Red Dead Redemption 2'nin Unutulmaz Karakteri Arthur Morgan'ın Hayat Hikayesi

Rockstar Games tarafından yayınlanan western türü video oyunu Red Dead Redemption 2, yayınlandığı günden beri canlılığını koruyor. Bunun en büyük sebeplerinden biri de şüphesiz Arthur Morgan.
Red Dead Redemption 2'nin Unutulmaz Karakteri Arthur Morgan'ın Hayat Hikayesi

red dead redemption 2, bünyesinde oyun dünyasının gelmiş geçmiş en derin, en gerçek karakteri arthur morgan'ı bulunduran efsane oyun. john marston gibi çok sevilmiş, ilk oyunun finalinde insanları ağlatmış bir karakterden sonra böyle bir karakteri yaratıp john'u bile ikinci plana atmayı başaran ve bu karakteri mükemmel işleyen rockstar'ın önünde saygıyla eğiliyorum.

şimdi ben herkes gibi işte şu aiming, bu grafik, o kaplama, öbür mekanik falan şeklinde değil düz olarak senaryo, işleniş ve karakterler üzerinden bir şeyler yazmak istiyorum. zaten onları herkes yazmış ama senaryo ve karakterler hakkında kimse bir şey yazmamış adam akıllı. oyunun ana karakteri arthur morgan öyle 3-5 cümleyle anlatılacak bir adam değil. rockstar bu bağlamda kendini aşmış. bakın witcher serisi bir roman uyarlamasıdır. roman. gerald ne kadar iyi anlatılabilmiştir karakter olarak? ortalama üstü. bu bizi hasta etmeye yetmiş midir? fazlasıyla. roman diyorum. burda ne roman var, ne uyarladıkları bir şey. düz sıfırdan bir karakter yaratmışlar ve değme romanlara taş çıkaracak derinlikte yapmışlar bunu. evet bir oyun firması bunu başarabilmiş. gerçekten helal olsun. çıkan dizilere, filmlere, romanlara bak rdr 2'teki bir random event kadar derinliğe sahipler en fazla. umarım bu oyun, bazıları açısından ibret olur da "lan bizi dizi yapıyoruz şunun binde biri kadar hikaye yazamıyoruz" dedirtip silkenlenmelerine sebep olur bazılarının. hiç değilse hollywood'dakilerin. neyse. konumuza başlayalım.

arthur morgan'ın ne kadar derin olduğu ve gerçek olduğu ana hikayelerde değil de yan görevlerde ortaya çıkıyor

bu yanlardan topladıklarınızla oyun boyunca yaptıklarınızı birleştirince arthur, arthur oluyor. size direkt olarak "arthur bu" demiyorlar. bu çok daha güzel bir anlatım biçimi çünkü arthur, övülmek için yaratılmış bir karakter değil. çoğu oyunda bu hata var. kusursuz ya da kusursuza yakın bir ana karakter. ya da hiç konuşmayan, neutral bir karakter. arthur gerçek bir insan değil belki ama günahları var, hataları var, sevapları var, doğruları var. ne böyle çoğu oyundaki gibi süper kahraman tribinde, ne tam ortada, ne kötü. arthur, aynı kendisi gibi bir adam. nev-i şahsına münhasır. espri anlayışı iyidir, görmüş geçirmiştir olaylara yaklaşımı diğer çete üyelerinden farklıdır, cömerttir, gözü karadır, becerikli bir adamdır. patavatsız değildir, konuşması gerektiği zaman konuştur susması gerektiği zaman susar.

Uyarı: Buradan sonrası çok ağır spoiler, oyunu bitirmediysen okuma.


arthur, eliza ve lyle çiftinin tek çocuğu olarak 1863 yılında doğdu

anası normal bir kadın, babası psikopat bir kanun kaçağı. arthur ve babası, çocukken çok vakit geçirmiyor ama geçirdiği zamanlardan oyunda çok az bahsediyor. onu pek iyi anmıyor. kamptaki çadırında annesi ve babasının vesikalık fotoğraflarını saklıyor. arthur'un babası lyle, arthur ergenliğe girerken öldürülüyor. arthur buna şahitlik ediyor. ancak oyundaki konuşmalarda babasının polisler tarafından mı, bounty hunterlar tarafından mı, bardaki bir kavgada mı, idamla mı vs öldüğü detayı yok. sadece öldürüldüğünü görüyor. kısa bir süre sonra annesi de vefat edince çocuk yaşta öksüz ve yetim kalıyor. tam da bu esnada karşısında dutch ve hosea çıkıyor.

iyi bir baba figürü olmayan, olmadığı gibi onu da erkenden kaybeden arthur önce dutch'ı da hosea'yı da bir baba olarak görüyor. ikisinden de çok şey öğreniyor. dutch'tan dünya görüşünü, hosea'den işlerin nasıl yürüyeceğini öğreniyor ancak tüm bunlara rağmen kötü de olsa öz babasını unutmuyor. kendisinin meşhur ve malum şapkası aslında babası lyle'ın şapkasıdır.


yani ne kadar kötü olursa olsun arthur babasını unutmamış ve sevmiştir. burdan arthur'un yüreğinin ve merhametinin boyutları aşağı yukarı anlaşılıyor. o şapkayı da sonra kime verdiğini söylememe gerek yok sanırım. bunun sebebini de sonra anlatacağım.

