Pink Floyd'un Kurucusu Syd Barrett'ın İlk Solo Albümü: The Madcap Laughs'un Öyküsü

Pink Floyd'un temellerini atan ve saykodelik rock türünün alevlenmesinde büyük rol oynayan Barrett'ın ilk solo albümü The Madcap Laughs'ın ortaya çıkış hikayesiyle 1960'ların sonuna gidiyoruz.
Pink Floyd'un Kurucusu Syd Barrett'ın İlk Solo Albümü: The Madcap Laughs'un Öyküsü


bazı albümleri sadece içindeki şarkıları dinleyerek anlamak çok zor

the madcap laughs buna çok uygun bir örnek. içinde bulundurduğu şarkıları kimin yazdığını ve kimin söylediğini, albümün nasıl bir ortamda kaydedildiğini, albümü kimlerin kaydettiğini bilmeyen biri bu albümü dinlediğinde "ya bu nasıl bir albüm böyle! vokal bir telden çalıyor, gitar başka telden. sözler de bir garip." der, albümü bir kenara bırakır. ama işte bazen müzik, sadece müzikten ibaret olmuyor.

syd barrett'ın hikayesini çoğu kişi bilir. çizim yapmaktan hoşlanan orta varlıklı bir ailenin çocuğu roger keith, 1960'larda folk rock'ın, blues rock'ın, beat müziğin patlaması ile eline gitarını alır ve kendine syd demeye başlar. kendisi ve üniversiteden arkadaşları birçok grupta kısa kısa çaldıktan sonra pink floyd'u kurarlar. 1965 yılında ortalama bir cover band gibi takılan grup, syd barrett'e vahiy gibi gelen bir ilham ile psychedelic rock adını alacak kaotik, deneysel, masalsı, hipnotik, provokatif, gürültülü bir performans sergilemeye başlar. floyd, bu tarzı deneyen tek grup değildir. ancak floyd'un dönemdaşlarının hiç birinde syd barrett kadar karizmatik bir frontman, kelimeleri ustaca kullanan bir söz yazarı, çocuk ruhunu kaybetmemiş bir birey, yeri gelince pop single'lar yeri gelince de dakikalarca sürecek enstrümantal deneyler yapabilecek bir beyin yoktu. 1967 yılına gelindiğinde her şey tıkırında gibiydi: ilgi gören single'lar ve yenilikçi bir ilk albüm the piper at the gates of dawn. ancak barrett, arkadaşlarının gözleri önünde gözlerindeki ışığı adım adım kaybetti ve son şarkılarından birinde bahsettiği bir vegetable man'e dönüştü. grup arkadaşları da yola barrett'siz devam etme kararı aldı.

the madcap laughs'ın hikayesi de tam bu noktada başlıyor diyebiliriz

nisan 1968'de pink floyd, barrett ile yollarını ayırdığını açıkladıktan sonra floyd'un menajeri peter jenner, "pink floyd, barrett olmadan devam edemez" gibi bugün baktığımızda çok talihsiz bir açıklama yaparak, barrett'in menajeri olarak yola devam etmek istedi. mayıs ayında barrett'ı bir solo albüm için stüdyoya soktu. bu da oldukça zor bir görevdi çünkü jenner daha önce hiç prodüktörlük yapmamıştı ve barrett o dönem en kolay çalışılabilecek adamlardan biri değildi. mesela o kayıtlarda barrett, rhamadan adlı 18 dakika boyunca süren bir perküsyon solo kaydetti. ne jenner ne plak şirketi bu tarz kayıtlarla ne yapabileceğini biliyordu. ama bu ilk stüdyo çalışmaları tamamen kayıp bir dönem de değildi. barrett da jenner da yeni şarkılarından opel'den çok memnundu. "late night" ve "golden hair"in altyapıları hazırdı. "clowns & jugglers" adı altında bir şarkı şekil almaya başlamıştı. ama barrett, her şeyi bırakıp ortadan kaybolmaya karar verdi. hayatı boyunca bunu sık sık yapmıştı, yapmaya da devam edecekti.

