Ned Stark'ın İdamının Gerçek Orta Çağ'da Nasıl da Sıradan Bir Olay Olduğunu Kanıtlayan Bir Yazı

Game of Thrones'un Kışyarı Lordu ve Kuzey Muhafızı Eddard Stark'ın idamı, seriyi TV veya kitaptan takip eden herkesi tam anlamıyla şoke etmişti. Sözlük yazarı "balamir1"; bu olayın, dizinin dekorunu oluşturan Orta Çağ'ın gerçek atmosferinde şaşılası derece sıradan olduğunu tarihi anektodlarla anlatıyor.
Ned Stark'ın İdamının Gerçek Orta Çağ'da Nasıl da Sıradan Bir Olay Olduğunu Kanıtlayan Bir Yazı

ned stark, hem de hakikate meftun bir müellif eliyle çizilmiş gibi münasebetsizce gerçekçi kaçan bir karakterdir, eğer modern bir gözle değil de acayipliği bereketli ortaçağdaki bir insan nazarıyla bakmayı bilirseniz (bu fantastik hikayenin tüm hüviyetiyle bir orta çağ dekoru olduğundan ayrıca bahis açmaya gerek yok sanırım.) orta çağ ile günümüz, feraset olarak da, teneffüs edilen atmosferiyle de büsbütün farklıydı; soğuk ile sıcak, karanlık ile aydınlık, zenginlik ve yoksulluk, sessizlik ve gürültü arasındaki uçurum günümüzden çok daha derindi. günümüzden öylesine farklı bir dönem hayal edin ki büyük tarihçi philippe aries, özel hayatın tarihi'nde 13. yüzyıldan bahsederken "bu dönemi tamamen olduğu gibi işlemeyi başaran bir film çekmek mümkün değildir," der. işbu sebeple günümüzdeki tarihsel uyarlamalar da en fazla bir tutam mâzi, on kepçe de modern algı katılarak pişiriliyor; tabağa da modern tarih algısının hizmetine köçek olmaya gelmiş bir nostalji koyuluyor. "şeref" anlayışı yüzünden, sırf alicenaplık olsun diye pisi pisine toprağı boylayabilen bir insan bize gerçekçi gelmiyor günümüzde, halbuki tutarlı olmasını beklemenin abes olduğu orta çağ için çok olağandı bu, nasıl böyle olduğunu anlatayım.

ortaçağdan geriye ancak izmariti kaldığı için, pek çok döneme has düstur da akılcılıktan uzak geliyor bize

modern sinema, renkli kılığıyla diş fırçası taklidi yapan şovalyelere müsabakalarda mızrak dövüşü yaptırırken ancak modern insanları gösteriyor aslında. halbuki ortaçağda nizam, lordların ve şovalyelerin, pürçeği ağarmış kralların birbirlerine sadakati üzerine kurulu olduğu için diz çökmeler, biat etmeler, sadakat yeminleri, ihtişamlı görünüşler, şeref için eceline susamış gibi fedakarlıkta bulunmalar, olması gereken şeylerdi. günümüz için maskaralık sayılacak pek çok davranış, "şeref" kavramı yörüngesinde değerlendiriliyordu (tüketilecek erzağın ve malların önemli olduğu, ama paranın çok da anlamlı olmadığı bir dönem bu.) pek çok kez sembolik sermaye, ekonomik sermayenin önüne geçmişti. öyle ki, şeref kavramının ehemmiyetini göstermek için norbert elias, klasik eserinde (court society) bir soylunun, oğlunun yerine getirmesi gereken yükümlülükleri altına tercih ettiğine şahit olmasıyla beraber bir kese altını kale burcundan aşağı bıraktığını ve oğluna asıl mühim olanın şeref olduğunu anlattığını aktarır. elbette bu bakımdan da tutarlı bir çağ değildi ortaçağ, daha önce bahsettiğim gibi zıt kutupların birbirine geçtiği bir dönemdi. ama yine de soyluların, sıradan insandan beklenemeyecek bir şeref nosyonunu (noblesse oblige) temel almaları gerekiyordu. johan huizinga'nın eserinden (ortaçağın günbatımı), artık uçarı gelen, lakin dönemi için sıradan bir anekdot sunayım bakın:

