Steven Spielberg: Amerika'nın Kapitalist Avukatı mı, Sinema Sanatının Usta Yönetmeni mi?

Çayınızı kahvenizi alın, gelin: Spielberg'ün tüm kariyerini film film inceleyerek kendisi hakkındaki şüpheleri araştıran keyifli bir yazı.
Steven Spielberg: Amerika'nın Kapitalist Avukatı mı, Sinema Sanatının Usta Yönetmeni mi?

steven spielberg sinema tarihinin en büyük fenomenlerinden biri. ancak sahip olduğu büyük bütçeler ve genele hitap eden filmler yapması sebebiyle çoğu zaman eleştirildi. bir sanatçı mı yoksa tüccar mı olduğu uzun süre boyunca tartışıldı. filmlerine eklediği ögelerin ne kadarı insanların hoşuna gitsin diye konuldu, ne kadarı gerçekten spielberg öyle istediği için orada; didik didik incelendi. tam yüksek hayal gücüne sahip olduğu için kabul edilecek iken bu sefer de "propaganda" yaptığı gerekçesiyle suçlandı. filmlerinde kullandığı bayraklar, askerler ve israil ile ilgili söyledikleri sinemanın kitlesel gücünü sanat dışı bir alan için kullandığı iddialarını getirdi.

peki bu sorulara cevap getirilebildi mi? kısmen. ben de bu yazımda spielberg'ün bütün filmlerine göz atarak kendisi yüksek bütçenin peşinde koşan bir insan mı yoksa hikayelerini anlatmaya çalışan bir sanatçı mı bunu bulmaya çalışacağım.


filmleri incelemeye başlamadan önce spielberg'ün iki yönü olduğunu söylemek gerekiyor

ilki duygusal ve fantastik kısım. bu kısım bir çocuğun hayal gücüne ve masumiyetine yaklaşan genelde kaçış edebiyatına uygun temaları barındıran filmler. e.t. the extra-terrestrial, jurassic park, indiana jones gibi filmler hep bu kısmın ürünleri. gerçek kısımları olsa da genelde fantezi üstüne kurulu olan bu filmler, hem macera konusunda iyiler hem de genele hitap edecek kadar naifler. ikinci kısım ise savaş filmlerinin olduğu kısım. burada spielberg biraz önceki steril ortamı bırakıp izleyiciyi çamur, kan ve gözyaşının içine atıyor. propaganda iddiaları da burada başlıyor. çünkü amerikan askerlerinin savaşta yaptıklarını anlattığı saving private ryan ve yahudi soykırımını anlattığı schindler's list filmi bu kategoriye giriyor. peki savaş filmi çeken diğer yönetmenler değil de neden sadece spielberg eleştiriliyor? çünkü spielberg her yerde. yaptığı en önemsiz film ile sinema çevrelerince uzun süre tartışılıyor. ayrıca filmleri kazandıkları para ile değerlendirmek huyum değil ama elde ettikleri korkunç yüksek gelir, onları üzerinde konuşmayı gerektiren sosyal olaylar haline getiriyorlar.

filmlerin anlatım tekniğinden ve konularından bahsedeceğim bu kısımda makul spoiler'lar kullandım. bu nedenle şimdi ayrı bir bölümde filmleri incelemeye başlayabiliriz.

listemizin ilk sırasında dev filmografiyi başlatan sugarland express var

filmin konusu şöyle; çocuğunu geri almak için plan yapan bir kadın, küçük suçlar nedeniyle hapse girmiş kocasını kaçmaya ikna eder. beraber yola çıktıklarında bir polis memurunu da kaçırırlar ve olaylar büyür. filmin gerçek bir hikayeden uyarlandığını da notlarımıza ekleyelim.

filmin dikkat çeken noktası prodüksiyonun büyüklüğü oldu. bu kadar fazla araba, helikopter, figüranlar genelde genç yönetmenlerin ulaşamadığı lüksler. ayrıca sinematografinin iyi olması da karşımızda işini bilen bir yönetmen olduğunun kanıtı.

ancak filmin zayıf yönleri de var. örneğin karakter derinliğinin bulunmaması ilk göze çarpan nokta. spielberg karakterleri hakkında bize detay vermekten kaçınıyor. bu nedenle hikayenin derinine inemiyoruz. mesela çiftin nasıl tanıştığını anlatsa hikayeye farklı katmanlar ekleyebilirdi. ancak bu gibi detaylar hep es geçilmiş. ayrıca karakterler yaşanan olaylar boyunca da değişim göstermiyor. film nasıl açıldıysa öyle kapanıyor. bu nedenle ilginç olayların olduğu ancak insan yönüne dokunmayan bir film olarak değerlendirebiliriz.

listemizin ikinci sırasındaki film olan jaws spielberg'ün kaderini belirleyen film olarak da dikkat çekiyor

tarihin en başarılı blockbuster'larından biri olan filmi spielberg 27 yaşında tamamlıyor. maddi açıdan getirdiği özgüven sayesinde stüdyoların bütün imkanları yönetmenin önüne seriliyor ve bundan sonra spielberg yapmak istediği her şeyi yapabilecek birine dönüşüyor.

filmin konusu ise şöyle; küçük bir sahil kasabasında tatil sezonu açılmıştır. bu sırada bir köpekbalığı avlanmak için bu alanı seçer. köpekbalığı saldırılarına başladıktan sonra şerif denize girme yasağı ilan etmeye çalışır ancak insanlar geçim kaynağından olmak istemedikleri için bunu reddederler. burada iyi niyetle bakanlar için ince bir kapitalizm eleştirisi görülebilir ancak bu konunun üzerinde çok durulmadığından yönetmenin eleştiri yapmak isteyip istemediği çok anlaşılmaz. ekonomik sistemden çok insanların açgözlülüğüne yapılan bir vurgu vardır.

genel olarak bakacak olursak filmin temelinde klasik dönemden kalma bir doğa insan çatışması var. aynı sadelik john williams'ın yaptığı müzikte de görülüyor. film kolay görünen işlerden özgün bir gerilim çıkarıyor.

ancak filmin yapımı o kadar kolay olmuyor. öncelikle spielberg'ün film için ürettirdiği maket köpekbalıkları sürekli arıza veriyor bu nedenle filmin çekimleri herkes için işkenceye dönüşüyor. spielberg çekim sürecini istediği gibi yürütemediğinden büyük stres altına giriyor. çünkü henüz kendini kanıtlamış bir yönetmen değil ve stüdyo kendisinden şüphe etmeye başlıyor. maket köpekbalığı bruce'tan fayda göremeyeceğini anlayınca spielberg belki farkında olarak belki olmadan gerilim nasıl yaratılırın en iyi örneğini hazırlıyor. diğer pek çok filminde de kullanacağı bu yöntem asıl gerilim unsurunu değil de onun etkilerini göstermek üzerine kurulu. örneğin köpekbalığını değil de suda yaptığı girdapları göstermek seyirciyi bilinmezlik ile vurmasını sağlıyor. kendisi de sonradan köpekbalığını istediği kadar gösterebilse filmin bu kadar başarılı olmayacağını itiraf ediyor.

filmin yapımından bahsederken değinmek istediğim bir kişi daha var. aslında filmi kurtaran kişi sadece spielberg değil. film, rezalet geçen çekim sürecinin ardından kurgucu verna fields'ın önüne geliyor. fields filmi öyle bir kurguluyor ki köpekbalığını göstermeden dev bir gerilim oluşturuyor. çıkardığı işin muazzam olduğunu söylememe gerek yok sanırım. çünkü elinde sadece üç tane sarı bidonun hızlıca yüzdüğü planlar varken gerilim yaratmak herkesin harcı değil. ayrıca kendisinin bu filmdeki başarısıyla oscar aldığını söylemekte de fayda var.

film büyük başarı getirse de bazı sorunları da yok değil. mesela ilk filmde olduğu gibi bu filmde de karakter derinliği bulunmuyor. insanları kendi büyük hikayesi için bir enstrüman olarak kullanmayı tercih eden yönetmenimiz hiçbir şekilde karakterleri ile ilgili detay vermiyor. siz sadece karakterlerin mesleğini biliyorsunuz ve herkes mesleğine uygun şekilde davranıyor. bu nedenle kendi içinde çatışma yaşayan çok boyutlu insanlar göremiyorsunuz. karakterlerimiz herhangi bir değişim geçirmiyor. hayat ya da kendileri hakkında bir şeyin farkına varmıyorlar. bu nedenle eğer olay örgüsü tökezleyecek olsaydı elimizde ortalamanın altında bir film olurdu. kaptanın geçmişiyle ilgili detayları verdi o ne olacak derseniz de kaptanın geçmişi ve atom bombasıyla olan ilişkisi anlatılıyor çünkü yönetmen karakteri bir şekilde öldürecek ve sizin izleyici olarak karaktere üzülmenizi istemiyor. bu nedenle de karakteri sevmemeniz ya da ölümünü adil bulmanız için bir detay ekliyor. karakter yaşayacak olsaydı yine kaptan denilip geçilirdi. neyse ki gerilimin tavan yaptığı bir filmle karşı karşıyayız da bu tür detaylara kafa yoracak pek vaktimiz olmuyor.

listemizdeki üçüncü film spielberg'ün çocuksu hayal gücünü ve uzay hakkındaki merakını ortaya koyduğu close encounters of the third kind

dönemin diğer filmlerinde uzaylılar öcü gibi gösterilirken bu filmde onlara heyecan ile yaklaşılması dikkat çeken nokta oluyor. çünkü biliyorsunuz genelde uzaylılar amerika'ya saldırır. uzun ve kahramanca uğraşlar sonucunda def edilirler. bu filmde ise uzaylılar ile nasıl iletişim kuracağımıza kafa yoran insanlar var. matematiğin evrenselliği ve müzik-matematik ilişkisini göz önüne alarak kurulan iletişim göz kamaştırıcı bir fikir. bu bile diğer filmlerden ayrılmasına yetiyor.