mart 1969'da plak şirketi emi yetkilileri çalan telefonlarını açtıklarında barrett'ın kayıtlara devam etmek istediğini duydular. ancak jenner, bu sorumluluğu bir daha almak istemedi. emi çalışanı malcolm jones'a barrett'a bir prodüktör bulmak gibi zor bir görev verildi. çaldığı kapılardan olumlu yanıt alamayınca, barrett'ın ricası ile bu görevi kendi üstlenmeye karar verdi. onun da love sculpture adlı bir gruba destek olmak dışında bir prodüktörlük deneyimi yoktu. lakin kendisi, barrett'a şarkılar kaydettirmeyi ve bu şarkıların bazılarını dönemin saykodelik gruplarından soft machine ve de başka stüdyo müzisyenlerinin performansları ile çeşitlendirmeyi başardı. neredeyse bir ay içerisinde barrett ve jones, eldeki şarkıları bir şekle sokmuş ve albümde büyük bir ilerleme kaydetmişlerdi.

Barrett'lı Pink Floyd.

barrett, bir yandan kendi şarkılarını kaydederken bir yandan da geçmişinden kaçamıyordu

fırsatını bulduğunda pink floyd konserlerine gidiyor, bazen rahatsız edici bir şekilde gözlerini eski arkadaşlarına dikiyordu. barrett'ın yokluğunda floyd'un bütün üyeleri şarkı yazımında büyük bir seferberlik örneği göstermişlerdi. grup, üst üste yeni bir şeyler üretiyordu. ikinci albümleri a saucerful of secrets, more adlı film müziği albümü, çok başarılı olmayan yeni single'lar, konsept konserler derken grup, inanılmaz hareketli bir döneme girmişti. ummagumma projeleri için de barrett'ın da kayıt yaptığı abbey road stüdyolarına sık sık uğruyorlardı. barrett, bir gün eski grup arkadaşlarından yardım talep etti. bu, floyd üyeleri için zor bir durumdu. bir yandan grubu yarı yolda bırakan ve bunun böyle olmaması için çok fazla çaba göstermemiş, ayrılık sonrası obsesif ve korkutucu bir şekilde grubu takip eden bir barrett vardı. öte yandan ise vefa diye bir şey vardı. eğer barrett olmasaydı pink floyd olmayacaktı. ayrıca barrett'ın da kontrol edemediği, mental bir rahatsızlığı söz konusuydu. gilmour ve waters, bu nedenle barrett'ın uzattığı eli geri çevirmedi ama yoğunluktan ötürü (ya da bunu bahane ederek) barrett'a sadece ikisi haziran'da, biri temmuz'da olmak üzere üç gün ayırabildiler. hatta haziran'daki ilk gün, waters kayıtlara gelemedi. barrett, istediği kadar destek alamadığı için üzülmüştü ama karşı çıkmadı. üzülen başka bir isim de jones oldu çünkü barrett bir anda kendisini bir kenara koymuştu. gilmour ve waters, bu üç günde "octopus" dışında oldukça üstünkörü bir prodüktörlük performansı gösterdi. aşağıda daha detaylı bahsedeceğim gibi bu üstünkörü iş barrett'ın defolarını daha da ortaya çıkarttı ve bu şarkılar barrett'ın müzisyen kimliğinin yerine sağlık problemlerinin altını çizdi. insan, "acaba bu kayıtları da malcolm jones yapsaydı albüm nasıl olurdu" diye düşünmeden de edemiyor.

gilmour ve waters ile kaydedilen şarkıların çoğunda daha acı dolu, daha karanlık ve arkadaşlarına el uzatırcasına bir hissiyat var. bu şarkıları barrett, bir ironi ortaya çıkarmak için tamamen bilinçli bir şekilde eski grup arkadaşlarına kaydettirmiş olabilir gibi geliyor. have you got it yet hikayesini bilenler için barrett'ın grup arkadaşlarına böyle bir oyun çekmesi şaşırtıcı olmaz. yalnızlık elbette bir tema ama barrett'ın bu albümdeki şarkılar ile zaman zaman siyah beyaz zaman zaman da renkli resimler çizdiğini iddia edebiliriz. bazı şarkılar, barrett'ın o çocuksu ve eğlenceli ruhunu yansıtarak sürreal imgeler ile dinleyiciyi farklı diyarlara götürüyor. onun dışında "aşk"ı merkeze almış, daha sakin, tatlı bir melankoliye sahip şarkılar da var. albümdeki şarkılar, barrett'ın floyd'a yazdığı şarkılara göre daha kişisel, üçüncü şahısların hikayelerine pek değinmeyen, daha zor kavranabilecek sözleri içeriyor. şarkı anlamlarının o kadar direkt olmamasını bu albümde bir artı olarak görebiliriz. müzikal olarak ise floyd'daki kaliteyi bu albümde bulmak mümkün değil. bunu beklemek de albüme haksızlık olurdu. sadece gitar ve vokal olan şarkılarda bile müzikal olarak sıkıntılar yaşanabiliyor.

