İnsanlığın En Acı Taraflarını Karanlık Bir Estetikle Aktaran Belgesel: The Salt of the Earth

Brezilyalı fotoğrafçı Sebastião Salgado'nun fotoğrafları ve yaşamından kesitleri konu edinen Wim Wenders belgeseli The Salt of the Earth, izlenip üzerine düşünülmesini hak eden değerli işlerden biri.

Fragmanını önden verelim

amatör olarak fotoğraf çekmeye başladığım zamanlar, yani bundan seneler önce, sebastião salgado adını da duymuştum. sadece birkaç fotoğrafına baktığımı ve büyük bir hüzünle dolduğumu hatırlıyorum. ben, içinde insan olan fotoğraflar çekmeye meraklıydım o zamanlar ve elimde makine varken gördüğüm çocukların, kadınların, adamların gizlice fotoğraflarını çekmeye çalışırdım. neden gizlice? çünkü korkaktım, çünkü onlara yaklaşamazdım. çünkü herhangi birine fotoğrafını çekecek kadar yaklaşmak demek, onunla hiç konuşmasan bile, hayat hikayesine ortak olmak demekti benim için. sessiz bir anlaşma kurulması gerekiyordu. fotoğrafı çekmeden önceki sen ile, çektikten sonraki sen arasında, gözle görülemez de olsa, illa bir fark oluyordu. böyle böyle uzaklaştım fotoğraf çekmekten, çünkü uzaktan çekilen hiçbir fotoğraf yeterince “gerçek” olmuyordu, gerçek hikayeler anlatmıyordu. ve ben o hikayelere yaklaşamayacak kadar korkaktım. gezi direnişinden beri neredeyse elimi sürmediğim fotoğraf makinem, anlatamadığı hikayelerin hüznüyle bana bakıyor şu an.

sebastião salgado, dahil olduğu o hikayelerin ve barbarlaşarak evrimleşen insanın, ruhunda açtığı hastalığı; doğaya, ve insanın vahşetini bulaştırmadığı el değmemiş topraklara, hayvanlara, bitkilere, kabilelere, sığınarak tedavi etmeyi başarırken, siz de onun gözünden görmek ister miydiniz yaşadığı bu serüveni?

bu belgeselin sonunda, kendinizi dünya üzerindeki milyarca tuz tanesinden biri gibi hissedeceksiniz. yani küçüldükçe, küçüleceksiniz. ufalandıkça, ufalanacaksınız. savruldukça, savrulacaksınız. ama en azından, olan bitenin uzağında kalmayacaksınız. kim, bu hikayelere ortak olmadan geçip gidebilir ki?

ışık bir filozofun eline düşerse onunla ne yapar?

sebastiao salgado sadece kameranın arkasına geçip anları dondurmamış, tam tersine zamanın buzunu kendi benliğinde çözüp ondan insana dair dersler pişirmiş. ekstrem coğrafyalarda insanın kalbine tokat atan fotoğraflar çekmiş. sonunda çektiği fotoğraflar en çok kendini acıtmış olmalı ki yolunu değiştirmiş. kendi dar çevresinden -aile mirasından- başlayarak doğaya dönmüş. belki de çektiği onca fotoğraftan sonra iyice hastalanan ruhunu iyileştirmek istemiş. ve ekosistemin -yağmur ormanları ve toprağın- yaralarını sarmak için kendi çevresinden başlayarak attığı adımlar en çok kendisini iyileştirmiş. iyileştikçe insan merkezli fotoğraflardan doğayı konu alan fotoğraflara yönelmiş. ruhunun aradığı merhemleri doğada bulmuş, iyileştikçe gezegene aşk mektubu yazmaya koyulmuş. belki de iyileşmek isteyen, iyileştirmekten başlamalı.

tümüyle siyah beyaz fotoğraflardan oluştuğu için ilk görüşte aklıma ashes and snow'u getirdi. fakat ashes and snow'un aksine, bir rüyadan çok çarpıcı gerçeklerin içinde buluyorsunuz kendinizi. durup düşünmeye ayıracak, aklınıza soru işaretleri ekecek 1 saat 50 dakikanız varsa seveceğinizi sanıyorum.

"türümüzün ne kadar tehlikeli olduğunu görmek için herkes bu fotoğrafları görmeli"

diyor sebastião salgado fotoğrafları için. ve sonuna kadar haklı. öyle fotoğraflar ki, baktığınızda acıyı, şiddeti, sefaleti insanların gözlerinde görebiliyorsunuz. o kadar net. fotoğraflara baktığınızda arkasında bir hikaye olduğunu çok net görüyorsunuz. ve bu hikayeleri de, fotoğrafı çeken kişinin anlatması... harika bir fotoğrafçı, sanatçı, insan. dünyanın gerçekliklerine, insanın pisliğine dibine kadar şahit olmuş birisi. hani derler ya keşke şu ünlüyle oturup konuşsam falan diye sürekli. bugüne kadar tanıdığım veya tanımadığım kimse bende bu isteği uyandırmamıştı. ama sebastião salgado ile oturup konuşmayı çok isterdim.

"oradan çıktığımda hastalanmıştım. vücudum rahatsızlanmıştı. herhangi bir salgın bulaşmamıştı ama ruhum hastalanmıştı." diyor. ben rahat koltuğumda, bilgisayarın başından baktığım bu fotoğraflardan bu kadar rahatsız olduysam kendisinin ruhunun hastalanması hafif kalmış diyebilirim.

ha, bu kadar dramdan sonra belgeselin mutlu sonla bitmesi beklenemese de güzel bir sonla bitmiş. dünyanın, insanın karanlık tarafını belgeledikten son projesiyle doğa fotoğrafçılığına dönmüş. hayvanı, ağacı, suyu çekmiş. medeniyetin elinin değmediği ilk zamanları. dünyaya olan aşk mektubumuzu sunduk diyor...

kusursuz bir belgesel. 10/10.

15 Günlük Şarj Süresiyle Cezbeden HUAWEI WATCH GT 2'nin İncelemesi

Şekeri Bırakma Konusunda En Büyük Destekçiniz Olacak 3 Belgesel