Londra'nın Gölgesinde Kalmış Saklı Güzellik: Oxford'a Gideceklere Tavsiyeler

Oxford'da nerelere gidilir? Oxford pahalı mı? Oxford'a gidecekler için yemekten gezip görülecek yerlere kadar pek çok ayrıntıyı Sözlük yazarı "trodneskeszuyzukodnib" anlatmış.
Londra'nın Gölgesinde Kalmış Saklı Güzellik: Oxford'a Gideceklere Tavsiyeler
iStock


merkezinde high street üzerinde tam the university church of queen mary the virgin'in karşısında otobüsten inince ambale olacağınız şehirdir. fotoğraflardan görmek, "vay anasını herifler yapmış, ne güzel şehir" demek cidden aynı etkiyi yapmıyor. otobüsten inip kafayı kaldırınca bir 5-10 saniye hareket edemiyor insan. high street dediğimiz de bir yarım-bir kilometre bir yer zaten. baştan başa ihtiyacınız olan her türlü mağaza, yemek, birkaç university of oxford koleji, hediyelik eşya dükkanı gibi şeyler bu cadde ve hemen yukarısındaki cornmarket street üzerinde. aynı caddenin tam ters yönüne doğru gidip köprüden daldınız mı çok daha upuzun bir cadde olan cowley road'a giriyorsunuz ki asıl yeme-içme-eğlence kültürü burada. farklı farklı ülke ve kültürlerin restoranları, çeşitli gece kulüpleri ve pubların çoğu burada. yani uzun süre orada yaşayacak olsanız ve öğrenciyseniz en çok vakit geçireceğiniz cadde olur sanırım.


şehir dediğime de bakmayın, teknik olarak şehir ama başından başına iki saat yürüyüp yol üstünde görmek isteyebileceğin her şeye denk gelirsin. ciddi ciddi gezmek ve görmeye değer her şeyi görmek için bir ay falan kalman lazım, ki ain't nobody got time fo dat. ortalama bir turist gezisi için bence en az üç gün gerekiyor. bir hafta sonu gidip blenheim palace'ı mümkünse sabah erken bir saatte görüp, öğleden sonra döneceksin, ki yine tam gezemezsin ama minimum diyorum. 


giriş kapanmadan christ church'ü gezmek efsane olacaktır. harry potter'daki tüm tarihi bina ve dekorlar tanıdık gelecek. bakın tamamen orada çekildi demiyorum. bir tek yemekhane sahnesi, biraz efektler de eklenerek oluşturuldu burada ve radcliffe camera'da, ama mimari özelliklerin hepsi buradan çalıntı. 


şehrin her yerindeki hediyelik eşya dükkanlarındaki çeşitli objeler de harry potter geyiklerinin ekmeğini çok yiyorlar. ama şehir bundan çok daha fazlası, ama önce bir christ church'ü bitirelim. hafta içi bu "kolej" ziyaretçilere saat 4-4:30 gibi kapanıyor. iş için gittiyseniz hafta sonu öğleden önce falan gidebiliyorsanız gidin. ziyaret edilecek çoğu tarihi yer zaten 4-5 arası bir saatte kapanıyor, ama bu avrupa'ya özgü bir olay zaten ve burada da geçerli. istanbul'da alıştığımız günlük hayat tabii ki burada yok. çoğu mekan, mağaza, restoran saat 7 olmadan kapanıyor. publarla başbaşa kalıyorsun, bir de arada kfc, mc donalds, bir de sağda solda döner satan seyyar minibüslü faslıların mekanları falan açık oluyor gecenin körüne kadar. pubların çoğunda da yemek servisi (patates kızartması dahi dahil) 7:30 gibi kapanıyor. aşağı yukarı hepsinin internet sitesi var. hangi saatler arasında yemek olduğunu öğrenip giderseniz aç kalmazsınız.