albümün kendisi bir kenara, kapağından da bahsetmek lazım

barrett'ın arkadaşı olan ünlü müzik fotoğrafçısı mick rock'ın foto session'ınından bir fotoğraf, albüm kapağını süslüyor. gördüğümüz yer, barrett'ın evi. rock, foto çekimi için geldiğinde barrett'ın yerlere boya ile çizgiler çektiğini görmüş, bunu çok estetik bulmuş. ki öyle. ilk bakıştan insanın gözünü yakalıyor. odanın boşluğu elbette barrett'ın içindeki boşluğu anlatıyor. ortadaki çiçekli vazo ise tüm boşluğa rağmen, güzel bir şeyin bu boşluk içinde korunabildiğini simgeliyor. barrett'ın uzamış saçları ve yüzüne vuran gölge, onu syd barrett yapan bütün detayların karanlığa gömüldüğünü bana düşündürtüyor. bir yandan da ayakları çıplak. bu karanlık yüz ile çıplak ayaklarda boş oda ve çiçek gibi bir kontrast var sanki. bu foto session'daki diğer fotoğraflar da -ki bazıları syd barrett'ın o dönemki kız arkadaşı iggy the eskimo lakaplı hanımefendinin nü pozlarını içerir - barrett'ın hem ruh halini, hem de her şeye rağmen karizmasını yitirmediğini gösteriyor.

1. Terrapin

eğer pink floyd'dan the madcap laughs'a doğrudan geçiş yaptıysanız albümün açılışını yapan terrapin sizi şaşırtacak çünkü floyd'un ilk dönem saykodelikliğinden çok uzak, oldukça sakin bir şarkı. ağır bir tempoda ilerliyor. albümde her şeyin en yolunda gittiği şarkılardan biri bu. tek seferde kaydedilmiş, üstüne geri vokal ve elektro gitar eklenmiş. barrett'in usulca çaldığı gitardan çıkan notalar çok leziz. bestenin naifliği ile sözlerin yumuşaklığı el ele ilerliyor. sözlerin bir kıtası çocuksu bir ilan-ı aşk. diğer kıtası ise aşıkları denizde süzülen balıklara benzetiyor. hatta barrett'i anan pink floyd şarkısı wish you were here'deki "we are just two lost souls, swimming in a fish bowl" kısmı belki de bu şarkının sözlerine bir göndermedir. terrapin, aslında bir çeşit tosbağa. bu da şarkıda deniz teması ile uyumlu. bu arada barrett, solo kariyerinde hayvanlara çok sık referans verilmekte ki bu bence çok ilginç çünkü floyd'a yazdığı sözlerde böyle bir durum (lucifer sam dışında) pek yok. belki de insanlardan uzaklaştıkça, sanatçı kendini hayvanlara daha yakın hissediyor olabilir. bolca defo içeren bir albüm içindeki bu şarkı (girişteki "okay?" sorusunu saymazsak) hatasız ve doğru düzgün ilerliyor. belki de bu nedenle şarkı, barrett'ın solo kariyerinin popüler şarkılarından biri oldu.

