Queer Sinema İçinde Bile Farkını Ortaya Koyan Büyülü Bir Film: Call Me By Your Name

2017'nin en çok ses getiren yapımlarından olan bu büyüme ve aşk öyküsü, doğası gereği farklı hikayeleri konu edinen queer sinemanın içinde de fark yaratan, ferah bir eser.

Filmin fragmanını bir görelim


filmin uyarlandığı, andre aciman’ın aynı isimli romanını hiç duymamıştım. açıkçası filmi izledikten sonra da bunun ne kadar büyük bir eksiklik olduğunu düşündüm. ikisinin benzerlikleri ve farklılıkları hakkında çok fikrim yok. ama filmin anlattığı hikayenin kendi içerisinde oldukça devrimsel bir yanı var. üstelik bu öyle hiç de göze sokulmadan, çok incelikli bir şekilde ifade ediliyor.

80’lerde geçen bu ufak yaz aşkı hikayesi, bittiğinde güzel ve etkileyici bir film iken, üzerine düşündükçe nasıl bu tür filmlere bakış açımı değiştirdi diye düşünüyorum

çünkü çoğu zaman sevdiğim bir filmin üzerine düşündüğümde, filme dair olan sevgimde ufak bir azalma olur. bu film ise düşündükçe, tekrar tekrar zihnimde döndürdükçe (ki bunu sağlayan bir etkisi de var) ufak bir aydınlanma yaşamama neden oldu. uzun yıllardır var olan ama son zamanlarda daha çok duymaya başladığımız “queer sineması” kavramı, en azından bir tür olarak bana mantıklı gelmiyordu. elbette her sanat dalında da olduğu gibi, eserleri incelemek için bir klasifikasyon gerekiyordu ama bir aşk filmini cinsel yönelim üzerinden kodlamak bana doğru gelmiyordu. mesela ırkçılık sineması, azınlık sineması, dini sinema gibi kavramlar olmadığı gibi (belki de vardır tabi) eşcinsel sineması da filmin teması üzerinden zorlama bir sınıf geliyordu. tabi yakın zamanda yasaklanan festival düşünüldüğünde bunun olması gereken bir şey olduğunu ve eşcinsellerin görünür hale gelmesi adına faydalı olduğunu da düşünüyordum. benim derdim daha çok bu etiketlemenin daha kavramsal açıdan sıkıntılı olduğuydu. mesela en iyi queer filmi örnekleri diyebileceğimiz “blue is the warmest colour” ve “weekend” adeta farklı türlere ait filmler gibi geliyor. ya da mesela “stranger by the lake” filminin erotik gerilim olduğunu düşünüyorum ve yukarıdaki filmlerle de alakalı olduğunu düşünmüyorum karakterlerin eşcinsel olması dışında.

her neyse, filmlere eşcinsel ve heteroseksüel diye yaklaşmanın saçma bir yaftalama olduğunu düşünüyordum. çoğu zaman “bu film eşcinsel değil de heteroseksüel bir çifti anlatsa yine de izler miydim?” diye soruyordum kendime. eğer film aynı derecede ilginç geliyorsa, filme dair daha objektif yaklaştığımı düşünüyordum. “blue is the warmest colour” çok samimi, gerçek ve sert bir büyüme öyküsüydü ve karakterlerin cinsel yönelimleri heteroseksüel olsa da bu gücü koruyabilirdi mesela. elbette, “weekend” ya da yakın zamanda izlediğim “strella” gibi filmler gücünü ve orijinaliğini pek anlatılma fırsatı bulmayan hikayeleri anlattıkları için sağlıyorlardı. bu kötü bir şey de değildi elbette.

Blue Is the Warmest Color (2013).

“call me by your name”, bu düşüncenin saçmalığını güzel bir şekilde yüzüme vurdu

karşımızda iki biseksüel adamın yaşadığı ilişkinin hikayesi var. bunu bundan bağımsız değerlendirmenin orijinallik olduğunu düşünmek o kadar saçma ki? peki neden bu film, mesela “weekend” gibi bağımsız bir klasikten farklı ve devrimsel? bunu sanırım filmin değişik katmanlı anlatımını ifade ederken açıklayabilirim.