her şey çok çok çok pahalı

özellikle meşhur university of oxford'ın ve tarihi yapısının -haklı olarak- ekmeğini yiyen bir şehir. bütçeniz çok geniş değilse yürüyün, arada beleş etkinliklerin içine dalın derim. gerçekten ailenizi ve arkadaşlarınızı mutlu edebilecek kadar -ufak tefek de olsa- hediyelik eşya alabilecek olsaydınız zaten para babası olurdunuz ve şehri görür görmez oraya yerleşirdiniz. o kadar pahalı. eğer illa ki taşınacaksanız şehir merkezinde yaşamayı hayal bile etmeyin. üniversiteye ait, daha hesaplı olması beklenen on metrekarelik odanın aylık kirası türk parasıyla 5500-6000 lira civarına denk geliyor merkezde, ve tuvaletler, duşlar falan ortak kullanım. gerisini siz düşünün. ne yaparsanız yapın yoldan taksi çevirmeyin. eşek yüküyle para ödersiniz. yürüme mesafesi 15 dakikalık yola 30 küsür pound veren arkadaşlarım var. sağda solda legit birkaç taksi durağının numarasını bir yere kaydedin. ilginç şekilde ucuz. bir yirmi kilometrelik mesafede 8-9 pound tutuyor. yani aşağı yukarı istanbul taksisi fiyatı. şehrin pahalılığı düşünülürse çok uygun. normal bir saatteyseniz her yer birbirine yakın ve herhangi bir yeri bulmak çok kolay. işinizi gücünüzü yürüyerek halledebilirsiniz. hava güzelse 2 saatlik yürüyüş sırasında gördüğünüz doğa ve kültür dahi ek bir değer katar. yükünüz falan varsa da otobüse atlayıp gidin. burasıyla karşılaştırınca o da pahalı gerçi.


londra'dan otobüsle 2 saat, trenle 1.5 saat sürüyor. şehrin ortasından otobüs ya da tren durağına yürümek de 10-20 dakika arası. thames nehri üzerinde port meadow falan var. çimlik, ormanlık bir yer. oraya gidip yüzebilir, biranızı yudumlayabilirsiniz. içeri dalması merkezden yürüyerek 20-30 dakika. orayı azıcık geçip nehri takip ettikten sonra küçük bir köy gibi bir yere ulaşıyorsunuz. yolda kuğulara bakmayı, ördekleri çağırıp sevmeye çalışmayı ama başarılı olamamayı unutmayın. köye ulaşınca the trout inn diye bir yer var. ortalıkta tavuskuşları falan dolaşıyor. köy falan demeyin, rezervasyonsuz yer bulmanız çok zor ortalama bir günde. fiyatlar el yakıyor. normal bir akşam yemeği size içeceğiyle, vs.siyle kişi başı 50-60 pounda patlar en az. gitmeden önce salaş bir yerde 5-6 pounda karnınızı doyurup orada tavuskuşlarıyla dere manzarası eşliğinde bira keyfi yapabilirsiniz. en mantıklısı yürüyerek gitmek. taksi 10-15 pound civarı tutuyor merkezden, ve gece yürüyerek dönmek -arkadaşlarınızla falansanız güvenli olsa da- ormanın içinden, sıfır ışıkla geçmeyi gerektiriyor. alkollüyseniz net nehre düşer, ölür, kuğulara ziyafet olursunuz. nehir demişken, londra'da çamur yatağı gibi olan nehri burada tertemiz, capcanlı görmek cidden sevimli bir duygu.

Thames Nehri

ingiliz kültürünü bir yarım saat de olsa görmüş olanların bileceği gibi birkaç cilcilli, lüks yer dışında burada da self servis kültürü hakim. yani bir yere gidip "menüyü getirsinler, siparişimi alsınlar" diye beklerseniz çok beklersiniz. mekanların yüzde doksanında kasaya gidip siparişinizi veriyor, parasını ödüyor, kendiniz alıyorsunuz. publarda da bu böyle. bira ve hamburger mi alacaksın? parasını öde, siparişini ver, biranı alıp masana geç, hamburger pişince gelsin. bir belçika olması mümkün değil tabii ama, ülkemizdeki bira kültürü ve çeşitliliği ve hatta var olan farklı biraya ulaşım imkanı düşünüldüğünde onlarca, belki yüzlerce farklı çeşide ulaşmak iyi bir imkan. ortalama bir pubda bir pint bira 3-4 pound arası. yani aşağı yukarı istanbul'daki barlar, publar gibi. o fiyata bir de neredeyse tamamı aşırı eski, tarihi ve kültürü emmiş, aklına hayaline gelmeyen tarihi, politik ve edebi şahsiyetlerin takılmış oldukları yerlerde, ingilizlerin ortasında içmek paha biçilmez. 

