Münchausen ve Stockholm Sendromunu Aynı Anda İşlemeyi Başaran Film: Phantom Thread

Birbirlerine yakın olsalar da bu iki psikolojik hali aynı potada eritmek kolay değil. Paul Thomas Anderson imzalı Phantom Thread (2017), bunu klas bir şekilde başarmıştı. Kendisi aynı zamanda Daniel Day-Lewis'in de final filmi. Hatırlayalım.
Münchausen ve Stockholm Sendromunu Aynı Anda İşlemeyi Başaran Film: Phantom Thread

Filmin hikayesi ve Stockholm Sendromu ile ilişkisi

önce genel bir giriş yapalım sonra da ilgili sendroma açıklık getirelim. film, yönetmen paul thomas anderson'ı ve sinema tarihinin en büyük oyuncularından biri olan ingiliz aktör daniel day-lewis'ı ikinci kez (ilki there will be blood) bir araya getirmiş. filmde, "zor" bir karakterin bir başka "zor" karakter tarafından ihya edilişi ve en nihayetinde "tencerenin kapağını buluşu" konu ediliyor. ama mesele bu kadar basit değil..! bi kere bu "zor" karakterlerden birisi asilzade bir inatçılık, yüksek bir ego ve sinir bozucu bir huysuzluk hamuruyla yoğrulmuşken, diğeri "ummadık taş baş yarar" minvalinde, "sessiz atık çiftesi pek olur" tadında, masum ama tehlikeli bir "zor"lukla yaratılmış. her ikisinin de sıra dışı bir "sevme" anlayışı var ve bu iki "zor" karakterin yaşadığı ilişki, eşine benzerine az rastlanır bir aşk hikayesine dönüşüyor. filmin ana hikayesini oluşturan bu iki önemli karakteri kısaca tanıtayım:

reynolds woodcock ingiltere'nin en değerli ve en soylu terzilerinden biridir. inanılmaz bir karakteri vardır. muazzam huysuzdur, insanı iki dakikada sinir hastası edip hallaç pamuğu gibi savurup bırakır.. tam bir otorite hastasıdır.. fenotipinde çok da ürkütücü görünmese de genotipi dominantlığın allahıdır. dışardan bakıldığında herkesin hayranlık duyduğu, saygı ve sevgi ile yaklaştığı, takdir ettiği bir insandır. ama özel hayatında etrafındaki kadınları çileden çıkartıp kendinden uzaklaştırmayı, kendi kendisini yalnızlaştırmayı çok iyi bilir.. hatta bu onun makus talihidir.. yaratılışı gereği, karakteri gereği yalnız kalmaya mahkum bi insandır.. mesleğini kendisine öğreten merhum annesinin de büyük bir özlemini, hasretini çekmektedir.. sık sık ölmüş annesini anar, yaptığı her işte onun öğrettiklerini uygular. sessizliği çok sever, konsantresinin bozulmasından nefret eder... daima şık'tır. ama bu kelimeden de nefret eder: "şık". "şık" kelimesini bulan kişinin falakaya yatırılıp dövülmesi gerektiğini düşünecek kadar tiksinir bu kelimeden. kısaca, sorunlu bi tiptir işte. yalnızlığa mahkum, huysuz, geçmişte takılı kalmış, ihya olmaz bir romantiktir bu reynolds. karakteristik açıdan kendisinden pek de geri kalır bir yanı olmayan kız kardeşi, hayatındaki tek sadık kadındır. kendisine katlanabilen, dayanabilen tek insan kız kardeşidir. ta ki bir restoranda al yanaklarına, naif duruşuna ve masum gülüşüne kanıp alma ile tanışana kadar...

Reynold Woodcock

alma, diğer birçok kadın gibi, ilk saniyelerden çekimine kapılır bu reynolds denen manyağın. özgüvenine, özgünlüğüne ve etrafına yaydığı asilzade ışıltıya bi anda hayran oluverir. reynolds da onu, hayatına alabileceği ve hem yalnızlığını bastırıp arkadaş olabileceği hem de işinde kullanabileceği bir model kadın olarak görür. ama kazın ayağı pek de öyle değildir. yüzünden, bakışından, duruşundan mülayimlik akan, eline vur ekmeğini al tipinde, masum görünüşlü, threat level'i bir hayli düşük, tehlikesiz bir kadın gibidir alma. lâkin içten içe şeytanca düşünceleri olan, sevmek ve sevilmek uğruna şeytana pabucunu ters giydiren, inanılmaz kindar ve inatçı, "ulan meğer sen ne psikopat bir karıymışsın, tu allah senin belanı versin!" denilecek bir cadalozdur. yapıştı mı bırakmaz, illallah ettirir. ve bunları büyük bir sabırla, büyük bir kararlılıkla, büyük bir inatla yapar. reynolds'u kazanmak, onun için bir meydan okumadır. ve ne pahasına olursa olsun bu otorite ve aşk savaşını kazanmalıdır. işte bu iki deliyi bi odaya kapatın ve yönetmen koltuğuna da pta'yı oturtun.. ortaya seyrine doyum olmaz bir psikolojik gerilim ve aşk filmi çıksın.