o yıllarda toy, körpe bir delikanlı olan arthur dutch'ın dünya görüşünden epey etkileniyor. ona okuma, yazma, binicilik, atıcılık, avcılık gibi temel şeyleri öğretiyorlar. boş zamanlarında dutch'ın okuduğu kitapları okuyor. ancak zaman içinde dutch gibi hayal dünyasında yaşamaktansa yere ayakları sağlam basan bir adam oluyor. dutch, bütün dünya özgür ve bağımsız olmalı, kimse kimseye karışmamalı fikrine kendini yıllar geçtikçe o kadar kaptırıyor ki bu fikri kendi bünyesinde özüterek deliriyor. zaten kanun kaçağı olmasının altında yatan sebep free world fikrini yaşadığı dönemde yalnızca bir kanun kaçağı olarak yapabileceğini düşünmesinden ötürü oluyor. dutch, arthur gibi john gibi hatta charles gibi kaderin sürüklediği bir insan değil ama her seferinde kaderi suçluyor. halbuki dutch müthiş bir konuşmacı, çok başarılı bir manipülatör ve karizmatik bir adam. istese suç örgütü lideri olmaktansa epey başarılı bir siyasetçi, ticaretçi veya asker, kanun adamı vs olabilirdi. dutch'ın seçimi keyfiydi çünkü bu hayattan zevk almaktaydı. diğer seçimlerden alabileceğini düşünmüyordu. ilk tanıştıkları zaman dutch daha aklı başında bir adamdı ve aralarında müthiş bir dostluk oluşmuştu.

bu da o dostluğun kanıtı olan fotoğraf


dutch, yaşça arthur'dan 8 yaş büyük yani bir babadan çok abi konumunda ama dutch her zaman arthur'a "son" diyor. yani bir baba tribi hep var. hosea, dutch'tan daha yaşlı, daha olgun ve daha bilge bir kişi ama nasıl olmuşsa çete "dutch van der linde" nin çetesi olmuş, hosea de dutch'ın sağ kolu olmuş. kuvvetle muhtemel dutch'ın müthiş manipülasyon yeteneğine kurban gitti. çetenin üçüncü adamı ise arthur. butik bir çete o zamanlar. arthur gençliğin verdiği hız ve gazla mary adında bir kızla tanışıyor. birbirlerine epey bir aşık oluyorlar. mary'nin ailesi, arthur gibi bir serseriye kız vermek istemiyor. bu sebepten mary, arthur'a "bu işleri bırakıp blackwater klisesinde tövbe edeceksin sonra da stawberry'de sigortalı bir işe girecek, bu hayatı bırakıp benimle yeni bir hayata başlayacaksın." dese de arthur bunu reddediyor. ancak bu reddin sebebi muallak. yani arthur kanun kaçağı olmaktan zevk alıyor diye mi bırakmıyor yoksa hosea ve dutch'a duyduğu minnet ve borç için mi bırakamıyor orası biraz bize kalıyor. yani yüzlerce saat kontrol ettiğimiz, hikayesini bildiğimiz arthur ise bence minnet ve vefa duygularından öte bırakamamış olması muhtemel. yetim ve öksüz, cahil, gariban 14 yaşında bir çocuğu alıp yetiştiren, ona kötülük etmeyen bu iki neşeli abiden vazgeçeceğine, hayatının aşkından vazgeçmek zorunda kalıyor arthur. zaten arthur, iki şık arasına sıkışmaktan nefret eder. mary daha sonra herifin biriyle evleniyor işler de arthur için tam da bu noktada başlıyor aslında.

red dead redemption. aslında bu ismin bir anlamı yok, biliyorsunuzdur. serinin ilk oyunu red dead revolver'de ana karakter red harlow'dur, red harlow kanun kaçağı değil düz bounty hunter'dır. yarı amerikalı yarı kızılderilidir. oyun mutlu sonla biter, revolver biter ama red dead kalır. ölüm, kan ama bir şey daha lazımdır. kefaret. bir günah ya da günahların bedeli. oyun isminde bu üçünü barındırır ve finale kadar hepsini verir. finalde de üçüncüyü, yani kefareti verir. işte arthur'un kefaretinin ilk başladığı yer oyun sonu değil oyunda olmayan bir yerdir. mary, arthur'u terk edip başkasıyla evlenince arthur da abileri gibi takılmaya başlıyor. klasik bir outlaw oluyor. o baskından, bu soyguna takılırlarken arada kafa dağıtıp, para ezmek için onla bunla alem yapıyorlar. günlerden bir gün arthur, eliza diye bir garson kızı gondikliyor. diğer yaşadıkları gibi sabah uyanınca sen sağ, ben selamet takılayım derken eliza arthur'dan hamile olduğunu söylüyor ama arthur "ben buyum kızım beğenmiyorsan siktir git" diyor yine. eliza kabul ediyor. arthur, ataköy 2. kısımdan bir ev tutuyor eliza'ya. kapatması yapıyor. hafta içleri soygun yapıyor, hafta sonları ataköy marina'da takılıyorlar aydın, fatih ürek dinleyip eğleniyorlar. bir zaman sonra eliza bir erkek çocuğu dünyaya getiriyor. adını isaac koyuyor arthur. ayda yılda bir eve uğruyor. çocukla az biraz zaman geçiriyor, karıya para bırakıp yine aynı aksiyonlarına devam ediyor. yıllar böyle geçiyor.