insanlar feci sıcak

grup halinde gittiysen herkes yardımcı olmaya çalışıyor, istersen muhabbet açılıyor, ilgilenmezsen salça olan yok. medeniyet var kısaca. futbola gerçekten bayılıyorlar. genci yaşlısı, kadını erkeği maçlar için publara doluşup aralarda sigara içerken tanıdığı tanımadığı insanla muhabbet açıyor. yani yalnız gidilirse de sıkılınmaz. herkes çok kibar. londra böyle değildi mesela. burası biraz daha çeşitliliğe ve dünyanın farklı yerlerinden gelen binlerce turist ve öğrenciye alışık bir şehir. orada ilk gün denk geldiğim, sokakta yaşayan müzisyenin önünden ne zaman geçtiysem, şarkısını bitirip ayak üstü iki üç dakka muhabbet etmeden bırakmadı. adam doğru düzgün para bile vermişliğim yok. bununla birlikte bir mekana birden fazla kez gidince, oranın düzenli müşterisi değilsen fark ediliyor ve tanınıyorsun. bir sonraki geldiğinde taa üç hafta önce tarif ettiğin siparişini hatırlayıp cidden ilgileniyor, ipliyorlar çoğu yerde. hatta akdeniz mutfağına yönelik, hiçbir türk çalışmayan bir restorana denk gelip oradaki tek tük türk yemekleriyle ilgili menüyü değiştirtmişliğim bile var. "aaa, doğrusu böyle mi oluyordu, bundan sonra öyle yapalım o zaman" dediler direkt ve dönmeden önce bir uğrayım dediğimde hakikaten öyle yapmışlardı. yani genel olarak çok rahatlar. vurdumduymaz denecek kadar rahat bile sayılırlar kültürel meselelerde. ama sigara içilmeyen bir yerde sigaranızı yakarsanız dünyanın en ağır suçunu işlemişsiniz gibi şaşırabilirler. "aman tanrım, ne yapıyorsun" diye uyarırlar sizi. özetle, genel olarak ingiliz insanıyla ilgili "soğuk, artist ingiliz" kalıbı tamamen yalan.


ben burada kaldığım birkaç ay içinde, orada kalmayacağım da bilinmiş, öğrenilmiş olmasına rağmen gördüğüm sıcaklığı türkiye'nin en rahat yerinde yapsam, "sen ne ayaksın lan deyişik" diye döverler beni. tabii şehre özel kültür ve eğitim seviyesi ortalamasının etkisi de olabilir. ortalama bir pub'da garson olarak çalışan bir kızla tanışmıştım. university of oxford'da antropoloji doktorası falan yapıyordu. hizmet sektöründe çalışan çoğu kişi de öğrenci falan çıkıyor zaten, muhabbetin seviyesinden anlaşılıyor. öyle türklere sorulan salak sorulara şahsen hiç rastlamadım, rastlayanı da bilmiyorum. çoğu senden benden iyi biliyor türkiye'yi. çoğu ziyaret etmiş zaten. hatta sadece bir kere gittiğim bir barda iki dakika türkiye muhabbeti yaptığım barmen dönmeden önce "uzun zamandır uğramıyosun, işin gücün mü vardı" deyip bira ısmarladı, iki üç ay sonra kız arkadaşıyla türkiye'ye geldiğinde bir iki yer dolaştırdım.