2. No Good Trying

no good trying, albümün daha sert şarkılarından biri. pink floyd havasını bir miktar almamız mümkün çünkü yukarıda da bahsetigim gibi soft machine'in barrett'a eşlik ettiği iki şarkıdan biri bu. robert wyatt davulu barrett'in karmakarışık ruh halini yansıtacak kaotiklikte çalıyor. mike ratledge'in klavye solosu da bir psychedelic rock havası katıyor. barrett'ın elektro gitar tonu sert. ayrıca gitar performansının bir kısmı kaydediklikten sonra geriye sarılmış gitar sololarından oluştuğu için karmaşık bir hava yaratılmış. şarkının müzikal atmosferi çok iyi olsa da şarkının asıl bestesi aslında bu kadar saykodelik ya da sert bir düzenlemeyi kaldıracak güçte değil. tüm eklemeleri kaldırınca ortaya terrapin misali sakin ve ağır bir şarkı çıkıyor. o yüzden şarkıda tam bir oturmuşluk hissedemiyorum. vokalist barrett daha sade iken, gitarist barrett çok daha sert. soft machine iyi çalsa da dağınık barrett'ı bir araya getirmeye çabalayan bir müzisyen ekibi görünümündeler. ama bu uyumsuzluk da bu albüm özelinde çok sıkıntı değil. sözlerde genel olarak barrett, sevdiği kız ile ne kadar farklı olduğu anlatsa da tam olarak bu aşk temasına oturmayan ama çok güçlü imgeler de şarkının içinde mevcut.

3. Love You

love you ile yine bir mod değişikliği hissediyoruz. şarkı, barrett'ın floyd için yazdığı şarkılarda gördüğümüz çocuksuluğunun tavan yaptığı şarkılardan biri. çok pozitif bir havası var. sözleri saf bir aşkı anlatırken, tam anlamıyla bir tekerleme gibi tasarlanmış. genel olarak çok tatlı ama bazı bölümlerde sözler, besteye göre kısa kalıyor. o bölümler bir miktar kulak tırmalasa da bu barrett'ı pek rahatsız etmemiş ki dokunulmamış. bu şarkıda da soft machine çalmakta. ama bir önceki şarkıda çılgın atanlar onlar değilmiş gibi bu şarkıda oldukça sempatik bir performans gösteriyorlar. ratledge'in klavyesinden çıkan, şarkının bestesinden bağımsız dursa da şarkıya yine de yakışan ksilofon tonunda sololar, şarkıyı daha da eğlenceli hale getirmiş.

4. No Man's Land

"love you"nun ardından albüm yine çok sertleşiyor ve barrett'ın kıyıda köşede kalmış en iyi şarkılarından biri olan no man's land'i dinliyoruz. hava olarak "no good trying"i andırsa da ondan çok çok daha iyi bir şarkı. yine sert bir gitar tonu dinliyoruz ama bu sefer barrett, hem vokal olarak hem de gitar soloları ile ondan daha önce duymadığımız ve duymayacagimiz kadar rock bir eser kaydetmiş. şarkının temposu bir tık daha hızlı, vokal bir tık daha yırtıcı olsa şarkının tarzına hard rock bile denebilir. "when i live, i die" mısrası da bu sert havaya katkıda bulunuyor. şarkıda soft machine çalmadığı için saykodelik bir hava yok. onlara kıyasla davulda jerry shirley daha klasik bir rock ritmi kullanmış. bas gitarda willie wilson da iyi duyuluyor. bas gitarın önde olması da şarkının sertliğine başka bir katkı. şarkının sonunda tam olarak ne dediği anlaşılmayan sözler var. bazı yerlerde bunun bir kayıt hatası, bazı yerlerde ise bilinçli bir tercih olduğu yazıyor. her halükarda albümün karmaşasına iyi bir katkıda bulunuyor.