filmin listedeki üçüncü film olmasına dayanarak söylemem gerekir ki genelde yönetmenler ilk filmlerinde kalabalık sahneler çekmekten uzak dururlar. sebebi de anlaşılır aslında. çünkü ne kadar çok insan varsa kontrol edilmesi gereken o kadar şey vardır ve hata yapılması da o kadar kolaylaşır. ancak bu filmi tekrar izlerken emin oldum ki spielberg'ün ta başından beri böyle bir kaygısı hiç olmamış. genelde kalabalık figürasyon tercih etmiş ve fazlaca insanın aynı anda hareket ettiği, konuştuğu, koştuğu ya da sadece beklediği sahneler kullanmış. bu tercihi bile yönetmen olarak ne kadar cesur olabildiğini ve sahnenin teknik özelliklerini kontrol altında tutabildiğini gösteriyor. ayrıca filmde muazzam bir ışık kullanımı var. özellikle son geminin geldiği sahnelerde her ne kadar stüdyo ortamında olsa da ışığın kullanımı ders niteliğinde sayılabilir. öyle bir iş çıkarılmış ki ekran başında bile gözleriniz kamaşıyor. bir de şöyle bir durum söz konusu çok ışık olsa da aydınlatılacak insan sayısı fazla olduğu için kimi yüzleri fazla aydınlatma kimileriniyse çok gölgede bırakma gibi bir sorun yaşanabilirdi. kontrol edemediğiniz ışıkta iki insanın fotoğrafını çekmek bile zordur. bir de üzerine spielberg'ün kalabalık setlerini düşünün. sırf bu konuyu bile göz önünde bulundurursanız görüntü yönetmeni ve ışık şefinin ne kadar ustalıklı çalıştıklarını anlayabilirsiniz.

bu filmde ayrıca yönetmen kendine ait bir tarz oluşturmaya başladığını görüyoruz. bir önceki filmde gerilim unsuru olarak kullandığı tekniği bu filmde de yineliyor. üçüncü türün uzun süre gösterilmemesi ve jaws'da kullanılan normal nesnelerin gerilim öğesine dönüştürülmesi fikri bu filmde de geçerli. ancak bir önceki filmde yaşanan problemler çok göze batmamakla birlikte bu filme de taşınmış. spielberg karakterleri ile ilgili detayları yine es geçiyor. ancak filmi ayakta tutan mesele bu değil zaten. normalde karakterlerin hikayelerini es geçmek çok kabul edilebilir bir durum olmamasına rağmen dramatik yapı sizi öyle bir merak duygusuna sokuyor ki bu durumu düşünmüyorsunuz bile. filmde uzaylılar neden burada?, bizden ne istiyorlar? neden o dağa inmeyi tercih ettiler? neden çocuğu kaçırdılar? dost olarak mı geldiler, düşman olarak mı? ve en önemlisi şimdi ne olacak? sorusu beyninizi o kadar meşgul ediyor ki karakterler sizin için önemsiz detaylara dönüşüyor. gerçi film bu sorulara direkt yanıtlar vermiyor ancak adından da anlayacağınız üzere film sadece yakınlaşmayı içeriyor derinlemesine bir incelemeyi değil.

film hakkında yazmayı bitirirken söylemek istediğim iki konu var. birincisi kısa bir not olarak ünlü fransız yönetmen ve film eleştirmeni françois truffaut da filmde rol alıyor. ikincisi de spielberg meşhur ürün yerleştirmelerine bu filmde adam akıllı başlıyor. hatta ürünü değil televizyon ekranından reklamı yerleştirerek ilginç bir işe imza atıyor.

dördüncü sırada spielberg'ü az biraz tanıyan herkese bu filmin burada ne işi var dedirtecek kadar ilginç bir film olan 1941 var

filmin konusu şöyle; pearl harbor'dan sonra kaliforniyalılar savaş histerisine kapılırlar. ancak işin ilginç yanı bu durum psikolojik bir dram olarak değil, ağır sarkastik bir dil ile ele alınır.

filmde bütün askerler ile milliyetçi halk ve en önemlisi savaşın anlamsızlığı ile ince ince değil göstere göstere dalga geçilir. bu nedenle film çıktıktan sonra büyük eleştirilere maruz kalır ve spielberg'ü bunalıma sokar. filmin neden yerden yere vurulduğu da anlaşılabilir. birleşik devletler tarihinde ordu ve ikinci dünya savaşında yaptıkları kadar övünülen az şey vardır. filmde ise ordu mensupları gereksiz yere silah kullanan,savaş araçlarını fetiş objesi haline getiren; cahil, organizasyon yeteneği düşük, çoğunlukla dengesiz insanlar olarak resmedilmiş. ayrıca filmin kötü karakterlerinden biri de amerikan askeri.

filmin tek dalga geçtiği şey askerler ve savaş da değil. çiğ bir mizah anlayışı olsa da spielberg bu filmde kendinden beklenmeyecek şekilde film endüstrisiyle de dalga geçiyor. örneğin çıplak bir kalçanın işaret edilip hollywood diye bağırıldığı bir sahne bulunuyor. bundan daha sert ne söylenebilir ki? ordunun birbirine girdiği sahnede de endüstrinin en önemli isimlerinde walt disney tabelasına tank ile ateş ediliyor.

tabi bu eleştiriler çok kişiyi kızdırıyor ve bu işten ağzı yanan spielberg bir daha kimseyle dalga geçmiyor. buradan başını eğdi ve asla kimseyi eleştirmedi gibi bir anlam çıkarılmasın. daha sonraki filmlerinde gösterdiği vahşi savaş sahneleri de eleştiridir. ancak işi komedi boyutuna vardırmadı hiç. belki üslubunu değiştirmek zorunda kaldı ancak insanların iddia ettiği gibi propaganda filmleri de yapmadı.

film hakkında yazmayı bitirirken şunları söylemek istiyorum. ilki mizah ögesi olarak kullandığından olsa gerek filmde michael bay'e ilham kaynağı olacak kadar patlama sahnesi var. diğer değinmek istediğim nokta saruman, count dooku gibi pek çok ikon karaktere hayat vermiş olan çok sevgili sir christopher lee'yi de alman komutan olarak görüyoruz. son söylemek istediğim de filmin mizahı slap-stick üzerine kurulmuş. bu nedenle biraz eğreti duruyor ancak tonunu biraz değiştirse belki de bir sonraki filmlerinde spielberg bir dr.strange love çekecekti. bilemeyiz. ancak muhtemelen kendisi insanlar ile bu kadar ters gitmek istemedi ve sistem içinde kalarak yoluna devam etmeyi seçti. kendisine bu nedenle korkak ya da parayı seçti diyebilir miyiz? sanmıyorum. çünkü kendisi yolunu değiştirdi ama stüdyo sisteminin nimetlerinden faydalanarak pek çok önemli filme imza attı. yeri geldiğinde de eleştirisini yaptı. şimdi bu konuyu hallettiğimize göre diğer filmler ile devam edebiliriz.

beşinci sırada film sektöründen en çok para kazanmış iki insanın ortak yapımı olan raiders of the lost ark var

filmin konusu ise şöyle; bir üniversitede profesör olan indiana jones aynı zamanda hazinelerin peşinde koşan gerekirse kendisini tehlikeye atan bir arkeologtur. filmin başında öğrenir ki on emir'in saklandığı efsanevi sandığın peşine düşen arkadaşı kaybolmuştur. indy de hem sırrı çözmek hem arkadaşını kurtarmak için maceraya atılır.

filmin senaryosu biraz maskülen olsa da çocuksu bir hava içeriyor. erkekler hatırlar bazen iki üç kişi bir araya gelip uzun süren oyunlar oynardık. genelde pazar akşamı yayınlanan filmlerden esinlenilen bu oyunlarda maceralara atılır yeri gelir dinozor avcısı olur yeri gelir denizlere açılıp sualtı canavarlarıyla savaşırdık. uzaylılar ve gelecekten gelen robotlar da örnek verilecek düşmanlarımızdı. indiana jones'un senaryosu da bizim oynadığımız bu oyunları andırıyor. aynı çocuksu yaratıcılığa ve macera duygusuna sahip. ancak şöyle bir fark var. bu filmi tasarlayanlar sekiz dokuz yaşında çocuklar değil, sinema tarihinin en büyük gelirini elde eden ikilisi george lucas ve steven spielberg.

film olabilecek en basit şekilde tasarlanmış. bu nedenle izlerken kendinizi pek zorlamıyorsunuz. düşmanlar belli, yapılacak iş belli. herhangi bir ahlaki ikilem ya da kötü karakterlerin bir derinliği yok. zaten karşı tarafa nazileri koydukları için izleyici de böyle şeyleri aramıyor. beklenti filmin sonunda indy'nin herkese yumruğu basıp geçmesi. beklenti de karşılandığına göre bir problem yok gibi görünüyor.

ancak filmin dönemi içinde fark edilmemiş problemleri var. mesela film dış dünyayı anlatmak konusunda biraz kıt. filmde oryantalist bir bakış açısı var. indy dışında herkes yabancı ve alabildiğine basit resmedilmişler. filmin kahire'de geçen kısımlarına bakarsanız, şehrin ruhunun yansıtılmadığını ya da yansıtılamadığını fark edersiniz. filmin stüdyo havası asla kaybolmuyor ve siz şehrin ruhuna dokunamıyorsunuz. en iyi ihtimalle cahil bir turist gibi dolaşıyorsunuz. oysaki biraz daha kendimizi orada hissedebilsek film daha etkili olacaktı.

film dönemin amerika dışında bir yeri tanımayan zihniyetinden zarar görse de aynı dönemde özel efektlerin yaygın olmamasından faydalandığı da bir gerçek.şimdilerde özel efektler sağ olsun herkes çok iyi dövüşüyor. herkes kung fu ustası. bu nedenle dövüşler de bir nebze yapay görünüyor. riders of the lost ark'ta ise harrison ford'un bütün hareketlerini net bir şekilde izleyebiliyorsunuz. yumruk atarken gerilmesinden yere düşmesine kadar bütün hareketleri gerçek. bu da filme kendine özgü bir nostalji havası katıyor. mekanize dövüşlerden çok mahalle kavgası havası veren bu sahnelerde spielberg bol bol slap-stick mizah da kullanıyor.

filmi bitirirken tek bir şey söylemek istiyorum. jaws ile birlikte bir nesil denize girmeye korkar olmuştu. bu film ile de çoğumuz yılan fobisi geliştirdik. teşekkürler spielberg.

altıncı sırada ticari olarak tarihin en başarılı filmlerinden biri olan e.t. the extra-terrestrial var

dünyayı incelemek üzere gelen bir uzaylının bir hata sonucu kendi gezegenine dönememesini ve bu sırada ailevi sorunları olan bir çocukla dostluk kurmasını anlatıyor. normalde bu yaşta problemleri olan çocuklar hayali arkadaşlar yaratırlar. et de bu çocuğun bir hayali arkadaştan beklediği her şeyi karşılıyor. et'nin sürekli peluş oyuncaklar arasında saklanması ve yetişkinlerden uzak tutulması gerekliliği de bunu destekler nitelikte. ayrıca et'nin iletişim kurmak amacıyla yaptığı cihazlar bile bir çocuğun yaratıcılığını yansıtıyor. filmde anne dışında yetişkinlerin büyük çoğunluğunun yüzü görünmüyor.bütün yetişkinler gölgeler, siluetler ve sırtı dönük figürler olarak resmediliyor.