günlerden bir gün, arthur tekrar çocuğu ve kadını görmek için eve gidiyor

ancak evin yanında iki tane tahta haç görüyor. biraz yaklaşınca olayı fark ediyor. o iki tahta haç, çocuğu ve kadının mezarları için çakılmış. 3-5 tane orospu çocuğu, 10 dolar için eliza ve isaac'i öldürmüşler. arthur büyük bir vicdan azabı çekmeye başlıyor. intikam peşinde de koşmuyor. arthur'un kefareti tam o an başlıyor. o bir hayduttu, 3 kuruşa sebep insanların canını yakmıştı, belki böyle kansız ve şerefsiz bir şey yapmamıştı ama bir karma vardı, etme bulma dünyasıydı. birilerinin kapısını parmakla çalmıştı sonra onun kapısı tokmakla çalınmıştı. arthur'un tüm karakteri, tüm tabiatı bu olay sonrasında değişiyor. biz bunu oyunun sonlarına doğru, arthur veremken yardım ettiği kızılderili şefi rain falls ile konuşurken öğreniyoruz. arthur'un içinde öyle büyük bir yaradır ki bu hadise, ölümüne çok yaklaştığı ana kadar bir kere bile anlatmıyor. etrafındaki insanlar bunu biliyorlardır ama arthur'un ne kadar acı çektiğini bildiğinden bu muhabbeti de kimse açmıyor. yıllar yılı arthur, acısı içinde yaşarken dutch'ın geçmişte çeteye aldığı kimsesiz göçmen avusturyalı leopold strauss tefecilik işleri için arthur'dan yardım istiyor.

arthur, dutch'ın "olm parayı bulacaz valla gidecez ha" tribine inandığı zamanlarda gerçekleşiyor bu hadise. arthur da bu ideale inandığı için bu sikko tefecilik görevini kabul ediyor. görev şu, strauss ibnesi belli başlı ihtiyaç sahibi fakir insanlara borç vermiş. şimdi ise tahsil zamanı. kısa süre içinde verdiği paranın iki, üç katını bizden tahsil etmemizi istiyor. arthur da gidiyor. insanların durumu olsalar zaten verecekler parayı ama arthur tehdit ediyor, dövüyor ve bir şekilde ya parayı alıyor ya da o paraya karşılık gelecek bir eşyayı alıp götürüyor. zaten tam bu noktada strauss'un ne kadar şerefsiz olduğunu görüyoruz. asla ödemesi mümkün olmayan, çeteden borç almak dışında başka seçeneği de olmayan çok fakir insanlara borç verip faiziyle geri almak. bu hem dutch'ın dünya görüşüne, hem de arthur'un karakterine aykırı ama herif su katılmamış orospu çocuğu. neyse bu ilk görevin finalinde bir abi var. thomas downes adı. küçük, tıfıl bir adam. bir çiftçi. verem hastası ayrıca. güçsüz düşmüş. kendi hayat mücadelesinde çırpınıyor. arthur tehdit ediyor, adam parasının olmadığını söylüyor. arthur alışık bu söze. başlıyor ikna edici yumruklarına. bu esnada zaten hastalık yüzünden güçsüz olan thomas iki yumrukla yere yıkılıyor, arthur tepesine biniyor ve yerde yakasına yapıştığı sırada olan oluyor.


verem yani tüberküloz bulaşıcı bir hastalıktır ve oyunun geçtiği 19-20. yüzyıl arası "çağın vebası" olarak görülen, tedavisi o dönemde olmayan, çok zor bir hastalık. adam ağzı yüzü kan içindeyken, dayaktan bitap düşmüşken gelen öksürüğü sonrası kanlı tükürüğünü tutamayıp arthur'un yüzüne fırlatıyor. daha doğrusu sıçrıyor. arthur da siklemiyor hatta o an arthur o kadar başka ki, adam parası olmadığını söyleyince "o zaman evini sat, karını sat ulan" diye çirkinleşiyor. o esnada thomas'ın eşi ve çocuğu gelince "biz hayır kurumu değiliz kardeşim borcunuzu ödeyin" diyerek ordan uzaklaşıyor. bir süre sonra thomas'ın karısı kampa gelip bir miktar para getiriyor ve thomas'ın öldüğünü söylüyor. thomas'ın ileri seviyedeki hastalığı, arthur'un attığı dayakla birleşince thomas ölmüş. yani bir açıdan thomas'ı arthur öldürmüş oluyor. karısı son buluşturduğu parayla borcunu ödüyor, arthur'da o an bir şeyler kopuyor.