5. Dark Globe

albümdeki ilk dört şarkıyı malcolm jones kaydetmişti. beşinci şarkı dark globe'da ise gilmour ve waters ikilisi prodüktörlük yapmakta. dark globe, barrett'ın en bilinen şarkılarından. r.e.m ve placebo da bu şarkıyı kaydetmişti. en bilinen olmasının nedeni müzikal olarak barrett'ın en kolay algılanabilen şarkılarından biri olması. sonuçta akustik gitarın üstüne hem tatlı hem hüzünlü bir şarkı söyleyen birini dinliyoruz. ama sözlere baktığımızda barrett'ın en acı şarkılarından biri. hele de öyküsünü bilince. "ah, neredesin şimdi" diye başlayan şarkı, kendini kabuğuna çekilmek zorunda hisseden ama yalnız da kalmaktan korkan kırılgan bir ruhu yansıtıyor. imgelerle dolu bir eser. mesela en başta barrett'ın bir söğüt ağacından yere düşen bir yaprak olduğunu dinliyoruz. bunun pink floyd'a bir gönderme olduğunu söylemek elbette mümkün. bu kopukluk, yalnızlık teması şarkı boyunca belirgin. zaten nakaratta duyduğumuz "lütfen bir el uzat" ve de en önemlisi "beni özlemeyecek misin? beni hiç özlemeyecek miydin?" gibi sözler can yakıyor. barrett, bunları söylerken kaydı yapanların eski grup arkadaşları olması bu durumu daha da etkileyici kılmakta. barrett, kendi için çok tiz bir tondan şarkıyı söylüyor. hatta bu nedenle baştaki "pussy" kelimesinde detone olmakta. bu da kayıtta tutulmuş. bu detone ve diğer çatlaklar, bir de gitarın akorlarının zaman zaman beklenilmeyen anlarda değişmesi, barrett'ın dağınık ruh hali ile uyumlu. sonuç olarak bu kayıtta yalnız bir adamın çığlığını dinliyoruz. bir de "opel" albümünde bu şarkının wouldn't you miss me adıyla yayınlanan bir erken kaydı var. bu kayıtta barrett, şarkıyı daha pesten kaydetmiş. kayıt daha uzun. daha da karanlık. bence şarkıdaki yalnızlığı o versiyon daha iyi sunmakta. keşke bu versiyon albümde yer alsaydı ama herhalde çok depresif olacağı düşüncesi ile bunu istemediler.

6. Here I Go

"dark globe" sonrası yine bir mod değişikliği yaşıyoruz ve here i go ile albüm tekrardan naif ve pozitif bir moda bürünüyor. şarkı bir miktar "love you"yu andırsa da ona kıyasla daha pop bir eser. deneysel, olağandışı şeyler yerine kıta-nakarat-kıta-nakarat ilerleyen düzenli bir şarkı dinliyoruz. malcolm jones'un dediğine göre şarkı, stüdyo kayıtları sırasında çok kısa sürede yazılmış ve hemen kaydedilmiş. başka bir kaynakta ise bu şarkının bir müzik grubu için yazıldığı ama daha sonra barrett'ın kendi kaydetmeye karar verdiği anlatılıyordu. sözlerinin çok direkt olması, müziğinin basit olması bu iddiayı destekliyor gibi. şarkı, bir adamın çok sevdiği ama kendisini bir türlü beğendiremediği bir kızın kardeşi ile aşık olması ve onunla evlenmesi gibi pembe dizi bir konuya sahip. şarkı, hem barrett'ın çocuksuluğunu içeriyor ama konu olarak da barrett'tan hiç duymadığımız kadar farklı. sonu sürprizli olsa da genel olarak klasik ve mizahi bir aşk şarkısı aslında. no man's land'deki ekip bu şarkıda çalsa da iki şarkının tarzı ne kadar da farklı. lakin bu şarkıda wilson'ın bas gitarı neredeyse hiç duyulmuyor. bundandır ki "an introduction to syd barrett" toplamasında david gilmour stüdyoya girip bu şarkının bas gitarını yeniden kaydetti. hatta aynı dönem kendisi bu şarkıyı da bir radyo programında yorumladı.