bu çocuk masumiyeti nedeniyle film oldukça duygusal. et'nin insanlar ile soğuk bilimsel yöntemler yerine duygularıyla iletişime geçmesi de güzel düşünülmüş bir detay. bu duygusal atmosfere john williams'ın da inanılmaz katkısı var. bu filmle ikna oldum ki john williams'ta şeytan gibi bir yetenek var. et'nin ölmek üzere olduğu sahnelerde o kadar iyi çalışmış ki kaç defa izlemiş olursanız olun, filmlere bakış açınız ne kadar realist olursa olsun ağlamamak için kendinizi zor tutuyorsunuz. yapılan şey bir müzik düzenlemesi gibi değil adeta hipnoz gibi çalışıyor. siz isteseniz de istemeseniz de spielberg'ün istediği tepkileri vermek durumunda kalıyorsunuz. mesela bisikletle uçtukları sahneyi kaç defa izlemişimdir. hatta bu filmi açmadan önce de denemek için bir kaç sefer izledim sahneyi. ancak sahne başladığında tüylerim yine diken diken oldu. bu gerçekten müziğin ya da filmciliğin ötesinde bir başarı.

ayrıca bu film ile birlikte spielberg kendi kültürünü yansıtmaya başlıyor. yalnız ve yaratıcı bir çocuğun zihnine sahip olan spielberg filme kendisinden ve çocukluğundan ögeler yerleştirmiş. nerd'lüğü kutsayan bu detaylar daha sonra atmosferi daha sert olsa da stranger things'te de tekrar ediliyor. ortak detaylar şöyle: yalnız anne, mısır tarlaları, bisiklet, frp oynayan çocuklar, uzaylıyı arayan devlet kurumları, et'yi almaya gelen insanların üzerine giydikleri beyaz kıyafetler, cadılar bayramı, et'nin dolapta kendine yaptığı yerin eleven'ın saklandığı yere olan benzerliği.

stranger things'te de toplum dışına itilmiş bir grup vardı. bu grup da kendine ait bir alt kültürün parçasıydı ve dış dünyanın pek ilgilenmediği star trek, star wars gibi özel alanlara ilgililerdi. bir sinema geek'i olarak benim de içinde bulunduğum bu kültürün ana akımda gösterilmesi de beni ve benim gibi insanları ayrıca mutlu ettiğini de söyleyeyim.

nerd'lük demişken filmde yer alan benim gördüğüm star wars göndermelerinden de bahsedeyim. film boyunca çeşitli yerlerde star wars figürleri görülüyor. bunlar elliott'un odasındaki kartondan yapılma tie fighter , oyuncaklarını gösterdiği zaman elinde tuttuğu greedo, lando ve boba fett, cadılar bayramı için dışarı çıktıklarında et'nin yoda olarak giyinmiş çocuğu tanıması vs.

film hakkında dikkat çeken iki nokta var. birincisi indiana jones'ta da bahsettiğim gerçekçilik duygusu. bu filmin zamanında cgi çok yaygın değildi. yani bir oyuncunun karşısına cgi bir şey koyup oynatamıyordunuz uzun süre boyunca. bu nedenle et kukla olarak yapılmış. ancak bu iş filmi aşağı çekmekten ziyade yukarı çıkarmış. çünkü hareketleri gerçek, düşmesi kalkması gerçek, oyuncuların teması gerçek. yarım yamalak yapılacak bir cgi'dan ziyade bu şekilde yapılacak bir canlandırma çok daha geçerli bence. diğer nokta ise spielberg'ün üzerinde amerikan bayrağı bulunan bir şeyi gerilim öğesi olarak kullanması. bu sahneler yönetmenin diğer filmlerine bakıldığında çok tercih edilebilir görünmüyor. ancak filmdeki en gerilimli anlardan birinde sırtında amerikan bayrağı olan bir astronot görüyoruz. ancak bu gerilim bilinmezlikten geliyor. stranger things'ten farklı olarak burada hükümet yetkilileri tamamen iyi niyetli. adeta olmayan babanın yerine devleti koymuş yönetmen. bu da kendi dünya görüşünü ortaya koyduğu anlardan biri.

yedinci sıradaki filmimiz bir devam filmi: indiana jones and the temple of doom

önceki filmle aynı mantığı kullanıyor. maceracı arkeologumuz yine insanlığın mirasını korumaya çalışırken kötü adamlarla karşılaşır. millet elinde fırça yüz saat uğraşırken içine girdiği her mekanı yıkıp geçen indy sonunda gerekli sayıda insanı yumruklar ve film mutlu son ile biter. filmi sevmedim değil, çocukken izlediğimde çok eğleniyordum ancak filmin bir derinliği olmadığı da ortada. mesela indy sürekli üzerinde durulmasına rağmen bir bilim adamından çok han solo gibi bir kaçakçıyı andırıyor. ayrıca filmde diğer milletten insanları stereotip olarak yansıtmaya devam ediyorlar. bu bağlamda da karakterimiz james bond'un erken dönem filmlerindeki haline benziyor.

ancak tabi filme yatırılan para muazzam. film bütçesinin ve prodüksiyonun büyüklüğünü göstermek istermişçesine bol insanın bulunduğu bir dans sahnesiyle açılıyor. hemen ardından gelen kovalamaca sahnesinden başlayarak filmdeki her bir kare benim için çok para ve emek harcandı diye bağırıyor. bu nedenle bütün görseller büyüklük ve eğlence üzerine kurulmuş. filmi izlerken hep bir sirke ya da lunaparka gitmişsiniz gibi bir his oluşuyor. özellikle vagonla kaçma sahnesinde roller coaster benzerliği ile bu his perçinleniyor.

filmin ilk filme göre geriye giden yerleri de var. bu da ilk filmdeki marion'ın yerine gelen kadın karakter ile ortaya çıkıyor. indiana jones filmlerinde kadınlar zaten çok kısıtlı alanlarda temsil ediliyorlardı. bu filmdeki kadın karakterin yeri marion kadar bile olmuyor. şarkıcı willie scott standart bir turisti canlandırıyor ve mizah kendisi üzerinden dönüyor. şanghay'da lüks içinde yaşarken indiana jones ile mecburen maceraya atılan karakterimizin rahatına düşkün, yardıma muhtaç ve şikayet eden bir hali var. başına gelen komik şeyler çok sofistike değil ayrıca ilk filmde işleri kendi eline alan ve indiana jones'a ve bütün düşmanlarına kök söktüren marion'ın gölgesinde kalıyor. marion izleyicide ve maço erkek imajı çizen ındy de bile saygı uyandırırken willie sadece gülünüp geçilen silik bir karakter olarak yazılmış.

filme dramatik kurgu açısından bakacak olursanız ise yönetmenin size yeni bir şey sunmadığını görürsünüz. yeni bir şey sunmuyor derken dönemi için ya da yönetmenin filmleri arasında demek istemiyorum. bildiğiniz odessa'dan beri yeni bir şey sunmuyor. bir klasik macera kurgusu şu şekilde işler. kahramanımızın başına bir şeyler gelir, daha sonra o sorunu çözmeye çalışırken daha büyük problemlerle karşılaşır. problemleri çözmeye çalıştıkça çatışma büyür ve finalde çözülür. nereden baksanız üç bin senedir kurulan bir yapı bu. bütün izlediğimiz şeyler sadece hikayenin ilerlemesini sağlamak için. karakter değişmiyor ya da olaylara farklı bakmıyor. o sadece maceradaki rolünü oynuyor. bir de yazar ya da yönetmen size bilmediğiniz farklı dünyalar ve karakterler gösteriyor. odessa'da bunlar ölüler ülkesi hades iken indiana jones'ta çin, hindistan gibi o zamanki ortalama izleyicinin göremeyeceği yerler oluyor.

film hakkında yazmayı bitirirken senaryo ile ilgili şöyle bir şey söylemek istiyorum. bu kurgunun üç bin senedir var olması aslında kuralların işe yaradığını gösterir. spielberg de bunu yapıyor. yeni şeyler icat etmiyor ancak kuralları o kadar güzel uyguluyor ve o kadar büyük bir prodüksiyon ile önünüze getiriyor ki film bitene kadar senaryoya kafa yormuyorsunuz. ancak film bittikten yani görsellik çekildikten sonra bu film tam olarak ne anlatıyor diye düşündüğünüzde senaryonun basitliği canınızı sıkmaya başlayabiliyor.

sekizinci sırada spielberg'ün sugarland express'ten sonraki gerçekçi filmi the color purple var

listedeki filmlere dönüp baktığınızda hepsinin çıkış noktasının canlı bir hayal gücü olduğunu görüyoruz. bu film ise her ne kadar bir edebiyat eserinden uyarlanmış olsa da hayal gücü öğelerini dışarıda bırakıyor. filmin konusu ise şöyle; babası tarafından tecavüze uğrayan celie daha sonra babası kadar kötü bir adamla evlendirilir. bundan sonra ise celie'nin baskıcı bir toplum içinde varoluş hikayesini izleriz. spielberg'ün filmlerinde hep karakterlerin gelişmediğinden ya da değişmediğinden şikayet ettim ancak bu filmde durum farklı. çünkü celie'nin erkek egemen hayatında gerçekleşen değişiklikleri izliyoruz.

filmin kırılma noktası da shug avery'nin eve gelişi oluyor. önce celie'nin sir diye hitap ettiği kocasına ilk ismiyle hitap etmesi daha sonra bir kadın olarak erkek figürünün kontrol edilebileceğini göstermesi son olarak da kocasının celie'nin gözü kapalı yaptığı işleri yapamayacak kadar kabiliyetsiz olduğunu ortaya koyması iktidar figürün yıkılmasına neden oluyor. shug avery'e kendisinin yapamadıklarını yapabildiği için sempati beslemeye başlayan celie ikram ettiği suya tükürmek gibi küçük isyanlara başlıyor.