öncelikle söylemek lazım, bu film mükemmel bir ortamda geçiyor, kusursuz çekilmiş, oyuncular tüm yüreklerini ortaya koymuş ve kaynak romanı bilemiyorum ama senaryo çok iyi. teknik olarak kusur bulmak bir yana, filmin 35 mm’lik lens ile çekilmiş ve sıcak renklerin ön planda olduğu görüntüleri, sadece 80’ler atmosferı yaratmayı başarmıyor, sizi alıp tam olarak hikayenin yaşandığı yere götürüyor. şu yaşımda artık çok nadiren bir filmi izlerken, kendimi tam olarak filmin içerisinde nefes alıyor gibi hissedebiliyorum. o meşhur yaz tatili, benim karadeniz bölgesinin bir köyünde geçen, alakasız ama alakalı yaz tatillerimi bile anımsattı bana. gün boyu çimenlerde uzanıp, dalından yeni koparılmış meyveleri yediğim, dinlenmek, denizi dinlemek, hayaller kurmak dışında yapacak çok bir şeyin olmadığı günler… bu filmi izleyip de kendi ergenliğine dönmeyen 30 yaş civarı kaç kişi vardır? luca guadagnino, yönetmenlik açısından harika bir iş çıkarmış ve öncelikle tüm ekibi tebrik etmek gerek. bu projenin her karesinde arzularını ve sevgilerini hissetmek mümkün.

filmin insanı büyüleyen güzelliğini kenara koyacak olursak, tam olarak neden diğer filmlerden farklı olduğunu konuşmaya başlayabiliriz

bu filmin bir büyüme hikayesi, aşk hikayesi ve ilişkilerin doğası üzerine bir deneme olduğunu düşünüyorum. üstelik aşk hikayesi ile eşcinsel aşk hikayesi başlıklarını da ayırmam gerekir. çünkü ikisini farklı şekillerde incelemek mümkün. filmin büyüme hikayesi olan kısmı timothee chalamet’in canlandırdığı elio karakteri üzerinden ilerliyor. filmin ana karakterinin de kendisi olduğunu söyleyebiliriz. ama film kendini elio’nun bakış açısı ile sınırlandırmaktan da kaçınıyor. en çok dünyasına girebildiğimiz karakter kendisi olmakla birlikte, bir noktada armie hammer’in canlandırdığı oliver’ın da aslında bambaşka bir karakter olduğunu anlamaya başlıyoruz. büyüme öyküsü, bu türde filmler arasında en gerçekçi olanlardan biri. elio, alışık olduğumuz bir genç değil. zeki, meraklı, tutkulu ve kırılgan bir hali var. chamalet’in bu karakteri canlandırma konusundaki yeteneği sayesinde elio, şaşırtıcı ve büyüleyici bir karaktere dönüşüyor. ilk gördüğünde burun kıvırdığı oliver’ın rahatsız edici amerikan tavrı ile ilgili yaptığı suratsızlıklar, oliver’ın onda tetiklediği duyguların da etkisi ile kontrol edilemeyen bir noktaya savrulmaya başlıyor. gittikçe derinleşen dostlukları, sürekli altta saklı olan arzunun çıkacak bir delik bulmayı başarması ile ortaya çıkıyor. bu da çocuklarını çok iyi tanıdıklarını fark ettiğimiz anne ve babanın okuduğu şövalye ve prenses hikayesi ile oluyor. 


“konuşmak mı ölmek mi?” sorusu tarihin herhangi bir yerinde herhangi bir zamanda yaşamış olan bir eşcinselin yaşadığı durumu özetler nitelikte

üstelik bu sorunun cevabının “konuşmak ve aynı zamanda ölmek” olduğunu söyleyen yerler hala mevcut. elio’nun arzularını ifade edemedikçe yaşadığı “ölümcül” hisleri fark etmesini sağlayan bu masal, çok tuhaf bir açılma sahnesini de peşinde getiriyor. crema kasabasının meydanındaki tuhaf “savaş” heykelinin çevresinden yürürken söylüyor elio. her şeyi bilmediğini, aslında “önemli olan şeyleri” bilmediğini söylüyor. o kadar incelikli söylüyor ki, heykelin iki farklı yerinden geçerlerken elio kendi kendine tekrar etmeye devam ediyor. oliver ise zihninde bu ihtimali düşünüyorcasına yakalıyor. “düşündüğüm şeyi mi söylüyorsun?” bu sahnenin geçtiği döneme göre doğallığı ve incelikli yapısı izleyiciyi şaşırtıyor. “bu mu yani? bu şekilde mi anladı?” diye düşünüyor insan otomatik olarak. ama muhtemelen bu zaten dile gelmeyi bekleyen bir arzunun, bilinen bir şeyin, onaylanması gibi oluyor. gençliğinin enerjisi ile elio, oliver’ı gölün kenarında öpmeye başladığında, oliver’ın durdurma çabaları boşa çıkıyor. elio çünkü bu arzunun tek yönlü olmadığını biliyor.

