Postmodern Edebiyat Tam Olarak Neyi Temsil Ediyor?

Mimaride başlayan ve 20. yüzyılda edebiyat dünyasında da kendisini gösteren postmodernizmin ürünü olan postmodern edebiyat nedir, özellikleri neler?
Postmodern Edebiyat Tam Olarak Neyi Temsil Ediyor?
iStock


“edebiyat nedir?” sorusunun ortaya çıkışı ile “edebiyat”ın ortaya çıkışı arasında muazzam bir zaman farkı vardır. bu soru çok geç sorulmuş bir sorudur, hatta ve hatta neyin edebiyat sayılıp sayılmayacağı bile bir yüz küsur yıl öncesine kadar muallakta kalmıştır. bu soru ile birlikte “edebiyat” çok farklı bir istikamete girmiş, kimilerinin postmodern dönem dedikleri kimilerinin ise karşı çıktığı o yeni dönem başlamıştır. burada yeni dönem derken kastedilen nedir? yeni dönem dediğimiz bu dönemde bütün mesele metinlerarasılık, pastiş, üst-kurmaca, ironi, parodi ve kolajdan mı ibarettir? ve bu yeni dönem bir arayış mıdır yoksa bir başkaldırı mı?

eagleton 18. yüzyılda edebiyatın ne anlama geldiğini anlatırken “edebiyat ‘hissedilen deneyim’, ‘kişisel tepki’ veya ‘hayal gücünün eşsizliği’ sorunu değildi: bizim bugün ‘edebiyat’ fikrinin bütününden ayrı düşünemeyeceğimiz bu kavramların henry fielding için pek anlamı yoktu” der ve ekler: “aslında bizim kullandığımız edebiyat tanımları, bugün ‘romantik dönem’ adı verilen dönemde gelişmeye başlamıştır. edebiyat kelimesi modern anlamıyla ancak 19. yüzyılda devreye girmiştir” (32). 

o zaman burada karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor

edebiyat 19. yüzyıla gelene kadar saf bir yazın eylemiydi. ister bir ilaç reçetesi olsun ister fizik yasalarını anlatan bir kitap olsun, her türlü yazma eyleminin ürünü değeri doğrultusunda edebiyatın havuzuna dâhil ediliyordu. daha açık bir ifadeyle: edebiyat salt bir fayda ve değer ürünüydü. 19. yüzyılın faydacı edebiyat anlayışı geride kaldı, son yüzyıl içerisinde edebiyat, eleştirmenler ve yazarlar nezdinde oyun hamuru hâline geldi diyebiliriz. artık (modern ya da postmodern fark etmeksizin) edebiyat, ister yazım süreci olsun ister daha öncesi olsun üç zamanlı bir şekilde ele alınıyor. göstergelerin kendilerini gizlediği, gösterenlerin ise sayfada oyunlar oynamaya başladığı bir sürece çoktan girildi.

adorno sanatın, malzemesini ve eninde sonunda biçimlerini de gerçeklikten aldığını söyler (152). eğer adorno’nun bu vurgusundan yola çıkacak olursak, aydınlanma’nın tanrı’yı zihinlerden kovmak için verdiği savaşa bakmak gerekir. bu savaş bize, edebiyatın neden 19. yüzyıla kadar insanların duygularına değil de akıllarına seslendiğini, bir değer meselesi olduğunu ve tanımının altında da neden sağlam bir akılcı yaklaşım yattığını açıkça gösterecektir. o zaman şunu sormak gerekir: edebiyat bu kadar akılcı mıdır? günümüzde buna katılmanın mümkün olmadığını söyleyebiliriz, zira edebiyat bir nevi akıl dışı olanın, kurgunun, ironinin ürünüdür; güzelin, çirkinin, iyinin, kötünün iç içe geçtiği, kimi zaman ise mantık kurallarının dahi işlemediği bir mecradır ki gücünü de bu belirsizlikten ve karmaşadan alır. hatta ve hatta romantiklerin o ideal edebiyat tanımı bile geride kalmıştır. bataille’in deyimiyle edebiyat masumiyetini yitirmiştir (12). işte bu masumiyet yitimini gerçeklik zeminine oturttuğumuzda iki dünya savaşını, büyük buhranı ve onlardan arta kalan gerçeklikleri satırların arasında görmemek kaçınılmaz olacaktır.

