu kara parçasında birlikte ilerlemelisin (lead you through the land). hayatı en iyi şekilde anlamlandırabilmek için ona yardım etmelisin (help me understand the best i can). çünkü hayat bazen, hatta çoğu zaman hepimiz için buhranlı, karanlık ve anlamsız gelebilir.

and no one calls us to move on
and no one forces down our eyes
no one speaks and no one tries
no one flies around the sun

yukarıdaki dizeler ise dünyaya yüce bir amaç için birileri tarafından gönderilmediğimizi, ne yapmamız gerektiğinin biri tarafından söylenmediğini anlatıyor gibi

no one flies around the sun dizesi bende yunan mitolojisinden helios'u çağrıştırıyor ve hiçbirimizin tanrı olmadığının anlatılmaya çalıştığını düşündürüyor. evrende önemli bir yere sahip olduğumuz yanılgısı, hayatın ortaya çıkış hikayesi ve evimizin evrenin sıradan bir yerinde yer aldığı gerçeğiyle alaşağı oluyor. carl sagan'ın dediği gibi gezegenimiz, sonsuz kozmik bir karanlığın içinde yalnız ve soluk mavi bir nokta (pale blue dot). bu sonsuz karanlığın ve bilinmezliğin ortasında, bizi bizden kurtaracak yardımın başka bir yerden geleceğine dair hiçbir işaret yok.

"overhead the albatross hangs motionless upon the air" dizesinden "no one flies around the sun" dizesine dek hayatın oluşumundan, insanın ortaya çıkışına ve insana dair bazı temel gerçeklere değinildikten sonra müzik bir süre benzer bir üslupla devam ediyor. derken yedinci dakikada bir değişim yaşanıyor, groovy denebilecek bir sounda bürünüyor parça, ki burası da ayrı bir zevklidir, fazlasıyla güzeldir; davulun, klavyenin ve gitarın kusursuz uyumuna karşı gelip hafiften bile olsa salınmamak mümkün değildir herhalde. entry'lerin birinde bir arkadaş, bu parçanın eski türk filmlerindeki bazı dans sahnelerinde kullanıldığını belirtmişti diye hatırlıyorum. bu filmlerdeki dans sahnelerini hayal edince parçanın o sahnelerde kullanılan kısmının da muhtemelen bu kısım olduğunu düşünüyorum. bu kısım medeniyet ve modern hayatın içinde sıkışmış olan insan yaşamını çağrıştırıyor; zaman zaman güzel anları deneyimlediğimiz ancak çoğunlukla nasıl geçip gittiğinin bile farkına varamadığımız hızlı ve yorucu bir yaşam...

roger waters

on birinci dakika civarında müziğin akışında başka bir değişim yaşanmaya başlar; atmosferik bir ortamda uğultular ve tiz sesler duyulmaya başlar

karanlık suyun dibi mi dersiniz, bir yeraltı mağarasındaki yankılar mı dersiniz, balina çığlığı mı dersiniz, uzay boşluğunun yabancılığı mı dersiniz; bu seslerle çeşit çeşit imgeler geliyor akla. burada sanki kurduğumuz medeniyetin içinden bir insanın krizleri anlatılıyor. hayatın anlamı/anlamsızlığı; karanlık ve soğuk evrendeki yalnızlığımız ve kaybolmuşluğumuz; acziyetimiz, iç çatışmalarımız... zaman zaman içimiz bizi doğuran evren kadar karanlık ve soğuk olabiliyor. en kötüsü de stanley kubrick'in dediği gibi evrenin bize karşı düşmanca (hostile) olmaktan ziyade kayıtsız (indifferent) olması sanırım. yaşam aklı başında ve düşünmekten korkmayan her insanı varoluşa dair bir krize sürükler diye düşünmüşümdür hep. hayata ve evrene dair bilgisi giderek artmış olan modern insan için ise bu krizler daha da kaçınılmaz hale gelir.

anlatıcımız denizin kıyısında tüm bunları düşünürken, on beşinci dakika ile birlikte yukarıdaki o tuhaf ortamdan çıkılmaya başlanır; bir şeylerin gelişmekte/tırmanmakta olduğu hissi oluşur. müziğin buradaki ilerleyişi, bende, güneşin doğuşunun sembolize edildiği hissini uyandırıyor. nitekim, on sekizinci dakikayı on-on iki saniye geçe yaşam kaynağımız güneş ufukta görülür ve gökyüzünde tırmanmaya başlar. güneş'in doğuşu ise farkındalığın gelişmesi olarak düşünülebilir.

19:10 civarında david gilmour ve rick wright tekrar eşsiz vokalleriyle aşağıdaki dizeleri seslendirmeye başlarken anlatıcı güneşle birlikte uyanır

ya da deniz kıyısında başının üstünde salınan albatrosun daha gerisinde, gökteki güneş'ten üzerine yağan milyonlarca foton (million bright ambassadors of morning) onu kendine getirir (inviting and inciting me to rise). yeri gelmişken, inviting and inciting me to rise dizesinde the beatles'ın across the universe parçasına gönderme olabilir.

cloudless every day you fall
upon my waking eyes
inviting and inciting me to rise
and through the window in the wall
come streaming in on sunlight wings
a million bright ambassadors of morning

and no one sings me lullabies
and no one makes me close my eyes
so i throw the windows wide
and call to you across the sky

yukarıdaki son dört dizede ise biz istemediğimiz sürece kimsenin bizi uyutamayacağı/kandıramayacağı (no one sings me lullabies), kimsenin gözlerimizi kapatamayacağı (no one makes me close my eyes), o halde pencerelerimizi açıp (so i throw the windows wide) gerçeğe ulaşmamız gerektiği anlatılıyor olabilir. gerçek, güneş ve onun ışığıyla sembolize edilmiş olabilir. bu dizelerin ardından, yani anlatıcının gerçeğe pencerelerini açmasının ardından, müzik bu durumu kutlarcasına bir buçuk dakika civarında coşkulu bir şekilde devam eder. ardından, 21:20 civarında başlayan, pink floyd dörtlüsünün her bir enstrümanının huzurlu sesleriyle bu şaheser son bulur.

dipnot: biraz uzun bir entry oldu; kusura bakmayın. ilk gençlik yıllarımdan beri dinlediğim (sadece echoes dinlediğim günler ve haftalar olmuştur), beni türlü türlü düşüncelere ve duygulara gark eden bu olağanüstü eser hakkında düşündüklerimi/hissetiklerimi yazmak istiyordum uzun süredir. ne mutlu bize ki bu şaheseri yaratan o olağanüstü dört insanın varlığına şahit olmuş şanslı insanlardanız.

Kendini Aşıp Hayallerinin Peşinden Koşarak Hayatını Değiştiren Genç Sporcular