"crecy çarpışmasından önce dört fransız şovalyesi ingiliz hatlarını keşfe gider. onlardan haber almakta sabırsızlanan kral, tarlalar boyunca onlara katılmak üzere at koşturur ve onları görür görmez durur. şovalyeler, savaşçıları yara yara krala ulaşırlar; o da "haberler nedir senyörler?" diye sorar. şovalyeler tek kelime etmeden birbirlerine bakıp dururlar, çünkü hiçbiri arkadaşlarından önce konuşmak istemez. sonunda birbirlerine, "senyör, krala siz söyleyiniz, ben sizden önce konuşmam" derler. bu şekilde bir süre tartışırlar, çünkü hiçbiri "şeref gereği" ilk konuşmak istemez; sonunda kral içlerinden birine cevap vermesini emreder." (huizinga, johan, 1997, ortaçağın günbatımı, imge yayınları, ankara, s.63-64)

1360 Avrupa haritası.

günümüzde yaşanması durumunda şaşıracağımız böylesi düstür ve davranışlar, feodal şeref duygusu bakımından olağandı

hatta birinin önüne geçmeyi reddetme tartışması günümüz kalıplarına göre çeyrek saat, hatta daha uzun sürmekteydi. kayıkçıgüzeli bıçkın leventler, paranın ayıbı örteceğine inanan burjuvalar, sırf bu davranış kalıplarını taklit etmeye çalıştıkları için, sonradan görme soylular ortaya çıkmıştır (sırf soylular gibi "şerefi için" düello yapabilmek adına kanunlar çıkarır burjuvalar hatta; düello yapma hakkı, onuru zedelenebilen ender varlıklar olan soylulara hastır çünkü.) kral charles'ın 1422'deki cenaze töreninde kralın tabutunu taşımak için büyük bir kavga çıkar örneğin; iki taraf da bu şerefe nâil olmak için karşı tarafa karşı kılıçları çekmeye bile hazırdır, hatta tabut sağa sola çekiştirildiği için kralın sepetten armut gibi düşerek kıçını gösterip de ahirete gitme riski vardır, nihâyetinde yargıya başvurarak uyuşmazlık çözülür. aşk ateşiyle yanan sevdalıların öyküleriyle bu kadar meşgul olurken, şerefi yüzünden kebap olanların destanlarıyla da ilgilenmek gerektiği anlaşılmıştır sanırım.

georg simmel'in para felsefesi'ndeki meşhur kalıbıyla, günümüzde artık her insanın bir alternatifi olduğu için bizlere tuhaf geliyor, ancak orta çağın imkanları kısıtlı ve dar dünyası, sabah ayağımız dibine fırlatılan bir gazete/mecmuadan bile mahrum olduğundan, sırf halk vaizlerini dinlemek için bile günler öncesinden yollara kamp kurulurdu. sabah güneş doğmadan başlayan vaaz, hiç reklam arası vermeden öğleden sonra bittiğinde, insanlar cüppesini giyip gitmemesi için vaiz karşısında hüngür hüngür ağlayarak ağıt yakardı. hatta vaizi dinlemek için dama çıkanların fazlalığı sebebiyle damların çöktüğü vakalar dahi kayıtlıdır. alternatifleri olmayan bu kısıtlı dünyada günümüzdeki kadar rasyonel davranma şansınız da yoktur, elinizde ne varsa ona bağlılığınızı ritüelleştirerek gösterirsiniz.