alkol olayı önemli olduğu için değiniyorum. oradan devam edeyim

içeride sigara içmek yasak. dışarıda mekanın arazisi dahilinde masa yoksa alkol almak yasak. ve buradaki gibi kaçak göçek olay olmuyor. içemiyorsan içemiyorsun. ortalıkta doğru düzgün polis görmek imkansız. ben toplamda 5 polis gördüysem dişimi kırarım. gecenin körü de olsa en tenha sokakta tek başına dolaşırken tedirgin olmuyorsun. hatta bir kolejin bilmem kaç yüz yıllık duvarına yaslanıp içkini alıp arkadaşlarınla takılabiliyorsun. polis denk gelse bile sorun olmuyor pek, ama pubda içerken kapının önüne sigara içmeye çıkıp içkini de almaya kalkarsan "ı ıh canım" diyorlar. biraz önce bahsettiğim the trout inn, ve clinton'ın "içine çekmediği" iddia edilen turf tavern gibi yerlerin kendilerine ait açık alanları var. hatta o kadar yürümeyim derseniz high street'in ara sokaklarından birinde şehrin en eski pub'ı var, the bear inn. 1200'lerde kurulmuş. onun da dışarıda oturulabilecek yerleri var. buralarda ferah ferah sigara da alkol de alınabilir. özellikle bizim alışkın olduğumuz lager tarzının aksine "ale" olayına girmek gerek. bildiğin biranın asitsiz olanı gibi bir şey. ama özellikle tarihi mekanların belli bir kültürü, meşhur "ale"leri falan var. hepsini denemek lazım gitmişken. mekanda ne bulduysanız deneyin. guinness gibi burada da bulabileceğiniz, meşhur şeyleri ya da heineken gibi "yabancının meşhuru" şeyleri burada da içebilirsiniz. mekanda farklı ne gördüyseniz içiverin. hem diğerleri daha pahalı oluyor vergisi bilmemnesi nedeniyle.

markette dörtlü paket bira 4-5 pound arası. yani yine buranın tekel bayisinden %20-50 arası ucuz. yüksek alkollü içecekler daha da ucuz. burada 100-150 liraya alacağın kalitede votkalar, şaraplar 10-15 pound arası değişiyor. sigara çok pahalı. marlboro'nun paketi en son gittiğimde 9 pound'du. çoğu kişi tütün alıp sarıyor. tütün de burada alacağın tütüne göre pahalı ama aşağı yukarı buradaki sigara fiyatına denk geliyor. yazın ortasında sağanak yağmur bastırabilir, ama bu ingiltere ve civarının genel özelliği. gideceğiniz yer çok yakın değilse veya havaya çok çok güvenmiyorsanız yazın ortasında bile şemsiyesiz dolaşmanız aptallık olur. britanya ingilizce'sine alışık değilseniz, ömrünüz boyunca okullarda amerikan ingilizcesi öğrendiyseniz, amerikan dizileri izleyerek büyüdüyseniz kültürü ve dili çok garipseyeceksiniz. sorun sizde değil. cidden çok farklı. ilk gittiğim gün bana "dil öğrenmek için mi geldin" falan dedi tanıştığım çoğu insan, beş dakika sonra "aa, sen ingilizce konuşabiliyomuşsun da aksanın farklıymış sadece" diye alıştılar, ki amerikalılarla konuşurken çoğu şaşırır ne kadar güzel ingilizce'm olduğuna. tabii bu da oxford'da farklı. londra'nın turizme pek açık olmayan bir semtinde kalmıştım birkaç gün. derdimi anlatana kadar anam ağladı, sonra ben de alıştım ingilizlerle nasıl konuşulacağına. bir harfi bile amerikan aksanıyla söyleseniz söylediğiniz o şeyi hayatlarında hiç duymamış gibi kalakalıyorlar. piçliğine yapıyor gibi de görünmüyorlar, cidden anlamıyorlar. oxford pek öyle değil. tabiri caizse 72 milletten insanı küçücük yere toplayınca herkes herkesi anlıyor. yine de dediğim gibi filmlerde, sağda solda denk gelip "ben anlıyorum" dediğimiz gibi değil. ben de ilk defa gittiğimden şaşırdım. orada olmak farklı bir iletişim seviyesi. özetle siz onları anlasanız onlar sizi anlamayacaklar. bir iki günde alışılıyor.


gecenin erken saatlerinde bir sürü mekanın kapanmış olduğunu görüp alışveriş yapma ya da sandviç vs. ile karnınızı doyurma amacı taşıyorsanız 