filmin bir “aşk hikayesi” olarak ele alınması gereken nokta da bu. elio bu film boyunca yaşıtı bir kadınla ve bir meyve ile cinsel deneyimleri oluyor. bunları büyüme öyküsünün içerisine yerleştirmek gerek. zira elio’nun ne kadar sertleştiğini vurgulayan kız, olayın homoseksüel seksten, yani cinsellikten ziyade aşk eksenine yatırım yapmamızı sağlıyor. yani heteroseksüel seks sahneleri neredeyse eşcinsel olanlardan fazla. bu kararı nedeniyle eleştirilen luca guadagnino, kendini güzel bir şekilde açıklıyor. bu ikilinin aşkını hissetmek için seks yaptıklarını görmeye ihtiyacımız var mıydı? olsaydı da sorun değildi belki, ama filmin büyülü atmosferini “blue is the warmest colour”’ın ortasındaki gibi bir seks sahnesi mahvedebilirdi de. neticede elio o yaz cinselliği ve arzularını keşfedebildiği kadar keşfediyor. ve filmin en ilginç yanlarından birini bu oluşturuyor.

aşk filmi bağlamında baktığımızda ise tipik bir gizli aşk hikayesinin ötesini de görüyoruz

birbirini sahiplenmeye çekinen ama birbirine doyamayan iki insan var karşımızda. bu noktada heteroseksüel bir aşk hikayesinde de benzer bir arzuyu hissetmek mümkündü. yazının başında söylediğim “bu heteroseksüel bir çift olsaydı…” teorisi bu film ile kesinlikle uyuşuyor. geçen sene gösterime giren “american honey” filmindeki aşk hikayesi çok farklı, ama bu filmdeki kadar organik ve samimi geliyordu. tabi şu an bu yaptığımın bağnazlık olduğunu kabul ediyorum. hayır, bu heteroseksüel bir aşk hikayesi olsaydı yine olurdu ama, bu eşcinsel bir aşk hikayesi ve bu da önemli. bu bir ayrıntı değil, bu öylesine bir tema değil, bu direkt olarak ele alınması gereken önemli bir mevzu. karakterlerin cinsel yönelimleri bile öyle net bir şekilde ifade edilmiyor. biseksüel olduklarını ben söylüyorum, ama bu konuda onların net bir ifadesi yok. filmin sonunda babasının yaptığı şok edici konuşma bile, bunun isimlendirilmesi gerekmeyen bir şey olduğunu ifade ediyor. bu çünkü bir duygu. romanı okumadım ama okuyanların ifade ettiği iki şeyi öğrendim. bu iki karakter hayatının iki noktasında karşılaşıyor. ilk karşılaşmaları 10 yıl sonra oluyor, oliver artık evli ve çocuklu. diğer karşılaşma ise birkaç yıl sonra elio’nun babası vefat ettiğinde oluyor. artık ikisi de bambaşka bir hayat yaşıyorlar. ama o yaz hissettikleri duygu hala içlerinde bir yerde duruyor. iki karakterin arasındaki dudak uçuklatan kimya bize ömür boyu unutulmayacak bir şey yaşadıklarını inandırıyor zaten.