modern dönemin nerede başlayıp sonlandığı sonu gelmemiş tartışma konusudur. aynı şekilde postmodern döneme adım atıp atmadığımız da tartışmalıdır, turan karataş 1890-1930 arasını modernizmin egemenlik devri olarak belirtir (405); ancak edebiyat penceresinden bakarsak bu yolun, cervantes’e değin uzanan bir yol olduğunu unutmamak gerekir. octavio paz’a göre modern toplumun bunalımı -ki bu bunalım dünyamızın ilkelerinin ve her şeyden önce de akılcı düşüncenin bunalımı- romana, tıpkı şiire dönüş gibi yansıdı. cervantes’in başlattığı hareket, ters yönde olmakla birlikte, günümüzde de joyce’da yineleniyor. proust’ta, kafka’da yineleniyor (21). burada bahsi geçen hareket bir nevi yazarın toplumunu sorguya çekmesidir, onu yeri geldiğinde göklere sığdıramadığı gibi yerin dibine de sokabilmesidir. paz’a göre yazar o klasik tabirle “çağından sorumludur” ve bu sorumluluğu modern anlamda ilk üstelenen de paz’a göre cervantes’tir. “çağdaş roman ve tiyatro, bir doğumu kutlamıyor, ama düpedüz bir cenaze törenine katılıyorlar: kendi öz dünyalarının ve onun doğurduğu biçimlerin cenaze törenine” diye devam eder (paz 23). onun bu alıntısını biraz genişletmek gerekirse karşılaşacağımız tablo hemen hemen şöyle olacaktır: destanlardan çekip alınan o ideal kahramanlar artık savaşlardan, açlıktan, kan davalarından, vebadan, koleradan bıkmışlardır; toplumu yönetenlerin artık 12 olymposlular olmadığını görmüşler, ahlak ve adalet tanımlamalarının orta çağ’ın dehlizlerinde aslında hiçbir karşılığı olmadığının farkına varmışlardır. elbette bu farkına varma 400 yıllık sancılı bir sürecin ürünüdür; öyle ki bu süreçte giyotinin keskin sessizliği pek çok kahramanın boynuna doğru süzülecektir.

1945’e geldiğimizde “şimdi ne olacak? daha güzel bir dünya mümkün mü? bu son muydu?” gibi sorular havada uçuşuyordu

umutsuzluk ve umut aynı safta yürüyor, ikisi de birbirine tedirgin bakışlar fırlatıyorlardı. edebiyat açısından hiçbir sorun yoktu, aksine savaştan kurtulabilen nice yazar -yahut yazar adayı- bir yazı makinesi gibi ürün çıkartmaya başlamıştı; savaş anıları, savaş karşıtlıkları, iyimser hümanizm, kötümser hümanizm, hümanizme lanet okuyanlar, kaos peşinde koşanlar, düzen arayanlar… her türlü kafadan, nitelikli yahut niteliksiz, illa ki bir ses yükseliyordu, yani işler yolundaydı. asıl tıkanıklık savaşın çocukları yazmamaya, yazamamaya ya da ölmeye başlayınca çıktı. artık şiddetli duygular, epifani, aşkın deneyimler ve farklı hikâye anlatıcıları ortada yoktu. artık sıkılan, bunalan, sorgulayan, cevap bulamayan, bulduğu cevaptan tatmin olamayan yazarlar yetişmeye başlamıştı. tüm bunlara karşın, sorularına kısmen de olsa cevap bulabilmiş; pozitivizme, aydınlanma’ya ve getirilerine başkaldıran ve yazının sıfır derecesine gözlerini dikmiş asiler de yetişmişti. tüm bu insanların ortak noktası ise yazıyı eğilip bükülebilen bir dördüncü boyut gibi görmeleriydi, yeni ve erişilmez olanın peşine düşmüş birer altın avcısına dönüşmüşlerdi; ama sorun şuydu ki hazine çok derinlerdeydi, iyice kazmak gerekiyordu. işte! kabul etsek de etmesek de postmodern dediğimiz edebiyatın arkeolojisi bu karşı koyma ve biçim kaygısıyla başladı.