12'ye kadar falan açık olan tesco, sainsburry's gibi yerler hayat kurtarıyor. hatta öğrenciyseniz oralar sizin mabediniz olacak. seyyar minibüs şeklindeki yemek şeyleri daha çok faslılar, türkler, vs.ler tarafından işletiliyor ve genelde gece 3-4'e kadar ortalarda dolaşıyorlar. hem tanıdık tat aradığınızda kebaba falan gömülebilir, hem aç kalmaz, hem de tanıdık kültürlerle muhabbet ihtiyacınız olursa iki üç dakika adamlara sarabilirsiniz. evet, onlar da çok sıcak kanlı insanlar ve gördüğüm kadarıyla adam siken tipler de değiller. ben çok takmıyorum ama, özellikle domuz eti gibi takıntılarınız veya inanç sebepli tercihleriniz varsa bu adamlar en yakın dostlarınız, bu besinler en büyük besin kaynaklarınız olacaklar zaten. ayrıca şehrin genelindeki aynı tür veya seviyedeki yerlere göre çok çok ucuzlar.

son olarak gitmenizi, yapmanızı önerdiğim şeyler

yürüyün, bol bol yürüyün. on metrede bir istanbul'un tamamındakini aşan kültür ve tarih var.

kolejlerin hepsini gezmeye çalışın. bazıları 3-5 pound gibi giriş ücreti istiyor. öğrenciyseniz türkiye'den getirdiğiniz öğrenci kartınız bile indirim için geçerli. ama çoğunu gezmesi beleş. 800 yıllık kampüsten 200 yıllık kampüse kadar çeşit çeşit, tarz tarz kolej var. ayrıca yılın bazı dönemlerinde, özellikle tanıtım zamanlarında paralı olan yerler de beleş oluyor. hiç olmasa "gezip görmek isteyen potansiyel öğrenciyseniz beleş girebilirsiniz" diyorlar. "öyleyim" deyip geçin, kim bilecek. bunların bazı yerlerinde, özellikle her okulun içinde bulunan bazı kilise ve şapellerde fotoğraf çekmek yasak. ortalıkta bir tane bile insan varsa sakın çekmeyin. ortalıkta insan yoksa kimse sizi çevirip "fotoğraf çekmişsin, kameradan gördüm, bunu nasıl yaparsın" demeyecek. çekin gitsin. hatta ziyaretçiye kapalı olan saatlerde bile bu kolejlerin kapısına gelip "kiliseye girip dua edeceğim" deyin, direkt önünüzden çekiliyorlar. gün ve saat fark etmiyor. gecenin köründe de kolej gezicem diye giderseniz en azından bir eşlik ederler "in midir cin midir" diye tabii. özellikle öğrenci yemekhanelerine bakıp harry potter izlenimi edinin. oradaki ciddiyeti, medeniyeti, sörlüğü, baronluğu görün de kendi kültürünüzden utanın.

magdalen college civarındaki köprünün altından nehir geçiyor. orada kayık kiralayıp yeşilin ve tarihin içinde huşu içinde kürek sallayabilirsiniz, ki bu kolejin bahçeleri de meşhurdur. insan bu doğayı sömürmeden üzerine tarih de koyabilen medeniyete gerçekten imreniyor.


gidilebilecek queen's lane coffee house diye bir yer var. 1600lü yıllardan kalma. avrupa'nın en eski kafelerinden biri. işletmecisinin türk olduğunu duydum. hatta türk şarapları falan da var, ama genel olarak dünya mutfağı ağırlıklı. yani türk mekanı diye düşünüp gitmeyin. güzel bir yer sadece.

university parks diye tamamen ağaçlık, yine dere kenarında, koru gibi bir yer var. gez dolaş bitmiyor. bilmiyorsanız haritayla veya en azından telefonla gidin ki çıkışı bulabilesiniz. baştan aşağı yeşil. sincaplı, köprülü, sağda solda çiçekli bir yer. yanınıza yiyecek bir şeyler alıp pişirmesiz piknik yapabilirsiniz. mangal falan olayını düşünmeyin bile. parkın girişinden aşağıya doğru, mansfield road üzerinden devam ederseniz bir on dakika içinde solda bir tarihi mezarlık göreceksiniz. girip dolaşabilirsiniz. hatta orada yaşamaya başlayan öğrenciler sırf ilginçlik olsun diye gecenin bir vakti toplanıp el fenerleriyle mezarlıkta dolaşmaya giderler.