American Honey (2016).

aşk filmi deyip geçmeme sebebim, filmin eşcinsel bir aşk filmi olarak da sıradışı bir şey ele alıyor olmasında saklı aslında

bugüne kadar çok sayıda queer sinema örneği izledim. bunların çoğu yatılı okullarda, liselerde, yaz kamplarında ya da fakir mahallelerde geçiyordu. en iyilerinden biri olan “weekend” çok tatlı ve etkileyici bir filmdi. ama final sahnesini hatırlayanlar, filmin etkileyici ve vurucu yanını da hatırlıyordur. birbirinden ayrılmakta zorlanan iki aşığı uzaktan, adeta röntgenler gibi izliyorken, çevredeki insanların tepkilerine şahit oluyorduk. yine büyüme hikayeleriyle dolu norveç’in “skam” dizisinin kült olmuş isak ve even çifti, final bölümünde öpüşürken yoldan geçen bir gencin sözlü tacizine maruz kalıyordu. eşcinsel aşk hikayeleri kendini toplumdan farklı bir yere konumlandıramaz. hatta bu çoğu filmin temel mevzusudur. birilerinin öğrenmesi ile sonuçlanan “kriz” karakterlerin bu süreci sentez edebilmesi ve daha güçlü ve onurlu bir hale gelmesi ile sonuçlanır. bu güzeldir de, ama bir o kadar da tekrar eden bir temadır.

burada göz ardı edilen şey ise, bütün bunların olmadığı bir ortamda, sadece birbirlerine duydukları arzu dışında korkacak bir şeyi olmayan iki karakterin tam olarak ne yaşayacağıdır. karşımızdaki bu film, bambaşka birinin elinde ağır bir dramaya dönüşebilirdi. ailenin ya da kız arkadaşın öğrenmesi ile yer yerinden oynayabilirdi. aşıklar zorla ayrılmak zorunda bırakılabilirdi. lukas moodysson’un “fucking amal” ı döneminin en iyi büyüme öykülerinden biri olmakla birlikte, harika bir eşcinsel sinema örneğidir. şaşırtıcı sonu, iki karakterin tüm okulun tacizlerine rağmen bir araya gelebilmesini anlatır. hepimizin bildiği gibi homofobi, yer zaman ırk dinlemeyen bir ayrımcılık çeşididir. bu film de bundan kaçmıyor elbette. aşıklar olabildiğince gizli olmaya çalışırlar, ama bir yere kadar. filmin avrupa’da geçiyor olmasının da etkisiyle, arzularını kontrol edemedikleri noktalarda boş vermişlik mevcuttur. bazıları filmi yeterince politik olmamakla eleştirebilir. elio şanslı bir çocuktur vesselam, anne babasının eşcinsel arkadaşları vardır. aile sürekli onaylayıcı ve destekleyici davranmaktadır. filmdeki kız arkadaş bile filmin sonunda elio’dan nefret etmediğini ifade eder.

antagonist olmayan bir eşcinsel aşk filmi izlediniz mi? ben izlememiştim, bu filme kadar. yarattığı katıksız bir ütopya değil, ve toplumdan tamamen de bağımsız değil. ama insanların duygularını sömürecek ya da dramanın fitilini ateşleyecek hamlelerden de kaçınıyor. politik olmamaya çalışır gibi görünüp daha da politik oluyor. filmi basit bir aşk hikayesi olarak yorumlamak, az önce söylediğimin tersini söylüyor gibi görünsem de, bir nebze homofobinin kendisinden de kaynaklanıyor olabilir. elbette baba karakterinin söylediği gibi, bu duyguya bir isim vermek zorunluluğumuz yok. ama karşımızda bir film olunca, ele aldığı konuyu bu kadar saf ve organik bir şekilde ele alabilme cesaretini göstermeye çalışmasını takdir etmek zorundayız. sanırım bunca zamandır “queer sineması”nı içine düştüğü tekrardan kurtaracak film de bu.

film bununla yetinmiyor ve çok da bahsedilmeyen bir şeyi daha ele alıyor: bir ilişkinin dinamikleri

çoğu kişi filmin adından da gelen “bana kendi adınla seslen” oyununu bir empati oyunu olarak görüyor olabilir. filmin başında iki karakterin de birbiriyle ufaktan uğraştığını görüyoruz. oliver sürekli elio’ya kendini çekici bir amerikalı olarak gösteriyor. elio’nun sigara içerken oliver’ın dans pistinde bir kızla yiyiştiğini izlerken hissettiği duyguları hayal etmek zor değil. sonrasında adeta bir erkeksi karşı çıkış sağlıyor ve onun o hali ile özdeşim kuruyor. kız arkadaşı ile yaşadıkları keşfetme ve deneme süreci oliver’ın tetiklemesiyle gerçekleşiyor. çoğu ilişkide (ve filmlerde) dinamikler bir yöne doğru olur. yani bir karakter diğerini daha fazla sever, bir noktada da sorun burada başlar. (“blue is the warmest colour”?) elio’nın oliver’a duyduğu arzu bu kadar yoğunken biz oliver’ın arada ortadan kaybolduğunu ve onu umursamadığını görürüz. halbuki bir noktada bu tamamen tersine döner.