celie'nin durumunu değerlendirirken afro-amerikan olmasının yanında kadın olmasını da eklemek lazım. çünkü filmin büyük kısmında beyazlarla arasındaki ilişkiyi görmüyoruz. ancak diğer afro amerikan kadınlara baktığımızda durumlarının kendisi kadar kötü olmadığı sonucunu çıkarabiliriz. bu nedenle ana karakterimizin asıl sorunu hayatındaki erkekler ile ilgili. önce babasının tecavüzü daha sonra kocası tarafından bir meta gibi alınması, kendisine gösterilen köle muamelesi celie'yi bu duruma getiriyor. kocasının despot tavırları ve celie'nin hiçbir karar veremiyor oluşu onu silik, korkak, sesi çıkmayan, itiraz edemeyen ve görüş bildiremeyen birine dönüştürüyor. kendi karakterini bile oluşturamıyor. tam gelişim çağında önüne dikilen egemen erkek figürleri gelişimini yıkıyor ve celie'nin elinde nettie'ye olan sevgisi dışında belirgin bir özellik bırakmıyor. celie o kadar çaresiz durumda ki harpo'ya yeni eşi sofia'yı dövmesini öğütlüyor. çünkü hayatın başka türlü olabileceğini bilmiyor.

filmin sağlam karakterlerinden sofia üzerinden bir rosa parks göndermesi var ancak sonu gerçek hayattaki gibi toplumsal bir isyanla bitmiyor. burada dikkat çeken durum ise ülkesini çok seven yönetmenimizin amerikan'ın karanlık geçmişini bu kadar ortaya döken bir hikayeyi tercih etmiş olması. çoğu insan bunu neden yaptığını sorgulayabilir. ancak spielberg muhtemelen ülkesinin bütün değerlerini benimsemiş bir insan bu nedenle rosa parks gibi figürler, ayrımcılığın sonlandırılmaya çalışılması ve ırkçılığa karşı verilen mücadele kendisi için bir gurur kaynağı. bu söylediklerimin ne kadar başarıldığı ise yönetmenden bağımsız olarak bambaşka bir tartışmanın konusu. ancak yine de tercih edilen kurgunun başkanın karısı miss millie'ye karşı sempati duymamızı beklemesi de tam bir saçmalık.

film hakkında yazmayı bitirirken şu noktaya değinmek istiyorum. her zaman söylerim küçük bir karakteri canlandırmak büyük bir karakteri canlandırmaktan her zaman daha zordur. bu filmden örneklere bakarsak shug avery'i oynamak ve dikkat çekmek çok zor değil. çünkü kırmızı elbise içinde şarkı söylediğiniz bir sahne var. ancak aynı sahnede whoopi goldberg'in de dikkat çekebilmesi tamamen oyuncunun başarısıdır. goldberg'in celie'ye şarkı söylendiğinde gösterdiği utangaç tavırlar, kendisini kıskanan kadınlara verdiği çocukça tepki bir dakikaya yakın sürede karakterin bütün hayatını ortaya dökmeye yetmiş. bu performans da önünde sadece bir gaz lambası varken sahnede güneş gibi parlamasını sağlamış.

dokuzuncu sırada spielberg'ün uzun yıllar devam ettireceği ciddi savaş filmlerinin ilki empire of the sun var

savaş hattında kalan bir çocuğun hikayesinin anlatıldığı bu filmin baş rolünde "bakın bu çocuk şimdi kim?" listelerine giriş yapacak haliyle christian bale var. filmin konusu ise şöyle; ingiliz bir çocuk japon işgali altında ailesini kaybeder ve hayatta kalmaya çalışır.

spielberg filmi tezatlar üstüne kurmuş ve yaşanacak değişimin şiddetini anlatmak için filmin başında bu öğeyi bolca kullanmış. örneğin ailenin sterilliği, partiye giderken arabalarının camına çarpan ölü tavuklar ile ifade edilmiş. tek tip giyinen karmaşanın parçası olan insanlar ve arabada değişik kılıklara girmiş insanlar ise ailenin dünya ile ilişkisinin ne kadar kopuk olduğunu göstermek için kullanılan güçlü bir sembol.

spielberg film boyunca bir çocuk masumiyeti ile hayatta kalmaya çalışan ana karakterini takip ediyor. burada christian bale'in çok yetenekli olması da faydalı oluyor tabi. yoksa tamamen yetişkinlerin sorunlarını dile getiren savaş gibi bir tema altında bir çocuğun hikayesinin kaybolması an meselesi. her an iş ajitasyona dönebilir ancak yönetmen tonu o kadar iyi ayarlıyor ki izleyici olarak bütün dikkatiniz ana karakterin üzerinde kalıyor. ancak filmin kafası biraz karışık. hangi noktaya ağırlık vermesi gerektiğine, tam olarak hikayenin merkezine ya da yaşananlar ile ilgili seyirci olarak bizim ne hissetmemizi istediğine karar verememiş durumda. japonları sevecek miyiz, onlardan nefret mi edeceğiz? savaş kötü bir şey mi, yoksa amerikanlar kazandığı sürece görkemli bir şeye dönüşebilir mi? ayrıca sağduyuya aykırı şeyleri de kabul ettirmeye çalışıyormuş gibi bir durum var. atom bombası dünya kamuoyu tarafından kötü bir şey olarak görülürken, bombanın patlama anında çıkan parıltıyı savaşta ölen hasta bir kadının cennete giden ruhuna benzetmek çok kabul edilebilir bir şey gibi görünmüyor.

film hakkında yazmayı bitirirken söylemek istediğim bir şey var. filmin kafası karışık demiştim. belli ki çekimler sırasında spielberg'ün de kafası karışıktı. çünkü japon kampındayken askerlerin pearl harbor'ı planladıklarını görüyoruz. ve bir yerde ana karakter pearl harbor'u yapacak adamlara asker selamı veriyor. şimdi bu durum tabi ki spielberg filmleri içinde anlaşılabilir bir durum değil. ancak sadece film içinde değerlendirirsek bir asker gibi hayatta kalmaya çalışan, demir gibi bir iradeye sahip bir çocuktan, emir ne olursa olsun yerine getirmeye çalışan diğer insanlara bir selam olarak görebiliriz bunu. ki bu da aslında siyasi bütün olayları dışarıda bırakarak sadece insani yöne bakmamızı sağlar. böylece gösterilen sahneyi bir mantık çerçevesine oturtabiliriz. diğer türlü düşünürsek kurgucu kendi kafasına göre bir planı eklemiş gibi duruyor çünkü.

listedeki onuncu film olan indiana jones and the last crusade ile ilgili söylemek istediğim ilk şey

hey gidi sean connery, hey gidi river phoenix oluyor. filmin başındaki orijin hikayesinde indy'nin temellerini görüyoruz. river phoenix'in canlandırdığı genç indy arkeolojiye meraklı birazcık da macera seven bir gençtir. sırayla tarihi kaçakçılara engel olmaya çalışır. kaçar, kovalanır ve hayvanlarla dolu bir trende mücadele eder, ilk defa kırbaç kullanır ve kötü adamların elinden "sihir" sayesinde kurtulur. ancak kuralları uygulayan bir adam gelir ve her şeyi berbat eder. indiana jones'un imajını aldığı adam ise ona şapkasını hediye ederken istediğini almak istiyorsa daha fazla mücadele etmesini öğütler. bir karakterin temelleri ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi herhalde.

bu kısa hikayeden sonra filmimiz başlar. bu filmin konusu ise şöyle; indy'nin babası kendisi gibi gizemli olaylara meraklı bir akademisyendir ve kutsal kasenin peşine düşmüştür. ancak her zaman olduğu gibi ortadan kaybolur. babasını bulup gizemi çözmek de indy'e düşer.

filmle ilgili bir konu var. belki de üç filmdir aynı şeyi yaptıkları için biraz rahatsız etti beni. durum şu ki filmde kullanılan her şey biraz sığ. filmin başındaki fesli adamlar türkiye'den geldiyse eğer biz o dönemde fes kullanmayı bırakmıştık mesela. o bölümlerin zaten derinlikli işlenmesini beklemiyordum. yıl oldu 2018 film türkiye'de geçince hala deve gösteren insan var. ancak italyan'lar da aynı sığlıkta işlenmiş. hatta kadın karakter bile gerektiğinde ındy ile öpüşsün diye orada gibi. bir dekordan çok da fazlası değil. aksiyonu güzel, olay akışı güzel, film size vaat ettiği her şeyi sunuyor. ancak biraz araştırmayla daha fazlası yapılabilirmiş. elinizde dünyanın imkanı var çünkü. patlamaya çatlamaya yatıracağınız paranın birazını araştırmaya ayırsaydınız arkadaki karakterler de karton gibi durmazdı. bu filmi çocukluktan sonra izlediğim için sanırım diğer filmlerde beni rahatsız etmeyen bu detaylar gözüme battı. özellikle iskenderun sahnelerinde olmazsa olmaz, hele hele diye gezen satıcılar, garip bir çöl mimarisi bu ne böyle diye düşünürken üstüne deveyi gördüm tam oldu. ancak yaklaşık bir sene varlığını sürdüren hatay cumhuriyet'ini bilmeleri ilginç. galiba ortalama seyirciye belli görsel kodlar ile seslenmek istediler. çünkü izleyici hatay diye düşündüğünde aklına böyle görseller geliyor ve siz başka bir şekilde yansıtırsanız, sizin anlattığınız doğru bile olsa seyirci tarafında karşılık bulamayabilir. gerçekçilik konusunda fazla mızmızlandığımı düşünenler olacaktır ama aslında öyle değil. yaratılan her mekanın bir fantezi ürünü olduğunun ben de farkındayım ancak gerçek hayattan alınacak detaylar ile biraz derinlik katılsa daha güzel olurdu diyorum o kadar.

film ilk izlediğimde diğer filmlere göre de basit görünmüştü gözüme. indy'nin çözdüğü bulmacalar falan çok basit görünüyor. diğer filmlerde araştırma ve bilgi kısmı ortadan kalkmış bu filmde. bir an önce aksiyona geçmek isterlermiş gibi bir hava var. bu nedenle gizemler skyrim'deki kapı bulmacaları kadar basit düzenlenmiş.

film hakkında yazmayı bitirirken iki konudan bahsetmek istiyorum. ilki filmin mizahı. şimdi için biraz garip gelse de dönemi için güzel aslında. özellikle sean connery'nin verdiği tepkiler paha biçilmez bir renk katıyor filme. ikinci noktası da filmin sonundaki isim esprisi aslında gerçek. indiana gerçekte george lucas'ın köpeğinin ismi. ve ünlü karakterimiz adını bu köpekten alıyor.

on birinci sıradaki filmimiz always

romantik drama tadında bir film. filmin konusu ise şöyle; orman yangınlarına havadan müdahale eden bir pilot sürekli olarak gereksiz kahramanlıklar yapmaktadır ve bu durum kız arkadaşını haklı olarak rahatsız eder. pilotumuz kendisinden beklendiği şekilde bir uçak kazasında ölür. ve insanlara ilham kaynağı olması amacıyla seçilir. dünyaya hayalet olarak geri geldiğinde ilham kaynağı olarak seçildiği kişinin sevgilisine aşık olduğunu fark eder.