7. Octopus

albümün en karakteristik şarkılarından biri octopus. şarkıyı barrett, floyd ile son günlerinde bestelemiş ama gruba sunmaya vakti olmamış. o dönem yazdığı diğer şarkılar karmaşık ruh halini yansıtsa da "octopus" bunlara göre daha pozitif. barrett'ın ruh halini doğrudan yansıtmıyor. lakin, şarkının durmadan dönüp duran bir ahtapot ve içinde bulunduğu lunaparkın karmaşasını anlattığını görüyoruz. bu bakımdan the beatles'ın helter skelter'ını andırsa da bir esinlenme herhalde yok çünkü octopus'un helter skelter ile benzer zamanlarda yazıldığını görüyoruz. küçük, hoş bir tesadüf. sözlerdeki bu karmaşa, sanatçının iç dünyasına açılan bir pencere. elbette bu lunapark ve ahtapot temasının the piper'da bolca, bu albümde de ara sıra duyduğumuz çocukluk hissiyatı ile uyumlu olduğunu söylemeli. şarkı önce peter jenner'in prodüktörlüğünde kaydedilmiş, sonra da soft machine ilk kaydın üstüne çalmıştı. ama david gilmour, o dönem clowns and jugglers adında olan bu şarkıyı yeniden kaydetmeye karar verdi ve adını "octopus"a çevirdi. böylece şarkının ilk versiyonundaki saykodelik hava, daha klasik bir rock havaya dönüştü. şarkıda gilmour'un bas gitar, bir rivayete göre davul da çaldığını da söylemek lazım. düzenleme biraz standart olsa da barrett elbette pek standart değil. şarkının sözleri dinleyenin kafasında resimler çizmesini sağlıyor. bol bol tasvir içermekte. bir kısım sözler bazı eski ingiliz şiirlerinden alınma. bu da barrett'ın klasik edebiyata düşkünlüğünün bir yansıması. sözlerde anlatılan lunaparktaki adrenalin patlamasını uyuşturucu ile bağdaştırabiliriz. ama "isn't it good to be lost in the woods?" mısrası ile başlayan kısımda müzik yavaşlıyor, sözlerde de bir yalnızlık hissediliyor. bu da belki de uyuşturucu ile bastırılmaya çalışılan problemlerin gün yüzüne çıkması gibi algılanabilir. ama bu kısım çok sürmüyor ve şarkı sonuna kadar daha hareketli bir performans dinliyoruz. barrett'ın şarkının genelindeki vokali, kendisinden duymaya çok alışık olmadığımız kadar enerjik. şarkıya çok özendiği belli oluyor. zaten, şarkı albümün ilk ve tek single'ı olarak yayınlandı.

8. Golden Hair

octopus, ingiliz edebiyatından etkiler taşırken, onu takip eden golden hair edebiyattan etkilenmenin bir adım ötesine geçiyor çünkü şarkı aslında bir james joyce şiiri. bu kısa şiiri barrett, daha pink floyd ile çalar iken bestelemiş. belki de hilarie beloc'un bir şiirini matilda mother haline getirdiği dönemde bu şarkıyı da besteledi. bilinmez. bestelenme tarihini bilmeseydik bile pink floyd havasını bu şarkıdan alabilirdik. chapter 24'a benzer, mistik bir havası var şarkının. her mısra 8 heceden oluşuyor. her hece de bir akora denk düşüyor. bütün şarkı bu akorların tekrarından oluşuyor. bu da hipnotik bir durum. hele bir de bu döngü, vibrafon ve ziller ile desteklenmiş ise. bu enstrümanları kimin çaldığı bir muamma. malcolm jones'a göre rick wright'ın eli değmiş olabilir ama bunu elbette şarkının düzenlemesini yapan barrett ve gilmour bilir. çok kısa olan şiir, altın saçlı sevgilisi şarkı söyleyince işi gücü bırakan bir adamı anlatıyor. müzik için ressamlıktan ve daha sakin bir hayattan vazgeçen barrett için bu şiirin önemli bir yeri olduğu çok bariz. kısalığına rağmen albümün en iyi eserlerinden biri bu çalışma. bu nedenle octopus single'ının b yüzü olarak seçilmesi sürpriz değil.

9. Long Gone

bu noktadan itibaren bir süre david gilmour'un yanında roger waters'ın adını prodüktör olarak görmeye başlıyoruz. bu ekibin ilk ürünü de long gone. şarkı iki kısımdan oluşmakta. birinci kısım, barrett'ın derinden gelen bir ses tonu ile kendisini terkeden hanımefendiden bahsettiği ve daha sakin ilerleyen bir şekilde. bu kısmın sonlarına doğru bir klavyenin yavaş yavaş şarkıya dahil olduğunu anlıyoruz. nakaratlarda ise bu ayrılığın barrett'a hissettirdikleri değinilmiş. bu bölümde sakin bölümlere kıyasla duygusal bir patlama var. biri pes biri tez iki vokal kaydı yetmezmiş gibi, bir de daha geri planda tutulan ve barrett'ın bağıra bağıra nakaratı söylediği bir üçüncü vokal de eklenmiş. waters'ın başta careful with that axe, eugene olmak üzere deliliği çığlık ile anlattığını biliriz. bu nedenle nakaratlardaki çığlık fikrinin waters'tan geldiğini tahmin ediyorum. burada klavyenin de sesi oldukça açılmış ve ses seviyesi yukarı çıkarılmış. klavyeyi kimin çaldığı muamma bilinmiyor. şarkının kendine has, karanlık bir havası var. özellikle şarkı sözlerindeki ayrılığı, syd'in gruptan ayrılığı ya da aklının bedeninden ayrılması gibi düşününce şarkının değeri biraz daha artıyor.