oliver’ın kapıyı kapattığı ve elio’yu yalnız bıraktığı sahne, onun yaşadığı katlanılmaz hislere nasıl da katlanmayı başardığını düşündürmüştü bana. halbuki bu ilişkide orta nokta yok. bir sahnede elio, öbür sahnede ise oliver kendini diğerine adıyor. “beni adınla çağır” hikayesi ise, tam olarak bu belirsizliği göstermek için kullanılıyor. aşık olduğu kişiyi kendi adınla çağırmanın özdeşim kurmak veya empati kurmak gibi, karşıdaki ile kendi arandaki sınırları kaldırmak gibi bir yanı da var. sonunda çıktıkları küçük gezi sırasında yaşadıkları ufak anılar, elio’nun kısa ve tuhaf renkli rüyası beni bu ikisinin ilişkisindeki dinamikler konusunda kararsız bıraktığı sahnelerdi. her biri bir diğerine dair dayanılmaz bir arzu duyuyordu, ve kaçınılmaz olan son yaklaşırken diğerine daha çok temas etmek dışında ellerinden başka bir şey gelmiyordu.


“konuşma mı yoksa ölmek mi?” sorusuna iki karakterin farklı cevaplar verdiğini öğrendiğimiz final sahnesi ve öncesinde babanın yaptığı beklenmedik konuşma mükemmel bir filmin daha da mükemmel finali oluyor

babanın kendi duygularını yaşamamakla ilgili duyduğu pişmanlığı oğlu ile büyük bir samimiyet çerçevesinde paylaşması, ve o an yaşamakta olduğu acıyı yaşamanın tadını çıkarmaya davet etmesi göz yaşartıcı bir etki bırakıyor. elio çok şanslı bir çocuk gerçekten, hem bu duyguları yaşama şansı bulduğu için, hem oliver’a rastladığı için, hem de ailesi onu desteklemek için elinden geleni yaptığı için. söylenene göre guadagnino, sufjan stevens’a bir şarkı yapması için rica ediyor, ama o iki tane yapıyor. filmin en güzel 2 sahnesinde çalan bu şarkılardan sonuncusu ise artık sıcak renklerin geride kaldığı kış sahnesinde karşımıza çıkıyor. oliver’ın nişanlanacağını öğrenen elio’nun yüreği parçalanıyor. ama birbirlerine, kendi adlarıyla seslenmeye devam ediyorlar. “her şeyi hatırlıyorum.” diyor oliver. elio şöminenin kenarına oturup ağlarken, bugüne kadar yaşadığım pek çok hissi hatırlıyorum. ayrılığın getirdiği felaket hissinin, aradan yıllar geçtikçe ne kadar sıcak geldiğini ve acı da olsa bu duyguyu yaşamanın ne kadar güzel bir şey olduğunu düşünüyorum. ağzımın burnumun kaydığı, salya sümük ağladığım pek çok olayı düşünüyorum. eninde sonunda bu bir büyüme hikayesi, ve ilk bakışta çok da sıradan bir tane. ama görünenin tersine, filmdeki her ayrıntı benzerlerinden farklı olduğunu haykırıyor.

“queer sinema” muhtemelen bugüne kadar yapılmış en güzel, en devrimsel filmi ile karşılaştı

uzun bir süre de bu filmi geçecek bir film yapılması zor gibi görünüyor. elbette film türlerine birer etiket gibi bakmak da mümkün. bu filmin tezini ve antitezini önerdiği bu “sınıflandırma” davranışı (baba ve oliver’ın da tarihi eserleri sınıflandırma işi yaptığını hatırlamak lazım), sonuçta arzuların sınıflandırma dışı kaldığı noktada izleyiciyi yakalıyor. heteroseksüel ya da queer farketmeksizin sinema tarihinde görülmüş en yoğun duygularla dolu filmlerden birini yaratmayı başarıyor.

Sufjan Stevens - Visions of Gideon


Bu içerik de ilginizi çekebilir