"iyi bir adam olsa bunu yapar mıydı?" konusu tartışılan bir şey. "arthur iyi bir adam değildi sadece son zamanlarında değişmeye çalışıyordu." görüşü yaygın bir kanı. ben buna katılmıyorum. özünde iyi olup, ara sıra kafası bazı şeylere atık birinin kendisinden beklenmeyecek saçmalıkta şeyler yaptığını herkes bir iki kere şahitlik etmiştir hayatında. "bunların hiçbiri ölmek üzere olan birini dövmeyi aklamaz" diye düşünebilirsiniz. bence de ama arthur'un yaşadığı hayat başka. dönem ise sert bir dönem bu yine yaptığını meşrulaştırmaz tabi ama aşırı stres, diken üzerinde yaşamak, bu işlerden yılmış olmak, yapamadığı şeyler için duyulan pişmanlık, üstüne o sıska adamın elindeki tırmıkla arthur'a o güçsüz haliyle saldırmaya çalışması her şey üst üste gelmiş oluyor. finalde arthur'un, micah ile olan kavgası mesela. herif hasta, öldü ölecek, üstüne aşırı yorgun, uykusuz, o halde bile pes etmeyip micah'ı indiriyordu ki dutch delisi geldi. dirayet, feraset. arthur güçlü bir karakterdi, sadece fiziksel olarak değil.

bu olaydan belli bir süre sonra arthur rahatsızlanıyor ve fenalaşıyor

yoldan geçen bir vatandaş onu doktora götürüyor ve doktor ona gerçeği söylüyor. arthur da verem olmuştur. bunu öğrendikten sonra günlüğüne "o kadar kurşun yedim, o kadar at beni sırtından attı, tekmeledi onca kavgaya girdim ama sonunda o ufacık acınası thomas beni öldürdü." yazmasıyla kefaretini iyiden iyiye kabulleniyor ama kefaret henüz ödenmemiştir. bir dizi olaydan sonra strauss kampta arthur'dan tekrar tefecilik yapmasını istiyor. arthur yine yola düşüyor. fakir bir maden kasabası. insanların yine yiyecek ekmekleri dahi yok. arthur bu sefer yaptığı şeye utanıyor, kapısını borç için çaldığı insanlara para verip ordan uzaklaşıyor. kampa gelip, strauss'u iki tokatlayıp kamptan siktir ediyor. aynı kasabada arthur, thomas'ın dul eşini fahişelik yaparken görüyor. ağır bir vicdan yaptığı için kadınla konuşmaya çalışıyor ama kadın arthur'u siktir ediyor. 2-3 kere daha kadınla farklı zamanlarda konuşmaya çalışsa da başarılı olamıyor en sonunda oğlunun çalıştığı yeri öğrenip oraya gidiyor.

çocuk daha ergen, muhtemelen arthur'un öksüz ve yetim kaldığı yaşlarda. çocuk hem yetim, hem anası kendilerine bakabilmek için etini satıyor. çünkü madenci çocuk günlüğü 50 cent'e mi ne çalışıyormuş. o parayla geçinilmez. diğer madenciler çocukla anasının yaptığı iş yüzünden alay ediyor hatta proveke ediyorlar. 80'li yıllar emrah filmleri konseptinde olaylar gelişirken, arthur sahneye dahil olup bu laf atan kalabalıktaki en çok sesi çıkan adamı bir güzel dövüyor. oğlanla konuşup onu ikna ediyor. cebine biraz para koyuyor ve anasını fahişelik yapmasından vazgeçirmesini tembihliyor. kadın yine reddediyor ama finalde arthur bir şekilde oğlanın da sayesinde kadını ikna ediyor. yine ceplerine para koyuyor ve şehri terk etmelerini, buranın dışında yeni bir hayat kurmalarını salık vererek uzaklaşıyor. kefaret burda da bitmiyor.

arthur, hosea'nin ölümünden dutch'ı sorumlu tutuyor ama bunu çok dile getiremiyor

hosea'nin ölümünden sonra doğan bilge ve muhalif kişi olarak, çetenin de en eskilerinden biri olarak hosea'nin yaptığını yapmaya çalışıyor ama hapisten dutch'ın isteğiyle kurtardığı micah bu bayrağı devralıyor. işin komik tarafı micah çeteye çok yakın zamanda katılmış bir tip. arthur kendisine güvenmediğini defalarca yüzüne karşı söylüyor, dutch'a da söylüyor fakat dutch'ın akli melekeleri yerinde olmadığı için bunu siklemiyor. micah'a sınırsız yetki veriyor hatta öyle ki micah bir noktadan sonra arthur'a görev verir oluyor. oyunda hiyerarşik bir nüans var. normalde dutch ve hosea dışındaki insanlar arthur'dan yardım veya rica minnet bir şey isterlerken, yalnızca diğer kurucu ikili arthur'a görev verebilirdi ki hosea'nin de görev vermişliği yoktu. "arthur ava çıkıyom gelsene topraam" dışında bir de rhodes'teki moonshine görevi var. hosea'nin ordaki oscarlık performansı oyundaki en eğlenceli ve en komik sahnelerden biriydi. onu da analım, toprağı bol olsun hosea reisin.