10. She Took A Long Cold Look

bu ana kadar albüm, syd barrett'ın zor ruh halini ve müzisyenliğinde aksamaları elinden geldiği kadar iyi bir şekilde gizliyor. elbette bazen barrett detone oluyor, ritm kaçırıyor ama genel olarak baktığımızda ilginç bir müzik deneyimi yaşıyoruz. ancak she took a long cold look ile gilmour ve waters, syd'ın makyajsız halini dinleyiciye sunmaya karar vermişler. bu da ilginç bir tecrübe. she took a long cold look, şirin bir beste. sözleri de yine aşk ve syd barrett'in kendi dünyasında hissettikleri hakkında. ama şarkı tam olarak bir demo. barrett'ın aklında bir fikir var ve bunu sesli düşünüyor gibi. gitar performansı biraz rastgele. kıtalar arasında verdiği boşluklar rastgele. ve de tabii ki de şarkının ortasında barrett'ın gitarı durdurup, önündeki sayfayı cevirip şarkıya devam etmesi var. sonlara doğru da barrett kısa bir duraksıyor. bunlar barrett'ın o dönemki ruh halini arşivlemek için yapılmış elbette. ki bu da önemli. ama yine de albümün müzikal ilerleyişine bir darbe vuruyor.

11. Feel

feel, stüdyodan gelen "feel, take one" komutu ile başlıyor, bir süre süren boşluktan sonra şarkı giriyor. burada da barrett, yine kendine has, ritmleri reddeden bir performans sergiliyor. oldukça direkt bir kayıt. kıtaların sonunda vokale bir miktar eko verilmesi dışında hiçbir ekstradan dokunuş yok. barrett'ın yalnızlığını en çiğ biçimde yansıtan şarkı belki de bu. o yüzden şarkı içindeki hatalara, defolara rağmen içten olduğu kesin. buna rağmen acaba gilmour ve waters, dümdüz kayıt almak yerine şarkının üstüne biraz daha düşüp, onu daha etkileyici bir hale getiremezler miydi acaba diye de düşünmekten kendimi alamıyorum. yine de barrett'ın hem karanlığı hem de gökkuşağını aynı anda barındıran ruh haline şahit olmak için özel bir şarkı. barrett da böyle düşünüyor ki şarkının sonunda duyduğumuz "the last one is a diamond actually, alright" yorumunu yapmış. gilmour ve waters da bunu şarkının sonuna katmayı tercih etmişler. fikir olarak iyi olsa da böyle tercihler sanki albümün kendisi yerine albümün yapılışının belgeselini dinliyormuşum gibi hissettiriyor.

12. If It's In You

albümün en tartışma yaratan şarkısı if it's in you olsa gerek çünkü bu şarkıda gilmour ve waters, önceki iki şarkıda olduğu gibi defolara dokunmamak istemişler. lakin bu şarkıdaki defolar biraz daha büyük. keza barrett, şarkıya iki kez girmeye çalışıp giremiyor. hadi birincisi o kadar kötü değil. ikincisinde ise barrett'ın tize çıkmaya çalışırken çok fena detone olmasını ve bir anda ne yapacağını bilemeyip, burayı kesmeleri için gilmour ve waters'a rica etmesini dinliyoruz. barrett, sanki çok beceriksiz bir vokalmiş hissiyatını yaratıyor ki bu kendisine haksızlık. barrett'ın detone olduktan sonra şaşkınlığı da bana nedense çok üzücü gelmiştir. yani nereden bakarsak bakalım, bu kaydı albüme herhangi bir değer katmak bir yana, akıl sağlığı ile ilgili sıkıntıları olan bir adamın imajını zedelemek olarak görüyorum. şarkı da barrett'ın en güçlü şarkılarından biri değil. sözleri çok sürreal. barrett, anlattığı konudan daha çok kelimelerin uyumuna dikkat etmiş. bunu da görece neşeli bir melodi ile yapmış. iyi bir düşünce ama şarkının eskiz aşamasında olduğu çok bariz. kıtalar arasında neler olması gerektiğini, şarkının nasıl bitmesinin gerektiğini barrett tam olarak kararlaştırmamış gibi. vokal şarkı boyunca zaman zaman kayıyor. albümün zayıf anlarından biri.