filmin senaryosuyla dalga geçmiş gibi görünüyorum farkındayım ama çatışmanın gereksiz bir noktadan çıktığını inandığım için böyle davranıyorum. eğer savaş pilotu olsaydı karakterimiz ya da ne bileyim yolcu uçağı kullanıyor olsaydı ve bir fırtınada ölmüş olsaydı kendisiyle bağ kurmamız daha kolay olurdu. ancak film içinde john goodman'ın da belirttiği gibi yaptığı kahramanlıkların ya da aldığı risklerin çoğu zaman bir anlamı yok. evet orman da çok değerli ancak risk almadan da işini yapabilir. neden böyle bir karakter olduğu ile ilgili bilgi verilmeyince haliyle biz de karaktere mesafeli yaklaşıyoruz.

ana karaktere ısınamadığım için film hakkında john goodman'ın performansı dışında klişe yazıp geçecektim ancak dönemine göre değerlendirmediğimi fark ettim. bu dinamikleri alıp 2018'de kullanmaya çalışsanız tabi ki klişe olarak etiketlenirsiniz ancak 1989 yılında yapıldığına göre bu film klişelerin o dönem daha klişeleşmediğini düşünmek gerekiyor. çünkü o dönem ne titanic var ortada ne you've got mail. bu nedenle filmin kendi türü içinde en azından eli yüzü düzgün bir yapım olduğunu kabul etmek durumundayım.

ayrıca filmde esin kaynağının açıklanması kısmını orijinal buldum. pete'i başta biraz itici bulsam da esin kaynağı olarak çalışmaya başladığında yaptıkları beni baya eğlendirdi. bir de dorinda'yı yakından tanıdıktan sonra filmin seyri birazcık daha değişti. burada holly hunter'ın da etkisi var tabi. filmdeki sempatikliği, manik halleri, çok hoş ses tonuyla bizi bizden aldı. ayrıca çok seksenler meraklısı olmamama rağmen saç şeklini çok beğendim. bir de sarah connor'a yakışıyor zaten böyle saç başkası yapınca kuş yuvasına dönüyor.

ancak filmde dramatik çatışma eksikliği var. mesela ted'in aslında ilhama ihtiyacı var mı? dorinda'yla işleri çok güzel çözdü, uçak işini de halledebilirdi. ya da aldığı ilhamla değiştiğini görmüyoruz ted'in zaten superman gibi bir aktör seçmişsiniz bu adamın kadınlar konusunda yardıma ihtiyacı olduğuna nasıl inandıracaksınız bizi? bir diğer oturmayan nokta da dorinda neden sürekli uçak kullanmak istiyor? her isteyen boştaki uçağı alıp gidebiliyorsa burası nasıl bir hava üssü? filmin çatışmaları üstünde yeterince durulmuyor. orman yangınları ya da başka bir şey size tam olarak heyecan vermiyor. al'in filmin başında dediği gibi bu bir savaş olsa kahramanlık kabul edilebilir ama şu anki durumda bu geçerli değil. o yüzden havada fıldır fıldır gezen uçaklar bizim için iyi bir görüntü vermekten başka bir işe yaramıyor.

film hakkında yazmayı bitirirken şundan bahsetmek istiyorum. filmde bir de değişik bir cut tekniği kullanmışlar. ilk örneğinin burada olduğunu sanmıyorum ama başarılı bir örneği olabilir. çok basit bu teknikte karakter bir harekete başlıyor, cut yapıyorlar ve karakter hareketini başka bir mekanda bitiriyor. dediğim gibi çok olmayacak bir şey değil ama sahnelere dinamizm kattığı da bir gerçek. bu nedenle kısa filmle falan ilgilenen arkadaşlara filmi izleyip en azından tekniği bir kere denemelerini tavsiye ederim. belki ileride işlerine yarar.

on ikinci sırada pek beğenilmeyen bir spielberg filmi var

hook diğer filmler gibi dikkat çekici olmayabilir ancak spielberg'ün sinemaya ne kadar yön veren bir insan olduğunun kanıtı gibi. aklınıza 90'larda yapılan bütün aile filmlerini getirin, aşağı yukarı bütün filmlerin hook'taki öğelerden faydalandığını göreceksiniz. 90 öncesi aile filmleriyle karşılaştırmak gerekirse de çoğu filmden daha "sihirli" olduğunu söyleyebilirim. filmin konusu da ilginç. peter pan gerçek dünyaya geçip normal bir insan olmuştur. yaşlanmış, kilo almış, işkolik bir adama dönüşmüştür. kısaca bir çocuğun olmak istemeyeceği her şeyi temsil eder. en önemli özelliği de uçmayı unutmuş olmasıdır. azılı düşmanı hook peter'dan intikam almak için çocuklarını kaçırır. peter'ın geri dönüp uçmayı öğrenmesi ve çocuklarını kurtarması gerekir.

filmin çıkış noktasını beğendiğimi söylemem gerekiyor. çocukların büyümediği bir yer olan "neverland"den gelen peter büyürse ne olur? diğer yetişkinler gibi olur, çocuklara vakit ayırmaz ve üzerilerine olur olmadık sorumluluklar yüklerken kendisi onlara karşı sorumluluğunu yerine getirmez. hook kendisine meydan okuduğunda silah olarak çek defterini çıkarmasından peter'ın nasıl değiştiğini görürüz. ayrıca büyüdükçe her çocuğun doğal yeteneği olan hayal gücünü kaybeder. film boyunca da peter banning'in bu yeteneğini geri kazanmasını izleriz zaten.

peter'ın kendisini bulması için karşısında önemli bir düşman vardır. sempatikliğiyle ve muhteşem oyunculuğuyla tanıdığımız dustin hoffman'da hook rolünde bu gerekliliği dolduruyor. pis, kavgacı ve nefret dolu korsan olarak baya bir değiştiğini görebiliyoruz. hook'u da aslında kötü diye düşünmek istemiyorum. çünkü kendisinin peter'dan çok da farkı yok. peter gerçek dünyaya geçerek olgunlaştı ancak hook hala çocuk dünyasının bir parçası. o nedenle sonu ne olursa olsun tek istediği şey var o da "oyun". bu nedenle yaptığı her şey oyununun bozulmasını istemediğini gösteriyor. ancak hook'un yöntemleri çocuk dünyasını aşabilecek psikolojik altyapıya sahip. peter'ı yıkmak için çocuklarını ona karşı dolduruyor. peter'ın eksikliklerini kendi doldurabilecekmiş gibi gösteriyor. burada canımı sıkan bir şey var. film için değil ama genel zihniyet olarak beni bunaltıyor bu durum. ilk kimin başlattığını bilmiyorum ama amerikan çocukları ve bitmek bilmeyen beysbol klişesi bu filmde de var. koca bir kitle düşünün ki tek amacı beysbol maçını kazanmak ve maça kim gelmiş bunu düşünmek olsun. böyle böyle süper güç olmayı kaybedeceksin amerika. 60'larda aya insan gönderen insanların uğraştığı işlere bak. elin çinli çocuğu moleküler biyoloji öğreniyor sen hala "beysbol çeyrek final maçıma neden gelmedin baba?, yok falsolu toplara vuramıyorum anne." olmaz olsun böyle oyun.

filmin biraz da teknik yönlerine bakalım. filmin görüntü yönetimi diğer bütün spielberg filmleri gibi iyi. ne kompozisyonlarda ne kadrajlarda göz yoran bir şey bulabilirsiniz. film ise sanat yönetmenliği ile öne çıkıyor. çünkü hikaye neverland'e geçtikten sonra bütün filmi bir sirk havası alıyor. bütün o kalabalık ortamın tekinsizliği, biraz çocuksuluğu çok iyi yansıtılmış.

teknik kısımdan devam etmek gerekirse müzik konusuna değinebiliriz. daha önce john williams için şeytan gibi yetenekli demiştim. şimdi de bunu tekrarlamak istiyorum. yani normal bir insanın bu kadar içe işleyen bir müzik yapabilmesi, sahnenin etkisini birken beşe katlayabilmesi daha başka nasıl açıklanır bilmiyorum. özellikle peter'ın ilk uçmaya başladığı sahnede arkaya öyle bir müzik koymuşlar ki siz de peter ile birlikte "mutlu bir anınızı buluyorsunuz" onunla birlikte göklerde süzülüyorsunuz. film müziği anlamında bu kadar güzel bir ortaklığı herhalde sinema tarihinde de başka yerde göremeyiz. tek örneği spielberg ve williams arasında olabilir.

film hakkında yazmayı bitirirken söylemek istediğim ilk şey robin williams'ın ne kadar iyi bir oyuncu olduğu. anmadan geçmek istemedim. diğeri de filmdeki diğer bir usta oyuncu maggie smith. peter'ın eski dostu wendy'i canlandıran maggie smith'i ben de harry potter serisi ile tanıdım ve aklıma "bu kadın ne zamandan beri yaşlı?" sorusu takıldı. ki bu film ben doğmadan bir sene önce çekilmiş. aradan kaç sene geçmiş mcgonnagal ile wendy neredeyse aynı. hatta mcgonnagal wendy'den daha genç duruyor. bu nasıl bir yaşlanma süreci, bu nasıl bir biyoloji ben anlamadım. bir de küçük bir detay vermek istiyorum. spielberg'ün gönderme yapmayı ne kadar sevdiğini biliyoruz. bu filmde de final sahnelerinden birinde toodles bilyelerini almış uçarken seize the day diye bağırıyor. bu da robin williams'ın 1989 yapımı dead poets society filmine bir gönderme.

jurassic park

bir yönetmenin bir filminin çok başarılı olması ama diğer filmlerinin o kadar iyi olmaması normal bir durum. tek atımlık kurşunu vardı tüketti der geçeriz. bir yönetmenin bir filmle anılması ve diğer filmleri iyi de olsa hatırlanmaması da normaldir. bunu da insanların dikkatsizliğine yorarız. kimi yönetmenlerin bütün külliyatı eşit şekilde gider, hiçbir filmi çok patlamaz ama genel olarak başarılı görülür. bu yönetmenleri takip ederiz ama sohbet ederken ismini unuttuğumuz olur. pek sık rastlanmasa da birtakım yönetmenlerin sinema tarihine birden çok film soktuğunu da görebiliriz. bu yönetmenler zaten çoğu listede yer alır ve adları ilk öğrenilenlerdir. ancak hem film tarihine birden çok film sokup hem bu filmlerde devasa gişeler yapmak spielberg dışında kimde görülebilir bilemiyorum. spielberg önce jaws ile daha sonra jurassic park ile bunu başarıyor.