postmodernizmden söz etmek isteyen herkes bir riski üstlenmek durumundadır

sanattan söz ettiğini zannediyorken birdenbire modanın alanına kayma riskidir bu, felsefeden söz ederken gazeteciliğin ve ruhsal röportajın alanına çekilme riski… ama postmodern de bununla ilgilidir zaten: sınırların yavaşça erimesi, mesafelerin ortadan kalkması, ayrım çizgilerinin belirsizleşmesi (koçak 8). bu belirsizliğin kaynağı da dildir. postmodernizm bugünkü anlamına 1930’larda değil, ancak 1970’lere gelindiğinde kavuşmuştur. orhan koçak’ın 1992’de yazdığı “modernizm ve postmodernizm” başlıklı yazısından günümüze 25 yıl geçti ve yazı hâlâ güncelliğini korumaktadır, ancak toplumsal incelemeler renk paletini genişletmiştir; enformasyon toplumu ve postsanayi toplumları gibi kavramlar siyasetin, sosyolojinin alanına dâhil olmaya başlamışlardır. edebiyatta ise bu genişleme kendini pek gösterememiş, rus biçimcileri’nin ve prag ekolü’nün getirdiği yeni bakış açısı hariç, edebiyat eleştirmenleri cevapsız soruların peşinde koşmaya devam etmişlerdir. rus biçimcileri’nin ve prag ekolü’nün bu sorulara ne kadar doyurucu cevap verebildikleri ise başka bir konunun başlığıdır. postmodern anlatı bağlılığı, kuralcılığı reddeder. söylenecek her şey söylenmiştir, bu yüzden de ne yaratımdan ne de orijinallikten söz edilebilir. metin dışı imkânsızdır. özgünlük yoktur, her şey kopyadır, taklittir. bütün yorumlar birbirinden ürer. güzellik, estetik duygusu seçkinciliktir ve reddedilmesi gerekir. postmodern metin bir “arayış” biçimiyle karakterize olur (tosun 78). bu arayış modernde olduğu gibi derinlerde değil, aksine yüzeyde gerçekleşir; daha doğrusu derini yüzeye taşıma işlemidir. madem her şey söylenmiştir, artık söylenmiş olanları daha önce söylenmemiş bir biçimde söylemek gerekecektir.

konuyu bir savaş alanına taşırsak taraflar üç aşağı beş yukarı bellidir. bir tarafta gerçekçiliğin peşinden gidenler, bir aynayı elinde tutmak isteyenler; diğer tarafta ise insan dışı olanı kurmacadan kovmak, sanatsal olmayanı yok saymak isteyenler. diğer bir deyişle yaşanan gerçekliği ya da gerçekliğin yaşanmasını görmek isteyenler ve biçim üzerine kafa yoranlar. wayne c. booth buradan hareketle yazardan beklenen tavırlar ve okurdan beklenen tavırlar doğrultusunda bu iki tarafı da halıdaki desenlere dökmeye çalışmıştır (50). bu durumda yeni sorumuz şudur: yazarın yaratısı mı okuru farklı beklentilere itmiştir yoksa okurun yeni beklentileri mi yazarı değişime zorlamıştır? buna uygun bir cevap vermek çok güçtür, zira her yazarın müstakil bir okur olması ile her okurun bir yazar adayı dahi olmaması açık bir veridir. bu durumda klasik cevap şu olacaktır: yazar okuru değişime zorlamıştır. ancak bu cevapta eksik olan bir kısım vardır ki o eksikliği de frankfurt okulu kültür endüstrisi kavramı ila açıklığa kavuşturmuştur. kültür endüstrisi, ne modernin ne de postmodernin kıskaçları arasındadır; o desteğini daha çok ürün, talep eden ve üretim odakları arasındaki çağlar boyu süren etkileşimden almaktadır. bu nedenledir ki niteliği belirleyen baskın bir öge daha vardır, o da kültür endüstrisinin temel aygıtlarıdır.

todorov, ian watt’ın kurmacada bireyselleşmenin dönüm noktası olarak robinson crusoe’yu göstermesini yerinde ve ikna edici bulur (98) ancak robinson crusoe kurmaca içerisindeki bireyin doğuşunu temsil eder, yazar burada hâlâ bir gizin arkasındadır, metin içerisinde de kendini olabildiğince saklamaya devam etmektedir. ian watt’ın ve todorov’un neden don kişot’u değil de robinson crusoe’yu dönüm noktası olarak gösterdiğinin cevabı ise eserde bir mesaj kaygısının taşınıp taşınmadığıyla ilgilidir. don kişot açıkça evrensel bir mesajın peşinden giderken crusoe’nun herhangi aşkın bir öğreti ya da mesaj kaygısı yoktur, o evrensel mesajın değil kendi dünyasının hikmetlerinin peşindedir; vatansız, kimliksiz ve kısmen de zamandan muaf bir kişidir, daha doğrusu bireyin kendisidir. watt, don kişot’u örnek gösteremezdi; zira don kişot’u örnek göstermesi demek, odysseus’un evrenini gözden kaçırması anlamına gelirdi. booth ise işi biraz daha ileri götürür ve watt’ın, “roman”ın başlangıcı olarak richardson’ı ve defoe’yu temel aldığını ortaya koyar. bunu da watt’ın, richardson ve defoe karakterlerindeki detaylı özellik ve özerklikle birlikte ortaya konan gerçekçiliğe dayandırdığını belirtir (booth 51). bireyin, daha doğrusu bireyin doğuşunun önemi şurada yatmaktadır; birey artık sadece bir fikrin değil bir eylemin, bir edimin, bir yapının ürünüdür ve yapıyı gerek sözlü gerekse de sözsüz olarak bozar ya da tekrar inşa eder, kurmaca her zaman olmasa da bir yapı meselesi hâline gelmeye başlamıştır. bu başlangıçtan (defoe’nun başlangıcından) sonra gelinen noktayı açıkça gösteren örnek ise michel tournier’nin cuma ya da pasifik arafı’dır.