 Almanya'daki Maria Laach kilisesi.

kolayca duygulanmanın da, orantısızca tez gelen gaddarlığın da, hudut çizilemeyen merhametin de eşzamanlı yaşanabildiği tutarsız bir dönem olduğu için, bu insan davranışları muamma gibi geliyor belki de

günümüzde uysal bir oyun olarak telakki edilen satranç yüzünden bile ortaçağda kavgalar çıkabiliyordu ve kralların savaşa kalkışmalarına dahi yol açabiliyordu bir tek oyun; satranç bile "en aklı başında kişiyi baştan çıkarabilen oyun" olarak tanımlanıyordu. sözün hülasası, günümüz ile renk farkı, basit entonasyonların da ötesindeydi çağın ve bu yüzden dönemi içeren anlatılara, birer absürd tiyatroymuş gibi bakmaktan kendimizi zor alırız. papa 15. yüzyılda paris'te beliren bir çingene topluluğuna, aykırı görüşlere sahip oldukları için yedi yıl boyunca hiç yatakta yatmadan başıboş dolaşma cezası verir örneğin. yollarda perişan olurlar. ama papa bütünüyle emansız bir dümbüldekoğlu da değildir hani, daha sonra üzüleceği tutar ve tüm rahiplerin ceplerinden çingenelere para vermelerini söyler, çingenelere kese kese altın verilir. ne zaman gaddarlığın başlayacağı, veya ne zaman merhametin son bulacağı hesap makinesi kesinliğinde değildir asla. bu yüzden şerefi adına hareket eden birinin, modern rasyonel kalıplara uygun hareket etme yükümlülüğü de yoktur. kârlarını maksimize etmeyi hayatının gayesi gören bir rasyonel insanı varsaymış iktisat da bu anlatı karşısında ne kadar kurgu kaçıyor öyle değil mi?, faydanın tanımında dahi orta çağ insanı bir uzlaşmaya varamazdı halbuki.

unutmamakta fayda var, ned stark'ın şeref anlayışı orta çağa şaşırtıcı biçimde uygun olduğu gibi, daha sonra başına gelen ve joffrey'in ecel semerine tükürme coşkusu uyandıran haksızlıklar da ziyadesiyle gerçekçi

çünkü orta çağ'ın adli gaddarlık ruhunda yalnızca iki aşırı uç vardı: tam ceza veya af (ortası hemen hemen hiç yok.) hatta pek çok kez doğrudan affedilenler sıradan halk iken, lüzumsuz yere kellesi alınanlar da soylulardı. suç ile cezanın orantısını aramak da beyhude bu dönem için, ağır veya hafif, her suç ölüme veya affa maruz kalabilirdi. diğerlerinden farksız bir kasabanın, hacet ağacı devrilesi bir haydutun kan bedelini fazlasıyla vererek satın aldıktan sonra sokak ortasında parçalanırken adamı sevinçle izlediği örnekler çoktur. ama aynı halk, bir kontun düştüğü hastalıktan kalkabilmesi için gece yarısı tüm kasabada çanları çalarak kiliseye koşup, sabahlara kadar çan sesleri eşliğinde ağlayarak dua da edebiliyordu (günümüzde bir gece yarısı apartmanda herkesin dışarıya dua etmek için çıkarılmasını gündelik hayatın bir parçasıymış gibi hayalde canlandırın.)

son olarak, george r. r. martin bu tarihsel içeriğe bağlı kalarak mı yazdı, yoksa çok şeytanî bir tesadüfün mü ürünü bilemem, ama şeref nosyonuyla ned stark, özellikle de william marshall gibi pek çok gerçek figürü anımsatıyor.

Marshall, Robin Hood filminde William Hurt tarafından canlandırılmıştı.

frances gies, william marshall hakkında çok münasip bir tanım aktarır (knight in history). william marshall, kahramanca muharebeye katılır, ancak kentteki insanları korumak için mücadele ettiğinden diğer şovalyeler gibi yağma bile yapamaz, üstelik atından olduğu için onurlu bir çulsuz olarak dımdızlak ortada kalır. kral ise buna karşılık william marshall'a "ideal bir şovalye olabildin, ama gerçek bir şovalye olamadın..." yanıtını verir. noksanlarını örtsün diye serpuşu topuzlu dünyanın pek çok hesabı aldatma üzerine dayalı olduğundan taht oyunundan haricini düşünmeyenler olduğu gibi, düsturlara hem de harfiyyen uyanı da var, her ikisi de kanlı-canlı ve gerçek duruyor.