işlerin bu noktaya gelmesinden ve dutch'ın artık feridun bitir'e bağlamasından arthur artık çok sıkılmıştır. her gün kampta sürekli arthur'a gelip "arthur, yırttık abicim yırttık" diyor amına koyduğumun delisi. deliiiiiii deliiiii kampı başımıza yıktın deliiiiii. yok tahiti, yok panama, yok ebesinin örekesi. sürekli "son bir iş beooolmmmm" tribinde. kazandığı paraları ne yaptığı da meçhul. john'un manitası abigail çakmış mevzuyu, paraları mağaraya saklamış it. o kadar parayla değil yeni ülkede yeni bir başlangıç yapmak, o dönem literally ülke satın alırdın. louisana'nın, alaska'nın falan 7-15 milyon dolara gittiği dönem. aynı yüzyıl. ama yok ibnenin gözü doymuyor. sürekli bir vurgun peşinde. sürekli "son bir iş daha" diyor ardından "ya şimdi bu son işi yatık oklar bizim üstümüzde bir ortalığı karıştıralım" diyor hemen akabinde ortalık karışınca da "hazır ortalık karışık hadi son bir soygun daha" diyor. bu sebepten hayattaki en iyi dostu hosea öldü, çetedeki sayılı iyi adamlardan lenny öldü, john hapse düştü. sikti çeteyi eyledi viran. arthur için artık geri dönüş olmayacaktı.

john'a sonlara doğru "bak olm..." şeklinde başladığı nutuk sayısı artmıştı

burdan arthur'un kendi içinde yaşadığı kefareti john üzerinden ödemeye çalıştığını görüyoruz. mary, son mektubunda arthur'a "arthur sen içinde bir devle savaşıyorsun" diyordu. yani arthur aslında iyi bir adam ama vefa ve minnet duygusu vesilesiyle içinde bir canavar yaratmış, bu canavar gün geçtikçe büyümüş. iyi olan tarafı her gün, her saniye bir de bu kanun kaçağı arthur ile savaşmak zorunda kalıyordu. mary ile evlenip uzaklara gitse, ne eliza'nın günahına girse ne isaac'i piç gibi ortada bırakmasa, orda kendi çocukları olsa, onlarla legal ve huzurlu bir hayatı olsa. arthur bunu isterdi ama 19-20 yaşındaki arthur değil de 30'larının sonundaki arthur bunu istiyordu. insan tecrübeleriyle olgunlaşıyor maalesef. zamanı geri alamıyoruz. hangimiz "böyle bir şeyi asla yapmam" dediği bir şeyi yapmadı ki? illa yapmışızdır. mantıksız gelen şeyleri bizzat kendimiz yapmışızdır yapıktan sonra da kendimizden nefret edip, kendimizi gerizekalı olarak görmüşüzdür. ama tecrübe yaşamadan bunu teorik olarak bilsek de pratiğimiz olmadığı için %100 anlamamız mümkün değildir. evet salakçadır ama "ya değilse?" şüphesi o %1'lik payın bize vuracağını düşünerek gireriz bazen. ama olmayacağını da biliriz. arthur bu yüzden derindir. bu yüzden gerçektir. günahıyla, sevabıyla gerçekten yaşamış bir insan gibidir. bir oyun karakterinden çok daha fazlasıdır.

bir de işin jack tarafı var

arthur'un isaac'i 10 yaşında falan ölmüş. jack de aşağı yukarı o yaşlarda. çok tatlı ve meraklı bir çocuk. arthur sürekli jack ile ilgileniyor. bu vicdan masturbasyonu değil. gerçekten değer veriyor. arthur'un ölümünden sonra john ile oynadığınız sırada fark etmişsinizdir. jack'in tüm hayatı kitaplar. peki jack bu özelliğini cahil john'dan mı yoksa okuma yazma bilmeyen abigail'den mi aldı? ikisi de değil. jack'in rol model aldığı kişi arthur'du. hatta john ile balığa çıktıkları zaman "arthur bana balık tutmayı öğretmişti" diyor. kitaplara düşkünlüğü yine arthur'dan geliyor. red dead redemption 1'de john öldükten sonra günlük tuttuğunu görüyoruz jack'in. günlük işi de arthur'dan gelme. bilmiyorum ilk oyun çıktığında arthur karakteri kafalarında var mıydı ama varsa güzel birleştirmişler yoksa da iyi bağlamışlar. arthur, isaac'in yanında olamadı çünkü salaktı. tecrübesizdi. o diğer hayat o dönem ona daha mantıklı ve daha zevkli geliyordu. ancak yaşını aldıktan ve o acı olayı yaşadıktan sonra jack'e, isaac'te yapmadığı şeyleri yaparak jack'in eksik büyümemesini sağladı. bunun yanında karakterinin yontulmasında da büyük payı oldu. john ara ara jack'in fazla kitap okumasından şikayet ediyor hatta taşak geçiyordu. hatta undercover takılıp, çiftlik işi aldıkları zaman kendi adını jim milton jack'in adını da "lancelot" olarak değiştirmişti. jim milton öldürdükleri pinkerton'ın adamı andrew milton'dan, lancelot ile görev öncesi geçen bir muhabbette jack'in son okuduğu kral arthur(sean arthur'a hep kral arthur derdi. tesadüf olamaz) romanından geliyor. biri gerçek, biri hayal. john öküzü çocuğun üzerine sahiden çok gitmiş. bir de nasıl efendi, sorunsuz ve kibar bir çocuk lan yerim. sürekli "sir sir" diye dolanıyor. benim böyle oğlum olsa bir dediğini iki etmem. allah işte hak etmeyene veriyor kardeşim.