Alma
Uyarı: Buradan sonrası spoiler içerir.

reynolds'un zor karakteri ile baş edemeyen ama pes etmeyi de gururuna yediremeyen alma, "dinsizin hakkından imansız gelir" diyerek reynolds'u bi güzel zehirler. şeytan çarpmışa dönen reynolds, ne olduğundan habersiz yataklara düşer. alma da "hah benim de istediğim buydu" diyerek hemen kolları sıvar ve melek moduna geçer. kötü bir şekilde evinden kovduğu halde hastalık döneminde kendisiyle yakından ilgilenen alma'ya karşı "ulan bu kadın beni gerçekten seviyor galiba" diye düşünen reynolds, örümcek ağına yapışmış sinek gibi almanın tuzağına düşer ve alma'ya evlenme teklif eder.

filmin sonunda alma tüm olup biteni açıkladıktan sonra, reynolds'un almaya "aşka bak bee" minvalinde bakıp sarılışı, ve "hastalanmadan önce öp beni aşkım" diyerek seyirciyi dumur eden bir tepki gösterişi, bazı yabancı kaynaklarda stockholm sendromuna benzetilmiş. yani bir tarafta "aşkını korumak" adına aşık olduğu adamı zehirleyen manyak bir kadın, diğer tarafta da zehirlendiği için "sevildiğini anlayan" bir o kadar daha manyak bir adam. alma, basitçe sahiplenmek ve reynolds'u kazanmak istiyor. reynolds da, sevdiğini kaybetmemek için sevdiğini zehirlemeyi göze alacak kadar çok seven bir sevgili istiyor. neticede her ikisi de istediğine ulaşıyor. ama yemin ederim hangisi daha manyak, çözemedim. ikisi de birbirinden deli. her neyse...

Hikayenin Münchausen Sendromu ile ilişkisi

filmin başında reynolds adeta boşlukta gibidir ve sanki ruh eşini ararcasına bir arayış içindedir. alma'yı bulduğunda ipleri eline alabileceğini zanneder ama onu bir türlü kontrol edemez. zamanla rolleri değişirler. reynolds, alma'yı mental olarak zehirlerken, alma ise onu fiziksel olarak zehirler.

kız onu anne şefkatiyle yedirip, içirip, başında bekler. böylece ona ihtiyacı olanı, mahrum olduğu tek şeyi vermiş olur; anne sevgisini. aynı zamanda alma, reynolds'ın da kendisine ihtiyaç duymasını arzular. karşılıklı bir win-win durumu söz konusudur. ikisi tıpkı bedene cuk oturan bir kıyafet gibi birbirlerine tam uyarlar.

munchausen sendromu denen rahatsızlığa ilgi duyuyorum. filmde görülen ilişki, bir çeşit munchausen sendromu vakası gibiydi. elbette ki kurbanın da bu "hasta etme oyunu"na dahil oluşu benim için büyük ters köşe oldu. reynolds'ın hasta olarak, sert çizgilerle donattığı katı disiplinli hayatından kurtulması mükemmel bir kaçış değil midir? zehirli mantarın sebep olduğu halüsinasyon sonucu, üstünde kendi diktiği gelinlikle rahmetli annesini görmesi. annesine duyduğu aşk ve özlemi alma'yla karşılaması. tüm bunlar hasta olmanın getirdiği acılara bedeldir onun için. bedenen zayıf düşmesine rağmen zihinsel olarak iyileşir. stres dolu işinden birkaç günlüğüne de olsa kurtulur.

Sinemaya Uyarlanamaz Denen Bir Kitaptan Uyarlanan Zorlu mu Zorlu Film: Inherent Vice

The Killing of a Sacred Deer Filminin Ustalıkla İşlediği Mastürbasyon Metaforu