filmin başarısını izleyici sayısıyla ya da gişeyle bir tutacak halim yok ancak bu filmlerin başarısına ulaşmak istemeyecek yönetmen de az bulunur. bu kadar geniş kitleler tarafından bilinmek ve önce 90'lara daha sonra tüm sinema tarihine damga vurmak kolay bir iş değil. kullandığı özel efektler ile sinemaya yön vermesi kısmına değinmiyorum bile.

filmin konusu ise şöyle; bilim adamları günümüze kadar sağlam kalmış dinozor dna'sı bulurlar ve bu dna'dan yola çıkarak dinozorları klonlarlar. bu canlıları da bir parkta insanlara sergileyerek para kazanma yoluna giderler. ancak plan istedikleri gibi gitmez.

filmin dramatik kurgusuna bakarsanız klasik yapıda olduğunu görürsünüz. bunu da klişe anlamında kullanmıyorum. klasik yapıtlarda çatışma insan ve doğa arasında gerçekleşir ve insanoğlu hayatta kalmaya çalışır. örneğin moby dick'te ahab beyaz balinanın peşindedir. burada da john hammond tarihin bildiği en iyi avcıları kontrol altına almaya çalışır ve başarısız olur. film boyunca da bu başarısızlık nedeniyle tehlikede olan insanların kurtulma çabalarını izleriz. gerek çıkan fırtına olsun gerek ağaca düşen arabayı kurtarmak için çıkılan ağaç olsun hep doğa temalı tehlikeler.

filmin uygulama alanında çok başarılı olduğu bir gerçek. spielberg bu filmde de maketleri aktif şekilde kullanıyor. bu uygulamalar insana cgi'ı saçma bulduracak kadar iyi. hatırlarsınız hobbit serisinde görseller, yüzüklerin efendisi serisine göre çok kötüydü. bunun da nedeni anlaşılabilir. ilk filmde yüzlerce maske ile gerçek insanlar orc'a dönüştürülürken ikinci seride eldeki bütçeye de güvenerek kolaya kaçtılar ve komple cgi'a yüklendiler. ilk serideki maketlerle saatler süren hazırlıklar ile elde edilen gerçeklik algısı yıkıldı. yerine kalitesiz bilgisayar oyunlarına benzer karakterler kaldı. şimdi bu bağlamda spielberg'ün yaptıklarını inceleyelim. spielberg bu konuda muhteşem dengeyi kurmuş sanırım. kendisi yakın planları maketler ile aksiyon sahnelerini ve uzak çekimleri cgi ile halletmiş. burada da sanırım tarihin en başarılı maketlerinden birini kullanma şansını yakalamış. hasta dinozor sahnesini tekrar izleyin, nefes alışverişinden dilinin ya da gözlerinin hareketine adeta gerçek bir dinozor yarattıklarını göreceksiniz. şu anki teknolojiyle eminim daha iyileri de yapılabilir. bu nedenle biraz geri kafalı görünecek olsam da en azından mekanların ve bu gibi detayların maket ile yapılması taraftarıyım.

filmdeki dinozorların göründüğü her sahne bu şekilde sakin değil tabii ki. spielberg'ün gerginliği yaratma konusunda ne kadar başarılı olduğundan bahsetmiştim daha önce. bunun yöntemini de anlatmıştım. yöntemi korku öğesini son ana kadar göstermemek ve yaklaşan tehlikeyi hissettirme üzerine kurulu. bu filmde de aynı metodu uyguladığını görebiliriz. hafiften sallanan dallar, bardaktaki suların titremesi, uzaktan gelen çatırtılar, hep bu fikrin etrafında dönen şeyler. seyirci olarak siz mesela t-rex'i hemen görseniz artık korkmayacaksınız ancak film sizi sürekli bilinmezin etrafında gezdirdiği için en ufak bir işaret aldığınızda gözlerinizi kırpamayacak hale geliyorsunuz.

filmin canımı sıkan iki noktası var. ilki çocuklar. her felaket konulu filmde olduğu gibi bu filmde de çocuk karakterler insanı deli edecek türden. ki normalde spielberg çocuk oyuncuları hikayeye çok güzel adapte eder. daha önceki filmlerde de görmüştük çeşit çeşit karakteri vardı ve çoğu da kendini izletiyordu. bu filmdeki çocuklar ise aktif herhangi bir rol oynamıyorlar. sadece üzerilerine bela çekip kurtarılmayı bekliyorlar. diğer filmlerdeki çocuklar kendi başının çaresine bakmayı biliyordu hatta yeri geldiğinde ana karaktere yardımcı oluyorlardı. bu filmde ise sadece ayak bağı oluyorlar. spielberg neden diğer filmlerdeki çocuk karakterler gibi karakterler kullanmamış anlayamadım.

filmin canımı sıkan ikinci noktası ahlak konusunda çok tekdüze olması. filmde davranışları beyaz tarafa düşmeyen iki karakter var. birincisi önce parkı kapattırmaya çalışan, potansiyeli gördükten sonra da gözünü para hırsı bürüyen avukat. diğeri de dinozor embriyolarını çalıp satmaya çalışan dennis nedry. avukat karakterimiz filmin başında vizyoner bir insanın önünü tıkadığı için küçük görülüyor. t-rex'i gördüğünde çocukları geride bırakıp kendini kurtarmaya çalışmasıysa son hatası oluyor ve kendisi dinozora yem ediliyor. dennis nedry ise filmin başından beri hedef gösterilen karakter. gerek kodları umursamayarak hatalara neden olması, gerek hammond'la para konusunda anlaşamaması ve hırsızlık yapması kendisini mimleyen hareketleri. bu karakterin sonu da bir dinozor elinden oluyor. benim canımı sıkansa filmin bu insanlar hakkındaki denkleminin çok basit olması. senaryo; karakter hırslı mı, paragöz mü, bencil mi? o zaman öldür gitsin mantığıyla çalışıyor. peki gerçek hayatta insanlar böyle mi? illaki siyah veya beyaz olmak mı zorundalar? ya da dinozorlar hakkında izlediğim bir filmde neden basit ahlak anlayışınızı izleyici olarak bana dayatıyorsunuz? sanırım bu da hep spielberg'ün bile isteye tercih ettiği şeyler. çünkü hollywood'un en büyük özelliği insanlara kendi anlayışını dayatmak değil de nedir? diğer filmlerinde de bu emareler var bunu toplumu eğitmek gibi bir misyonu kendilerinde görmek gibi tepeden bir bakış olarak yorumluyorum ben. bir de stüdyo sisteminin seyirciyi en kısa yoldan mutlu etmeye çalışması var tabi ki. filmde bir yönetmenin kendi ahlak anlayışından bahsetmesine karşı değilim bu arada. yönetmen neyi anlatmak isterse ben onu incelemeye hazırım ancak buradaki sorun ahlak anlayışının hayalci olması. çünkü gerçek hayatı buna göre yaşayamazsınız. gerçek kötü ya da gri karakter nasıl olur görmek isterseniz de tüm miyazaki filmlerine göz atabilirsiniz.

on dördüncü sıradaki filmimiz schindler's list, oskar schindler'in gerçek hikayesinden esinlenerek yapılmış

hikayenin muazzam olduğunu belirtmek isterim. ancak öncelikle liam neeson'ın başarıyla canlandırdığı ana karakterimizden başlayalım. schindler filmin başında nazi destekçisi bir ticaret adamı olarak resmediliyor. hatta savaş ortamından kar elde etmeye çalışan bu nedenle zor durumdaki insanları sıkıştıran, en ucuz işçiyi çalıştırmak isteyen klasik bir iş adamı gibi göründüğünü de söylemek gerekiyor. ancak muhasebecisine karşı davranışlarından kendisinin gerçek bir nazi olmadığını anlıyoruz. emir verebilir, istediği insanları hapse attırabilir ya da muhasebecisine diktatör gibi davranabilir. bütün bu "haklara" sahip ancak kendisi ona bir insan gibi davranmayı seçiyor. ilk bu anda schindler'in diğer nazi destekçilerinden farklı olduğunu anlıyoruz.

ana karakterimiz ile ilgili sürekli olarak bir git gel yaşıyoruz. kendisi de bizimle beraber git gel'ler yaşıyor. söyledikleriyle yaptıkları çoğu zaman uyuşmuyor filmin başında. ancak gettoya yapılan baskından sonra bir kırılma noktası oluşuyor. işçilerine çok yakın davranmayan schindler dışarıdan aynı görünse de içsel bir dönüşüm yaşıyor.

bu filmle birlikte spielberg'e yapılan propaganda filmleri eleştirisi de başlıyor. şimdi işin siyasi yanını bir kenara bırakarak konuşmak gerekirse aşağı yukarı bu filmdeki her şey gerçek hayatta yaşandı. önce bunu bir sindirelim. çünkü şu anki siyaset hayatı dışında gerçek insanlara bu şekilde davranıldı. sokak ortasında öldürüldüler ya da gaz odalarında boğuldular. şimdi getto baskını kısmını tekrar izleyip bunu bir düşünün. insanlığın ne kadar kötü yerlerden geçtiğini ve hala geçmekte olduğunu görmek hepimiz için hayli üzücü. peki neden sürekli yahudi soykırımı anlatılıyor? neden dünyaya mağdur rolü yapılıyor? öncelikle yahudi olan spielberg'ün kendi halkına yapılan zulmü resmetmesi kadar normal bir durum olamaz. nasıl scorsese göçmenlerden ve onların sorunlarından bahsediyorsa aynı şekilde spielberg de bu konulardan bahsediyor. sinemanın kitleleri harekete geçirme gücü var malum. ancak ben sadece sinema hakkında konuşuyorum.