heh şimdi geldik "sonra döneceğim" dediğim yere

arthur 1863, john 1873 doğumlu. arthur, john'dan 10 yaş büyük. aralarında dutch ile arthur'un aralarında olduğundan daha fazla yaş farkı var. ama hiçbir zaman arthur, john'a "ben senin babanım" tribi yapmıyor. onu oğuldan ziyade kardeşi olarak görüyor. hiçbir şekilde "oğlum" yaklaşımı yok. john'un hikayesi arthur'dan pek farklı değil. john'un dallama bir babası var. iskoçyalı bunlar. iskoçya'dan amerika'ya gelen mülteci gemisinde doğuyor john. anası fahişe, babası avare. anası gemide john'u doğrurken ölüyor. babası da birkaç yıl sonra çıkan bir bar kavgasında kör oluyor. ardından da ölüyor. babası da öldüğünde john 8 yaşında yani arthur'dan 6 yaş ufak bir yaşta hem öksüz hem de yetim kalıyor. dutch ile o dönem tanışmadıkları için yetimhaneye gönderiliyor. yetimhanede geçirdiği yıllardan sonra şansını dışarda denemeye karar verip çocuk yaşta suç dünyasına giriyor. 12 yaşındayken ilk cinayetini işliyor ama bundan bir şekilde kendini aklattırmayı başarıyor fakat kısa bir süre sonra hırsızlıktan yakalanınca "olm bu çocuğu zaptedemiyoruz" diyen şerif ve yancısı deputyler tarafından asılmasına karar veriyorlar. dutch da tam bu sırada geliyor.

dutch, john'u kurtarıp himayesi altına alıyor. çete o zaman ufak. arthur, dutch, hosea ve miss grimshaw'dan oluşuyor. miss grimshaw da dutch'ın fuckbuddy kontenjanından çeteye john'dan kısa bir süre önce dahil oluyor. dutch tıpkı arthur'a yaptığı gibi av, okuma yazma, silah kullanma vs gibi basic eğitimleri veriyor. ancak john, arthur'un aksine dutch'ın izinden gidiyor. arthur'un kendine ait fikirleri ve dutch'tan farklı bir bakış açısı olsa da john tam anlamıyla dutch'ın istediği evlat oluveriyor. bu da onu çetede dutch'ın farklı bir yere koymasına sebep oluyor. john, dutch'ın söylediği her yalana inanıyor ve tüm bu yaptıkları illegal işleri modern bir robin hood mantığıyla yaptıklarını düşünüyor çünkü dutch'ın istediği de böyle düşünmeleri ama tabi john ufacık çocuk, arthur eşek kadar adam olduğu için onu manipüle etmesi daha kolay olduğundan işler tam "ağaç yaşken eğilir" noktasında olmuş. yanlış bir bilgi, john ile abigail yetimhanede tanışmıyorlar. abigail fahişe. çetede bu işlere bakan isim uncle bir yerdeki kamptalarken, kampa 3-5 karı getiriyor. biri de abigail. kampta aşağı yukarı herkesle vuruşuyor. vahşi batı'nın delikanlı kızı. arthur bu konuda muallak çünkü arthur eliza ve oğlu isaac'in ölümünden sonra bu işlere tövbe ediyor. ne kimseyle ilişiyor, ne kimseye yürüyor, ne kimseyle takılıyor. bazı sahnelerde dikkat ettiyseniz, arthur otellerde falan banyo yaparken kendisini yıkayan kızlara ilişmiyor pek. ufak tefek iltifatlar yapmışlığı oluyor istese karılar verecek ama arthur tekrar bir hata yapmamak için kendini hep dizginliyor. isaac'in ölümünden hep kendini sorumlu tuttuğu için, tekrar bir isaac faciası yaşamaması için bunu yapmıyor. yoksa sadie adler, arthur'un tek bir sözüne bakardı. karı için için eriyordu arthur'a "kocam da kocam" tribi yapsa da o'driscol işi bitince sadie de normale dönmüştü zaten.

neyse konuya dönecek olursak, abigail kampa 1894 yılında getirilmiş

oyun 1899 ve sonrasını anlatıyor. isaac'in ölümü bundan önce mi sonra mı bilmiyoruz. arada abigail, arthur'a hafiften yürüyor zaten. yani yapmış da olabilirler, yapmamış da olabilirler. neyse işte abigail herkese vermiş ama john'a aşık olmuş. john da ona sonra abigail onun çocuğunu doğurmuş kamptaki herkes de yenge çekmeye başlamışlar tabi. yani bu yetimhanede tanıştılar mevzusunu sözlükte 1-2 yerde gördüm ama kolpa yani inanmayın buna. şimdi esas konuya dönecek olursak; john genç. sevdiği bir karısı var. karısı da onu seviyor ve ufak bir de erkek çocukları var. yani 10 yıl önce arthur'un yaşadığı durumun benzeri. ufak bir farkla eliza muhtemelen arthur'u seviyordu ama arthur'un gönlü yoktu çünkü mary'i unutamamıştı. bu yüzden, kendi yaptığı salak hataların aynısını yapmaktansa arthur her fırsatta john'a "işler karıştığında al aileni ve git burdan" temalı konuşmalarını yapıyordu. çocuğu jack'i de hasbel kader yontmuştu artık bu noktadan sonra jack kendini geliştirecekti. john'dan öğreneceği pek bir şey yoktu çünkü john hem gençti, hem saftı hem de kendi fikirleri yoktu. dutch onu nasıl yetiştirdiyse o kadardı. arthur öyle değildi.

