Philip Glass'ın, Öyküsüne İthafen Yaptığı Buram Buram Kafka Kokan Beste

Kafka'nın öyküsünün notalara sıkıştırılmış hali denebilecek bestenin, bu öykü dahilinde yapılmış sarsıcı bir çözümlemesi.


philip glass'ın franz kafka'nın öyküsüne ithafen yaptığı içe işleyen bestesi.


kafka'nın bütün öyküler'ini okuduğum zaman diliminde bol bol dinlediğimden midir, benim için yoğun bir şekilde kafka kokuyor. ama bu anımsatmanın, müzikal ve edebi formlar arasındaki çok iyi ifade edemeyeceğim içsel yakınlıklarda, analojilerde temellendiğini zannediyorum. yine de bunları ifade etmeye çalışacağım bir parça.

glass'ın, kendisi de bir sanatçı olarak, kafka'nın edebiyatını derin bir biçimde anladığını, yani 'hissettiğini' düşünebiliriz sanırım. bestenin ilk bir-iki dakikası, bir kişilik olarak kafka'ya uyan bir duygu ile başlıyor: metanetli, ağır, arabeske düşmeyen, derinlerinde çocuksu bir mutluluk, hatta öte-dünyalı güçlü ve kana işleyen bir sevinç saklayan bir hüzün... 

Franz Kafka

bu şekilde tanımlayabilirim sanırım. piyanoyu ağır ağır pes perdeden çalan el metanetli hüznü, daha tiz ve mutlu tonlar vuran diğeri ise bu sis gibi kapsayıcı ağır hüzün atmosferi içindeki ince ve erişilmez mutluluğu simgeliyor, daha doğrusu ifade ediyor (umarım müzikal terimleri doğru kullanıyorumdur!). sanırm bu temel duygu durumu, günlük ve biyografilerden aşina olduğumuz kadarıyla kafka'nın gerçek hayattaki genel varoluş modunu yansıtıyor. ama bu duygu tonunu eserlerinde de duyarız. dava öyküsünün sonunda olduğu gibi, ölüme giderken bile garip, kan dondurucu bir metanet...

dahası bu ilk iki dakikalık kısımda, evcil olmayan, yabancı, uzak ve yalnız bir atmosfer var.

yazı yazarken insan bu müziği dinlemek istiyor çoğu zaman, çünkü yazmak her halükarda inzivaya çekilmek, iç dünyanın insanlarla dolaysız olarak paylaşamadığın bölgelerine çekilmek demek. kafka'da bu evcillikten uzak, tedirgin edici atmosfer fazlasıyla yoğundur. insani olan neredeyse bütünüyle kaybolur. zaten yazdıklarının büyük bölümü, hemen hemen tüm öyküleri hayvanlarla ilgilidir. insani duyguların evcilliğinden, metanetsiz hüznünden, netzsche'nin söz ettiği 'içselliğinden' kaçış? kaldı ki hayvanlar bile tanınmaz, garip yaratıklardır çoğu zaman. önemli olan tek şey kendine özgü hareketleri, titreşimleri, ritimleri gibidir. uçuş, kaçış, zıplama, süzülme, çıkardıkları sesler, şarki söylemeleri vs. bunlar hep fiziksel durumlar; kafka'da ruhsal durum gibi bir şey neredeyse yok gibi değil midir? ruh, melville'in dediği gibi, koskoca bir kara delik belki kafka için de. bu genel kafkaesk, yabancımsı ve tedirgin edici atmosfere 'karanlık' demek kolay bir niteleme olur. ben metanetli bir hüzün dedim, glass'ın bestesinde de hissettiğimiz bu atmosfere. biraz mide bulandırıcı, insanın kaçmak, güneşli bir havada aile ve dostlarla gidilen bir pikniğin sıcaklığına karışmak ve unutmak isteyeceği bir duygu durumu bu.

ve ilk iki dakikalık kısımdan sonra en çarpıcı yer geliyor. 

nasıl anlatacağım bilmiyorum: tiz perdede dolaşan el, piyanonun tuşları üzerinde tiril tiril, tıkır tıkır sesler çıkaracak şekilde hızla dolanmaya başlıyor... sonra da aniden duruveriyor. bu tıkır tıkır seri dolanma sesleri, gregor samsa'nın ince küçük ve çok sayıdaki insanın içini gıcıklayan böcek bacaklarıyla odanın içinde, duvarlarında, tavanında fiti fiti dönüp durmasını çağrıştırımıyor mu? bu böcek bacakları karşımıza ilk kez öykünün basında çıkıyordu. samsa sırtı dönük yatarken uyanıp kendini böcek olarak buluyor, kendini döndürmeye çalışırken kıvıl kıvıl havada çırpınan ince bacaklarını görüyordu. ters dönmüş bir böceğin çırpınan bacaklarını görmek kadar içimizi gıcıklayan az şey vardır herhalde. öyküde yarı insan yarı böcek bir yaratıkta bunu görmek insanın içini iyice fena ediyor. kafka bu etkiyi artırmak için bacakların sayısına vurgu yapar. nabakov ise bu bacakların sayısından böceğin türünü tahmin etmeye çalışır ve belli bir saydan fazla olması halinde buna artık bir böcek denemeyeceğini belirtir. bunlar zaten yabancı yaratıklardır...

Dönüşüm

ve piyanonun tuşları üzerinde tiz perdede hızla dolaşan elin birdenbire durması. öyle ki, içimizden bir şeylerin kopuverdiğini hissederiz. genelde merdivenlerden düşecek gibi olduğumuzda, lunaparkta baş döndüren bir oyuncağa bindiğimizde ya da umulmadık bir anda yabancı bir gölge görüp ya da ses duyup korktuğumuzda hissettiğimiz bir şey bu. hani içimiz çıkar gibi olur. elin o beklenmedik ve ani duruşu bize bunu hissettirir. aslında işte bu tam da kafka okurken çoğu zaman yaşadığımız bir histir. hayvan yuva'da karanlık ve bilinmez tünellerde kör bir biçimde son sürat koşerken sözgelimi. ya da josephine şarkı söylemek için ağzını açar ve ses çıkmazken. 

kafka'nın yarattığı edebi formda müzikten de güçlüdür ve daha farklı şekilleri vardır bu duyumun. yine sözgelimi bir adamın içinden 'maymun doğası' tepetaklak çıkıp gittiğinde... lewis carrol'in kendisi gidip gülüşü kalan chesire kedisinden bile daha güçlü bir his. içimizden bir şeyler kopup gider... deleuze ve guattari buna yersiz yurtsuzlaştırma hareketi diyor: kafka'da anlam ile ses, maddi beden ile hareket, birbirinden zorla koparılıyor... bu bir tür tepetaklak ilerleyen özgürleşmedir. birlikte ve yapışık olarak tecrübe ettiğimiz çoğu şeyi birbirinden ayıran, koparan bu gerilimli hareketler, ritimler, titreşimler vs. sonucunda, organlarımız sökülüp yeniden takılmış, ruhumuz da ağırlıklarından kurtulmuş, hafiflemiş, yenilenmiş gibi hissederiz. işte glass, bu hisleri az çok hissetmiş, müziğinde de müzikte olabileceği kadar yansıtmış, ifade etmiş bana kalırsa.