13. Late Night

peter jenner ile yapılan kayıtlarından albüme girebilen tek şarkı late night albümü kapıyor. benim için albümün en oturmuş şarkısı bana hep "late night" olarak gelmiştir. barrett'ın o dönem çalmayı çok sevdiği slide gitara doyuran bir şarkı bu. slide gitar birkaç kez üstüste kaydedilince ortaya saykodelik bir hava çıkmış. zillere yüklenilen davul ile hipnotik bir etki yaratılıyor. altyapının bu kadar hoş olmasından mıdır bilmem ama bu şarkı enstrümantal olarak opel albümünde de yer almıştı. sözlere baktığımızda da "terrapin"deki naifliği burada da görebiliyoruz. belki de bir döngü yaratmak için bu şarkı en sona eklendi. oldukça çocukça bir aşkı anlatan şarkı "inside me i feel, alone and unreal" gibi basit ama yalnızlığı doğrudan anlatan sözleri ile sadece bir aşk şarkısı olmak yerine, albümün genelinde olduğu gibi yalnızlık ve depresyona da değinmekte.

"the madcap laughs" inip çıkan, gidip gelen bir ruh halinin müzikal yansıması

bir an sakin ve aşk dolu iken, diğer an donuk olabiliyor. bir an her enstrüman şarkının hakkını verirken, diğer an herkes ayrı telden çalabiliyor. dinlemesi kolay değil. hem düşmekten çok korktuğu belli ama bir yandan da düşmek için elinden geleni yapan genç bir müzisyenin son çabaları bu kayıtlar. zorlu geçen bu çalışmanın barrett'a iyi geldiğini iddia etmek mümkün. keza albümün 1970'in başında yayınlanmasının hemen ardından barrett, ikinci albümü için stüdyoya girdi ve daha derli toplu bir albüm olan barrett'ı yayınladı. ama barrett'ın sosyalleşme yeteneği gitgide kötüleşti. konserlere çıkacak cesareti ve de isteği yoktu. arkadaş çevresi gitgide daralıyordu. bir yandan da eski grubu, gitgide büyüyordu. barrett'ın solo çalışmalarının floyd albümleri kadar satmaması ve beğenilmemesi de barrett'ın devam etme motivasyonunu öldürdü. artık ilham gelmiyordu. eski dostu peter jenner 1974 yılında barrett'ı yeni bir solo albüm için zorladı. bunun barrett'a iyi geleceğine inanıyordu. ama barrett'ın elinde hiçbir şey yoktu. 20'li yaşlarının başında dinleyiciyi bambaşka dünyalara götüren şarkı yazarı, 28 yaşında klişe blues riflerini yarım yamalak çalabilen birine dönüşmüştü. o andan sonra müzik ile ilgili hiçbir şey yapmadı. syd barrett, aslında o gün öldü. onun yerini vaktini annesi ve kardeşi ile geçiren, bahçesi ile uğraşan, resim yapan herhangi bir vatandaş olan roger keith barrett aldı. pink floyd ne kadar büyüdüyse, roger keith o kadar küçülmeyi tercih etti. iki taraf da bundan oldukça mutluydu.

3/5 verdim gitti.

albümü en iyi anlatan şarkılar: octopus, dark globe, she took a long cold look at me

Atiye Dizisi Üzerinden Kendini Aramak Üzerine Yola Çıkanlara Tavsiyeler

Pink Floyd Efsanesini Yarattıktan Sonra Gruptan Ayrılıp Kendi Yolunu Çizen Sessiz Dahi: Syd Barrett