dil, eser ve edebiyatın bir sacayağının her bir ayağını oluşturduğunu öne sürmek farkında olmadan yanlış bir ayrıştırmaya mı varmaktır? 

bu soru muhtemelen amatör bir okuyucuya alakasız, hatta saçma gelecektir. okuyucu, dil ve eserin bir bütün olarak edebiyatı oluşturduğunu söyleyecektir ancak atlanmaması gereken nokta şudur: eser tek başına bir dil ürünü olarak söylemin ürünüdür, ancak edebiyatlaşması yani onun edebiyatın bir ürünü olmasını sağlayan şey okurun, eserin üzerine çıktığı yorum alanıdır. işte bu yorum alanı eseri nesnelliğinden, dil ürünü halinden kurtarır ve onu edebiyatın alanına sokar. foucault işte bu nedenle dil ve eserin yanına edebiyatı yerleştirerek, onu tam olarak eser de, dil de olmayan bir üçüncü unsur olarak tanımlar ve dilin aslında edebiyatın içini oyduğunu söyler (64). bu nedenle günümüz edebiyat anlayışına zemin hazırlayan bu söylemler, postmodernizmin hazırlayıcıları olarak “edebiyat nedir?” sorusunun yanına “dil nedir? nasıl yapılanmıştır?” sorularını da iliştiriverir. derrida bu soruya dilin köküne kadar eğretilemeli olduğunu, dilin benzetme (trop), değinmece (kinaye), değişmecelerle (mecaz) çalıştığını özellikle vurgular (akt. sarup 74).

postmodern ile birlikte birey ve dil gibi zaman da artık bozulmaya, ya da daha doğru bir ifade ile “bozuma” uğrayacaktı. metin artık düz bir çizgide gitmeyecek, aksine daireler çizmeye, kavis almaya başlayacak; yatay (horizontal) akış yerini dikey (vertical) parçalanmaya bırakacaktı. burada tüm bu zamansal değişikliğin temelini postmoderne dayamak modernin getirilerini görmezden gelmek olacaktır ki bu problemi görmek için tristram shandy’e bakmak yeterlidir.

nurullah çetin, roman çözümleme yöntemi’nde

. . .olayların cereyan ettiği bir dış zaman dilimi (nesnel zaman) var, bir bu geniş zaman diliminin bazı anlarında, bazı günlerinde, bazı aylarında, bazı yıllarında geçen olaylar var (vak’a zamanı) bir de olaylar olup bittikten sonra romancı tarafından yazılırken, kâğıda aktarılırken ilave zaman dilimleriyle ya da zamanda kırpmalarla, yani yazar tarafından yapılan tasarruflarla yeniden kurgulanan bir zaman (anlatma zamanı) var. yazar, anlatma zamanına kendi zamanını da katabilir. diyelim ki tarihî bir olayı anlatırken bir vesileyle kendi dönemini, kendi zamanına ait olay, olgu ve kişileri de sokuşturabilir. (162-163)

diye belirtir ve zaman örgüsünün postmodern romanda nasıl işlendiğini belirtir.

zaman, dil ve mekân açılımları ile “postmodern durum” kendisini lügatımıza sokmayı bir şekilde başardı. ister kuyuya atılmış bir taş olsun, ister kuyunun kendisi olsun postmodern her zeminde olmasa da yazın zemininde kendi “gerçekliğini” çoktan yarattı. bu yaratım övgüye de layık olabilir yergiye de. bundan sonrası artık tamamıyla bir değer yargısı problemi olacaktır.

kaynakça

- adorno, w. theodor. edebiyat yazıları. çev. sabir yücesoy ve orhan koçak. istanbul: metis, 2008.

- bataille, georges. edebiyat ve kötülük. çev. ayşegül sönmezay. istanbul: ayrıntı, 2014.

- booth, wayne c. kurmacanın retoriği. çev. bülent o. doğan. istanbul: metis, 2010.

- eagleton, terry. edebiyat kuramı: giriş. çev. tuncay birkan. istanbul: ayrıntı, 2014.

- foucault, michel. büyük yabancı. çev. savaş kılıç istanbul: metis, 2015.

- koçak, orhan. “modernizm ve postmodernizm.” defter, ocak-haziran 1992

- paz, octavio. modern insan ve edebiyat. çev. turhan ılgaz. istanbul: remzi, 1993.

- sarup, madan. post-yapısalcılık ve postmodernizm. istanbul: kırk gece, 2010.

- todorov, tzvetan. sanatta bireyin doğuşu. çev. esra özdoğan. istanbul: yapı kredi, 2014.

- tosun, necip. modern öykü kuramı. ankara: hece, 2011.

Diğerlerine Kıyasla Türklerin İngilizce Konusundaki Endişesi Yersiz mi?