arthur kefaretinin son kısmını öderken kendi şapkasını, çantasını, silahlarını, günlüğünü hatta mary'nin gönderdiği yüzüğü(bu yüzükle john abigail'e evlenme teklifi edecek daha sonra) ve mary ile olan fotoğrafını da john'a verip pinkertonlara son kurşununu sıkmaya gitti. bunu yaparken kafasındaki tek şey, kendi yaşamak isteyip de yaşayamadığı iyi hayatı kardeşi john'un yaşamasını istemesiydi. tüm bildiği her şeyi dutch'tan öğrenen john, o gün delikanlılığı ve fedakarlığı ağabeyi arthur'dan öğrenecek ve yeri geldiği zaman ailesi için kendi canını feda etmekten de geri durmayacaktı. eğer son dersini de dutch'tan alsaydı karısını ve çocuğunu satıp "son bir soygun daha be olmmmm" diye 3-5 saftan çete kurup, mağaralarda yaşayıp, ajanlar tarafından öldürülmeyi bekleyecekti. ama o son dersini iyi dinlemişti.

rdr 2'deki diğer karakterler hakkında da bir iki şey yazmak istiyorum

- ilk oyunda gözümüzde müthiş bir villain olan dutch meğer balatayı sıyırmış manyağın tekiymiş. çok okumaktan kafayı kırmış olması muhtemel ama tanrı kompleksine yakalanmış. derdi yeni hayat değil. habitanında olan insanların ona bir kurtarıcı ve bir ilah gibi yaklaşmaları. 30 yıldır beraber at sürdüğü hoseayi iki günde unutan, bir o kadar yıldır yoldaş olduğu arthur'u micah'a tercih eden, altın çocuğu john'u ölüme terk eden ayarsız ve tutarsız bir yavşakmış meğerse. derdi para kazanmak da değil. bir ton parası olmasına rağmen gitmeyişinin sebebi de tam olarak bu. gitseler rutin bir hayat yaşayacaklar ama dutch hem aksiyonu seviyor, hem ortalığı karıştırmayı hem de insanların ona tapmasını. bunu tahiti'de bulamazdı. guarma'da yaşadıkları bunun bir simülasyonuydu. o tip bir yerde yapamayacaklarını da fark etmişti. götlükte çıtayı farklı bir boyuta çekmiştir. devlet düşmanı biri değil tamamen sikinin keyfine göre yaşayan bir adamdır. sadece devletle dalaşmak ona zevk verdiği için bunu sürdürüyor. hak, hukuk umrunda değil. sonlara doğru eagle flies'in arthur için canını verdiği kısımda kendisinin topuklaması hatta olaylardan önce "arthur sen artık kendi başına mı kararlar veriyorsun cnm?" diye trip yapması hatta ve hatta en başında kızılderililere yardımı(sırf ortalığı karıştırsınlar diye yardım etti ama diğer insanlara bu halk eziliyor kardeşim yardım da mı etmeyelim tribi yaptı) dutch'ın ne kadar göt olduğu konusunda somut örneklerdir. finalde yaptığı o micah hamlesi kendisini kurtarmaya yetmediği gibi, ilk oyundaki kızılderilerle bir olma sebebi ona inanacak kadar çaresiz bir tek onların olmasından kaynaklıdır. dutch, senin ben amına koyayım ya.

- john ve jack marstonlar arthur morgan tedrisatından geçmişlerdir. şunu fark etmişsinizdir. arthur'dan kontrol john'a geçince çatışmalarda biraz yayvanlık ve biraz zorlanma. dead eye'da bile. arthur vahşi batıdaki gelmiş geçmiş en iyi silahşörlerden biri. satır aralarında bahsi geçer bu olayın. john için hiçbir zaman geçmemiştir. john'un silahşörlüğü kalburüstü. arthur keşke ölmeden biraz ders verseydi ama bazı şeyler sende olduğu kadar oluyor. yani istediğin kadar pratik yap, onunla yat onunla kalk. bir noktadan öteye gidemiyor. yatkınlık, yetenek mevzusu. arthur çok yatkınmış. belki de bundan da bırakmak istememiş olabilir bu hayatı. bilinmez. jack, john'dan daha iyi bir nişancıymış gibi geldi ilk oyunda kısıtlı bir şekilde oynamış olsak bile. günlük tutmaları, arada büyük laflar etmeleri arthur'dan kalma olsa gerek ama mizah yoksunu olmaları arthur'un suçu değil.

- simon pearson. kamptaki navy emeklisi şişko dayı. aşçılık yapan hani. olm bu kadar gerçekçi karakterler olamaz lan. adam baktı ki çetede işler kötüye gidiyor, götüm götüm kaçmış. bu pis işleri bırakıp(üstelik tek yaptığı şey yemek yapmaktı hiçbir soygunda, ölümde yoktu) rhoedes'e gidip bakkal açmış lan. kara parayı aklayıp, iş adamı olmuş ahahahahaha. görünce kahkaha attım. zaten kel, bıyıklı ve göbekli. pinkertonlarla arayı iyi tutarsa 1912 gibi ihale işine falan da girer bu ibne.