genelde soykırım ya da ikinci dünya savaşı hakkında yapılan filmlerin eleştirilmesinin sebebi bence filmleri yapan amerika'nın savaşı kazanmış olması. şu an amerika'da yaşayan yahudiler, sosyal ve ekonomik olarak gayet iyi durumdalar. dünya'da da böyle. hatta israil devleti olarak zulmedilenlerden zulmeden tarafa da geçiş yaptılar. ancak filmler konusunda şöyle bir durum var. sadece bizde değil tüm dünyada sinema izleyicisi ezilen tarafı sever. eğer yahudiler şu an iyi durumda olmasaydı kimse siz de mağdur edebiyatı yapıyorsunuz demezdi. ha hikayeleri bu kadar anlatılabilir miydi orasını da bilmiyorum. ancak dünya'da daha ne hikayeler var diye düşünen kitleye de şunu söylemek lazım. o hikayeleri anlatan adamlar ne kadar anlatabiliyor. mesele hangi milletin başına ne geldi değil. kim hikayesini daha iyi anlatabiliyor. bu film hikayesini anlatma konusunda çok başarılı. müzik kullanımı, oyuncular, sanat yönetimi, dramatik kurgu, karakterler filmle ilgili tek bir kusur bile yok. bu filmin başarısını sadece anlattığı konuya ve destek görmesine falan bağlayamazsınız. aynı meseleleri atıyorum bir uzaylı soy kırımı üzerine anlatmak isteseydi yönetmen yine aynı şekilde duygulanırdınız demek istediğim bu. o yüzden filmi eleştireceksek lütfen başka bir noktasından tutalım. bu konudan çok rahatsızsanız eğer biz neden böyle filmler yapamıyoruz diye düşünüyorsanız, türkiye box office listenize bakarak sorunuza yanıt bulabilirsiniz.

bu film izlerken garip bir durum yaşadım. schindler'in listesi spielberg'ün en beğenilen filmi olabilir. imdb listesindeki yeri de bunu kanıtlar nitelikte. ancak ben bu filmi izlerken insanların spielberg'ü neden sevmediklerini buldum. filmi beğenmediğimden değil. filmin tekniği kusursuz. dramatik kurgudan sinematografiye her şey en üst düzeyde. spielberg'ün hatası ise işlediği konu ve kendi konumu. filmdeki olaylar gerçek hayatta yaşandı o yüzden getto baskını gibi sahnelere ajitasyon yapıyorlar, abartıyorlar demek çok mantıklı değil. bu filmde olan şeylerin fazlası da yaşandı o yüzden bu insanların acısını paylaşmadan edemiyorsunuz. ancak spielberg'ün eleştirilecek noktası tam da burada çıkıyor. spielberg savaş filmlerinde çok iyi bir atmosfer kuruyor. hatta dünyadaki en iyilerden biri ancak spielberg'ün bakış açısı hep hakim taraftan. yani teknik konularda çok iyi ancak yaptığı savaş filmlerinde farklı yönetmen olma durumu yok. kimsenin bilmediği ya da anlatmayı cesaret edemediği bir konu hakkında film yaparsanız bu sizi farklı kılar. örneğin "bosna katliamı" hakkında bir film yapsaydı ve birleşmiş milletler'i eleştirseydi hepimiz ayakta alkışlardık ya da atıyorum ortaçağda zulüm gören budistler hakkında bir film yapsaydı ve hikayesini anlatamayan bu insanların hikayesini dünyaya duyursaydı yine "farklı" ve "cesur" bir yönetmen olurdu. benim bir sanatçıdan beklediğim de budur. illaki toplumsal olmak zorunda değil ancak anlatılmayan bir hikaye anlatması ya da anlatılan bir hikayeye farklı bir açıdan yaklaşabilmesi. mesela kubrick'in 2001 filmine bakarsanız, uzay filmlerine bambaşka bir bakış getirdiğini görürsünüz. kalpsiz gibi görünmek istemiyorum, spielberg'ün filmi gerçekten çok duygusal ancak savaşı kazanan tarafın hikayesini anlatıyor ve bunu olabilecek en güvenli yoldan yapıyor. herhangi bir cesaret gerektiren durum yok. söylenemeyecek ya da söylenmesi akla gelmeyen bir şeyi söylemek gibi bir durum yok. bu filmin senaryosuyla hangi yapımcıya gitseniz önünüze dünyanın parasını yığar zaten. o yüzden ikinci dünya savaşı dersek bu film the great dictator'un arkasındadır. çünkü chaplin savaş devam ederken insanları barışa çağırabilecek cesareti gösterdi. faşizmle dalgasını geçti ve savaşın kötülüklerini savaşın olduğu dönemde söyledi. aynı dönemde olsaydı spielberg böyle bir film çeker miydi? emin değiliz. ya da farklı bir bakış açısı olarak göz atarsak der untergang filmini inceleyebiliriz. ikinci dünya savaşı'nın en nefret edilen figürü kim? hitler. "o zaman hitler'in çöküşünü anlatalım. ama karakter karton gibi olmasın. ya da sadece seyircide nefret uyandırmaya çalışmayalım." diye yola çıkmışlar ve başarmışlar bunu. ki ikinci dünya savaşını alman tarafından anlatıp bu kadar düzeyli bir film yapmak hayli zor. yerden yere vurulma ihtimaliniz var. ben sanatçı sürünsün hep muhalif olsun ya da aktivist olsun demiyorum. isteyen istediği görüşe sahip olabilir ancak ya anlattığınız konunun ya bakış açınızın sıra dışı olması gerekiyor. spielberg'ün bulduğu hikaye evet sıra dışı ancak durmayı seçtiği yer insanları rahatsız ediyor bence.

böylece film hakkında iki farklı görüşümü de dile getirmiş oldum. hem iyi yönden hem de kötü yönlerden baktığıma bu nedenle de gayet objektif bir bakış açısıyla filmi değerlendirdiğime inanıyorum ve diğer filmlere geçiş yapıyorum.

on beşinci filmimiz olan the lost world jurassic park hakkında benim görüşlerim biraz genel kanaatin dışında

çünkü bu film çoğu zaman yönetmenin en kötü filmleri arasında gösteriliyor. ben ise böyle düşünmüyorum. seri olarak düşünürsek spielberg indiana'dan farklı bir yol izlediğini görürüz. çünkü indiana serilerinde spielberg aşağı yukarı hiç değişiklik yapmadan ilerledi. aynı karakterin farklı maceralarını izledik. jurassic park serisinde ise kesinlikle bir "ton" değişikliği var. öncelikle film dinozorları ilk defa göstermediği için görsellere yaslanamıyor. ilk filmde hatırlarsanız dinozorların uzun uzun gösterildiği büyük müziklerin olduğu etkileyici sahneler vardı. bu filmde ise böyle sahneler bulunmuyor. ayrıca filmin biraz daha karanlık olduğunu söylemem gerekiyor. örneğin spielberg neredeyse hiçbir filminde bir çocuğa bile isteye zarar vermemişti. bu filmin başında ise küçük bir kızın dinozorlar tarafından saldırıya uğradığını görüyoruz. ayrıca filmin renkleri de ilk film gibi parlak değil. çünkü ilk filmde spielberg sizi bir harikalar dünyasına götürüyordu. bu filmde ise başarısız, büyük paralar kaybedilmesine neden olmuş bir projenin artıklarını görüyoruz. bu nedenle filmin mizah duygusunda da belirli bir değişiklik var. ilk filmde mizah daha slap-stick ve one-liner'lara yakınken bu filmde mizah sarkastik yorumlara dayanıyor. ayrıca ilk filmde görülen ahlak anlayışı ve cezalandırma sistemi bu filmde çalışmıyor. kahramanlarımızı kurtarmaya çalışan edd t-rex'ler tarafından gözümüzün önünde ikiye ayrılıyor. bu da aileye uygun filmler çeken spielberg'ün pek yapmayacağı bir şey.

filmin ana karakterleri çok iyi özellikle jeff goldbloom'un canlandırdığı dr. ian malcolm, muhteşem güzelliğiyle julian moore ve yarı ciddi yarı kendi tarzında oynayan vince vaughn çok iyi iş çıkarmışlar. karakterleri inandırıcı ve bir nebze derinlikli olmuş. ancak filmin asıl ilgi çekici noktası spielberg'ün bu filmde kullandığı kötü taraf. hammond'ın yerine geçen peter ludlow dışındaki karakterlerin gerçekten bir derinliği var. örneğin filmin başında yaban hayatını acımasızca öldüren bir avcı olarak tanıtılan roland'ın film boyunca ekibini hayatta tutmaya çalışan ve işinde başarılı olmak isteyen bir insan olduğunu görüyoruz. özellikle amacına ulaştığında ölen arkadaşını düşünüp hüzünlenmesi ya da martin eden sendromu olarak değerlendirilebilecek bir durum yaşaması onun karakterine boyut katan unsurlar.
imdb'deki düşük notuna rağmen ben filmin bir klasik olduğunu düşünüyorum. buram buram 90'lar kokması, kendisinden sonraki pek çok filme ilham kaynağı olması, hayal gücünü beyaz perdeye bu kadar başarılı taşıması ve stüdyo sisteminin iyi kullanılabilirse nerelere ulaşabileceğini göstermesi açısından önemli bir film.

on altıncı sıradaki filmimiz amistad, mükemmel ışık kontrolünün olduğu bir sahneyle açılıyor

filmin konusu ise gerçek olaylardan esinlenilmiş. amistad adlı bir gemi afrika'dan köleleri toplayıp amerika'ya doğru yola çıkıyor. gemi yoldayken isyan çıkıyor ve geminin kontrolünü afrikalılar ele geçiriyor. afrika'ya geri dönmeye çalışırlarken fırtınaya yakalanıyorlar ve amerika kıyısına geliyorlar. bundan sonra köleler mi değiller mi tartışması başlıyor. o dönemde amerika'da kölelik tartışılan bir konu olduğu için işler karışıyor. biz de politik ve insani bir dram izliyoruz.

ilk kısımda film biraz amerikan bürokrasisi, kuruluş dönemi politikaları ve hukuk sistemi üzerine gidiyor. tahmin edebileceğiniz gibi bu kısımlar amerikan olmayan bir insan için gayet sıkıcı. muhtemelen amerikanlar için bile sıkıcı konular. tarih ile ilginiz yoksa atlatması zor sahneler ile karşı karşıya kalabiliyorsunuz. film olması gerektiği yere kendi müdahalesiyle geçiyor. hopkins'in canlandırdığı karakter freeman'ın karakterine davayı kazanmaları için amistad gemisinde bulunan insanların hikayelerini anlatmaları gerektiğini söylüyor. film buradan sonra insanlık, empati, özgürlük gibi evrensel alanlara geçiyor ve izleyici olarak hepimizin bağdaşım kurabileceği bir yere tırmanıyor. afrika halkına yapılan zulüm ve köle ticaretinin iç yüzü anlatılırken schindler'in listesi filmindeki getto baskını kadar acı görüntülerle karşı karşıya kalıyoruz. işkenceden tacize kadar yapılan ne kadar pislik varsa gözler önüne seriliyor. hatta film insanın sinirlerini de bozuyor. şöyle düşünün bundan yaklaşık 150 yıl önce kölelik devam ediyordu. insanlar açık artırmayla satılıyordu. bunlar sindirmesi zor gerçekler.