değinmeye pek gerek görmediğim ama şimdi aklıma gelmişken söyleyeceğim ingl 101: trafik soldan akıyor. yaya geçitleri de gerçek yaya geçidi. ışık falan beklemeyin. yolun başında seni gören araç duruyor ve şaşırmana, teşekkür etmene gerek yok. yolun başında bekleyip trafiği aksatırsan bozulup "geçsene amuğa goduğum" bakışı atıyorlar. şehir küçük de olduğu için bir sürü bisikletli var. bunların da hemen her yerde kendine ait yolları var, olmadığı yerde de araçlar rahatsız etmiyor. her yerde bisiklet kilitlenebilecek zımbırtılardan var. şehrin temel ulaşım araçları ayak ve bisiklet zaten.

cornmarket street'ten sola dönünce tren istasyonuna ve otobüs duraklarına giden bir yol var. oranın ilk 100-200 metresi irish pub diyarı. sağda solda bir sürü irish pub bulabilirsiniz. geri kalanı iste asian food diyarı. sağda solda onlarca japon, çin, endonezya, vietnam, kore, vs. mutfağı restoranı bulabilirsiniz. bunların aralarında beş-on tane güzel gece kulübü var. kopmaya geldim diyorsanız direkt bu sokağa girin. etrafında ciddi bir yerleşim de yok. gece hayatı anlatıldığı kadar renksiz de değil. özellikle insanların sıcak olması eğlenmek için gelenin gönlünü hoş tutar. bunun dışında bu caddenin ötesi genelde yerleşim merkezi. öğrenci olmayan insanlar falan da genelde bu kısımda yaşıyorlar. buralar biraz daha normal avrupa şehri gibi. yoksa merkeze doğru her yer şatomsu, her yerde kilise çanı, tarih ve güzellik falan var.


hah, unutmadan, birkaç kuleye tırmanın. herhangi bir tourist info merkezine gelirseniz size kulelerin bulunduğu haritalardan falan verirler zaten. bilmem kaç yüz yıl önce yapılmış kolej veya kilise kulelerinden birine gidip, azıcık sıra bekleyip daracık koridorlardan şehrin merkezine tepeden bakabileceğiniz kulelere çıkabilirsiniz.

bodlean library'yi gezin. rehberli turlar için rezervasyon yaptırmanız gerekiyor. kütüphaneyi gezmek için illa ki rehberli tura ihtiyacınız yok, ama rehberli tur size radcliffe camera'yı da gezme imkanı veriyor.

ashmolean museum hiç fena değil, ama öyle direkt buraya ait, çok "genuine" bir tat almadım ben. zamanınız varsa gezin. bedava zaten.

the museum of natural history'ye girmek de bedava. orası bence ashmolean'dan daha ilginç.

the eagle and child'a gidin. açıklamasını yapmama gerek yok. başlığına falan bakın. bira falan normal pub fiyatı, ama karnınızı doyurmak istiyorsanız genel pubların üç-dört katı para ödersiniz. ona dikkat edip gidin. illa ki acıkırsanız içmenizi tamamlayıp çıkışta yol üstündeki soloman's grill'den kebap falan alırsınız. biraz önce bahsettiğim faslı abiler bunlar işte. isim şimdi aklıma geldi.

e hadi birkaç cümleyle bitireyim

kaleye falan gitmedim açıkçası. port meadow ve civarını tavsiye ederim. christ church meadow o kadar etkileyici olmasa da yol üstündeyse uğranır. akşam da açık. dead man's walk'a da girilebilir. sokak tiyatrosu izlenebilir. kesin nasıl, nerede olduğuna rahatça ulaşabilirsiniz. özellikle lise öğrencileri falan kostümsüz, dekorsuz oynuyorlar klasikleri. ilginç bir deneyim.

Verdiği Eğitimle Dünya Çapında Nam Salmış Oxford Üniversitesi Hakkında Aydınlatıcı Bilgiler