- reverend swanson. bu da müthiş bir karakterdi. eskiden rahip olan reverend dayı karıyı ve içkiyi fazla kaçırınca meslekten ihraç edilmiş. bir şekilde dutch bunun hayatını kurtarıp çeteye almış. tek olayı vardı. biri ölür veya evlenirse rahiplik yapmak, geri kalan zamanlarında içip içip ya çapkınlığa gitmek ya da içip içip kumar oynamak.

- lenny&sean. bu iki arkadaş da çok sevdiğim karakterlerdi. ikisi de esprili, her yola gelen, kafa çocuklardı ama maalesef kaderleri kendileri gibi güzel olmadı. ciddi ciddi üzüldüm ikisi de ölünce. özellikle lenny'nin arthur ile içmeye gittiği bölüm efsaneydi çok gülmüştüm orda.

- rain falls&eagle flies. birbirine zıt karakterde baba&oğul. ikisi de birbirinden iyi. ikisi de delikanlı ve iyi niyetli adamlar. eagle'ın sonlara doğru yaptığı delikanlılık ve rain falls'ın sürekli halkını korumak için binbir strese katlanması, bu uğurda oğlunu korumaya çalışması, kırk yılda bir iyi niyetli devlet görevlisi bulup(captain monroe) onu da o göt albay yüzünden kaybetmesi, oğlunu kaybettiğindeki hüznü ama her şeye rağmen soğukkanlılığı, metaneti, bilgeliği, görmüş geçirmişliği, iyi niyeti... mükemmel bir karakterdi rain falls. 50 saat konuşsun dinlerim.

- ve son olarak charles. sen nasıl bir adamsın ya. şu oyundaki en sevdiğim karakter arthur'dan sonra charles oldu. hatta arthur kadar sevdim. olm bir insan bu kadar iyi niyetli, bu kadar delikanlı, bu kadar iyi savaşçı olamaz lan. ava çıkıyorum dedin geldi, soygunda polis yakalayacakken kendini feda etti, öldü sandık yine bir yerden çıktı, her türlü zor zamanda yardımımıza koştu. yetmedi, zevk için hayvan öldüren herifleri buldu, onları öldürdü. her türlü sneaking missionda yanımızda okuyla, tomahawkıyla güven verdi. arthur'u da john'u da defalarca ölümden kurtardı. çatışma oldu önden koştu, yiyecek ekmek bulunmadı gitti bir şeyler avladı getirdi. yetmedi her şey bitti, itlik şerefsizlik yapmadı. namusuyla sokak dövüşçülüğü yaptı. bıkmıştı bu işlerden çünkü. john'a yeni bir hayat kurmasında yardım etti. o ilk oyunda gördüğümüz çiftliği meğer charles yapmış amına koyim. arkadaşlığı da bir o kadar güzel. gitmiş arthur'un cesedini de miss grimshaw'un cesedini de bulmuş, onları gömmüş, mezar yapmış. john'un sonlara doğru legalleşmesinde sözleriyle onu cesaretlendirmiş, yetmemiş çetelerin saldırılarında john'a destek verip bu badireleri atlatmasını sağlamış, finalde micah baskınında yine ön saflarda yer almış, sniper tarafından vurulmuştu. yemin ederim micah'ı ararken aklımda tek bir şey vardı o da "charles ölecek mi?" düşüncesi. çünkü çok iyi karakterdi. neyse ki, sadie de charles da ölmedi. "kanada'ya gidip, bir kadın bulup evlenip, onunla yeni bir hayat kurmak istiyorum" dedi ya finalde. işte o zaman inandım kızılderililerin gerçekten türk olduğuna. 1907 yılında geçen bir hikayedeki kızılderili karaktere bakıyorsun. 2019 yılındaki türklere bakıyorsun. aynı düşünce. aynı mantık. sonra derin işlenmiş diyorum inanmıyorsunuz. gördünümüz mü lan bağlantıyı? işte kabak gibi belge. umarım charles kardeşim muradına ermiştir.

sözlerimi bitiriyorum çünkü yazı çok uzun oldu

son olarak arthur morgan sizce iyi mi yoksa iyi olmaya çalışan bir adam mı? şayet iyi olmaya çalışan bir adamsa düşünceniz şunu hatırlatayım da tekrar bir düşünün. arthur'un finalde atının düşmesi ve o hengamede, o yorgunlukta, o kurşunların yağmur gibi yağdığı kısımda atı son nefesini verirken onu okşayıp, teşekkür etmesi. olm ben 31 yaşında adamım. bir oyun karakterinin, atının son anlarına (ki kendinin de son anları aslında) tanıklık edip ağlayacak ne duygusallıkta ne de yaştayım ya. bildiğin ağladım o sahnede. arthur iyi adamdı olm.

Red Dead Redemption 2'de İşinize Yarayabilecek İpuçları

Oyun Dünyasının En Komplike Senaryosuna Sahip Oyunu Metal Gear Solid'in Dev Hikayesi