ayrıca şöyle bir detay var. yönetmen filmde köleliği başlatan nokta olarak amerika'yı göstermemek adına ispanyol bayraklı amistad'ın hikayesini tercih etmiş diye düşünüyordum. ancak daha sonra kötü niyetli bir bakıl açısı olduğunu fark ettim. çünkü insanları afrika'dan toplayan tecora gemisinin amerikan bayraklı olduğunu açıkça görünüyor. bu da benim biraz önyargı geliştirdiğimi gösteriyor.

film hakkında yazmayı bitirirken filmin önemli bir noktasına değinmek istiyorum. tek kare içinde anthony hopkins ve morgan freeman'ı göstermek her insanın başına gelecek bir şans değil. zaten oyuncu kadrosunun kalitesi ortada bu ustaların yanında genç haliyle matthew mcconaughey, ve savcı rolünde pete postlethwaite de var. bir de ispanya kraliçesini çok beğenmemiştim, onu da anna paquin'in canlandırdığını öğrenince taşlar yerine oturdu. allah'tan çok sahnesi yok.

on yedinci sıradaki filmimiz tarihin en ünlü savaş filmlerinden biri olan saving private ryan

aynı zamanda yönetmenin en çok tartışılan filmlerinden biri. çünkü spielberg ve hollywood ile ilgili eleştirilen ne varsa bu filmde görmek mümkün. şimdi yapılan eleştirileri değerlendirmeden önce değinmek istediğim bir konu var. bu da filmin ilk yarım saatlik kısmında gösterilen normandiya çıkarması. bu kısım kesinlikle başından sonuna kadar muhteşem inşa edilmiş. sesten görüntü yönetimine her şey en üst seviyede. stüdyonun ve elindeki kapitalin hakkını veren spielberg, her zaman yaptığı gibi bol bol figüran ve efekt ile bütün seyircileri alıp savaş atmosferine sokmuş. eğer bir gün bir savaş sahnesini değerlendirecek olursanız bu sahneyi baz alabilirsiniz o kadar sağlam bir referans.

şimdi de filmin eleştirilen noktalarına bakalım. ilk getirilen eleştiri tabi ki er ryan'ı kurtarma sebebi. çünkü sekiz tane askeri, düşman dolu bir bölgeye gönderiyorsanız bunu çok sağlam bir temele oturtmanız gerekiyor. spielberg bunu olabilecek en kendine özgü yöntem ile çözmüş. muhafazakar yaşamın temelinde ne vardır? aile. o zaman ailesinde kalan son erkek çocuk olduğu için er james ryan'ı kurtaralım demiş. ancak buraya giden eleştiri yollarını da ustaca kapatmış. filmin başından beri bağ kurmaya başladığınız askerlere sizin kuracağınız argümanları bire bir söyleterek filmin çıkış noktasına yapılacak eleştirileri bertaraf etmiş. her fırsatta gönderildikleri göreve isyan eden askerler başlarım ryan'ından diyerek gerçekçi tepkiler vermişler.

görüntüler diğer spielberg filmlerine göre biraz daha sert tabi. sonuçta savaş filmi çekiyorsanız hakkını vermeniz gerekir. ancak benim film ile ilgili sıkıntım bir savaş filmi için biraz naif kaçması ve fazla dramatize sahnelerin yer alması. örneğin kasabada karşılaştıkları fransız aile ve çocuklar ile yaşadıkları sırf duygusal gerilim yaratsın diye yazılmış gibi duruyor. filmin tabi ki nefes alacak alanlara ihtiyacı var. sürekli savaş sahnesi göstererek izleyiciyi yorarsınız. ancak bu durulma anlarında kilise sahnesi gibi sahneler daha işe yarar görünüyor bana. çocukları kurtaran amerikan askeri görüntüsünden ziyade savaştan önceki hayatı hakkında konuşan insanlar filme daha çok derinlik katıyor.

ancak bu katılan derinlik genelde inişli çıkışlı. mesela makineli tüfek ile kurulan tuzağı bozmak için gittiklerinde derinlik düşmeye başlıyor. çünkü çatışma olsun diye üretilmiş bir an. bu sahne bir anda sıhhiyeci askerin ölmesi için konulmuş bir bölüme dönüşüyor. çünkü james ryan'ı başka biriyle karıştıramazlardı artık senaryo buna müsaade etmezdi. direkt olarak yerini de öğrendiler. final sahnesine kadar seyirciyi hazırlayacak bir dramatik ana ve aksiyona ihtiyaçları vardı. bu ihtiyacı da bu sahneyle çözmeye çalışmışlar. ne kadar başarılı olduğu tartışılır. bu çatışma sahnesinden sonra gelen kısım özellikle can sıkıcı. hayatını ortaya koyan insanların birbirine girmesi, silah çekmesi gibi durumlar var. herkesin siniri tepesinde ve üç dakika sonra hayatta olup olmayacakları belli değil, isyan halindeler. peki bu çatışma nasıl çözülüyor? captain miller'ın kendisi hakkında merak edilen şeyleri cevaplamasıyla. yani pek de inandırıcı gelmedi bana. ancak bu sürekli bir geriye gidiş demek değil. arada miller'ın saklanıp sessiz sessiz ağladığı sahne gerçekten derinliği olan bir an. ancak insanlar tabi ki diğerini daha çok hatırlıyorlar. neden? çünkü orada şov var, spielberg'lük var. diğer sahnede ise sadelik.

filmde direkt problemli iki şey var. birincisi yahudi karakterimizin boynundaki kolyeyi alman savaş esirlerine gösterdiği yer. burada karakterin savaşta düşmana karşı psikolojik bir rahatlama aradığını söyleyebiliriz. diğer bir seçenek de kendisi de yahudi olan yönetmenimizin halkına yapılanların intikamını almaya çalışması olarak görülebilir. ikinci seçenek film açısından çok iyi bir seçenek değil. çünkü propaganda iddialarını destekler bir hareket gibi görünüyor. ben hangisi olduğu hakkında yorum yapmayacağım. sadece sinema olarak dikkate almaya çalışıyorum çünkü filmleri. filmin ikinci problemi de gözlerini bağlayarak serbest bıraktıkları alman askerinin geri dönmesi. bu durum da biraz propaganda olarak yorumlanabilir. bir tarafta yakalandığı zaman "fuck hitler" diyerek amerikan askerlerine yaranmaya çalışan bu şekilde hayatta kalacağına inanan ve sonunda kendisini öldürmeyen insanlara saldıran kaypak bir karakter var. diğer tarafta ise özel olarak savaş bölgesinden çekilmesi için peşine ekip gönderilmiş, savaştan kurtulma şansı verilmesine rağmen arkadaşlarını satmayıp kendisini ölüme atan bir amerikan askeri. bu kısımlar üzerinde durduğunuz zaman filmin çiğ kalmış yönlerini görmeye başlıyorsunuz.

ancak film finaldeki sahneler ile bu küçük detayları silip atıyor. bunu filmi propaganda diye eleştirenler de hollywood'dan hepten nefret edenler de finalin muhteşem bir savaş sahnesi olduğunu kabul edeceklerdir. çünkü birkaç handikabı dışında senaryo kısmında bir kusur yok. görüntü ve sanat yönetimine girmiyorum bile. şimdi tüm bu anlattıklarım ışığında asıl soruya gelebiliriz. bu film bir propaganda filmi mi? aslında filmlerin film yapmak dışında bir amaçla üretilmesi benim düşünceme çok ters o yüzden bu bir propaganda filmi değildir deyip geçmek isterdim ancak bu konuda çok ciddi iddialar var. şimdi ben yine de bunun bir propaganda filmi olduğunu düşünmüyorum çünkü spielberg'ün askerleri çok kötü göstermemesinin sebebi bence daha önce başına gelen olaylar. yazının başlarında 1941 diye bir filmden bahsetmiştim. bu filmde spielberg kamuoyundan büyük tepki aldığı için kariyerinin devamında bu alana hiç girmedi. bu zamanla kanıksadığı bir şey olabilir. bu nedenle aklının bir köşesinde hep aman amerika'yı kötü göstermemeyim diye bir düşünce yerleşmiş olabilir. ayrıca filmdeki askerler kötü değil ancak çok da iyi değil. yani bir propaganda filminde beklediğiniz parlaklık bu adamlarda yok. daha çok biz neden buradayız diye sorgulayan insanlar var. propaganda filmi görmek isterseniz bir top gun'a bakın, bir de saving private ryan'a bakın. aradaki kalite farkını göreceksiniz. toparlarken ben spielberg'ün filmlerini sevdirmek dışında bir amacı olduğunu düşünmüyorum. o yüzden muhafazakar bir amerikan olan bu adama neden filmde bayrak kullandın demek, ingmar bergman'a neden sürekli sorunlu evlilikler var filmlerinde demek ile aynı şey. siz belki spielberg'ün bahsettiği konulardan hoşnut olmayabilirsiniz. zaman zaman benim de sevmediğim yerleri oluyor. onları da filmden bahsederken yazıyorum zaten. ancak teknik alandaki muhteşemliğini göz ardı etmemek gerek.

a.i. artificial intelligence

bu filmografide daha önce önemli bir ortaklıktan bahsetmiştim. lucas-spielberg ortaklığından verimli bir seri çıkmıştı. ai filmi de kubrick-spielberg ortaklığı gibi düşünülebilir. gerçi filme stanley kubrick'in bir müdahalesi yok çünkü filmi aslında kubrick çekmek istiyor ancak ömrü vefa etmediği için iş spielberg'e kalıyor. bir de şöyle bir durum var. lucas ve spielberg'ün çalışma mantığı benzer. ancak spielberg ile kubrick arasında dağlar denizler kadar fark var. bu nedenle filmin temalarına arada kalmışlık hakim.

filmin konusu şöyle; robot teknolojisi ilerlemiştir. insanların her ihtiyacına uygun robotlar üretilmeye başlar. bilim adamları çocuksuz aileler için sadece sevme fonksiyonu olan bir robot tasarlama kararı alırlar. film de böyle başlar. tam anlamıyla kubrick'e uygun şekilde ucu açık bir şekilde sorular sorarak olaylara giriş yaparız.

film de duygusal olmaktan ziyade sorunlu bir sevginin işlenmesini anlatıyor. çocuk robot yapmayı tasarladıkları anlarda çalışanlardan biri "peki ya insanlar robotu sevmezse?" diyerek filmin en önemli sorusunu soruyor. profesör kolay yola kaçıyor. çünkü insanlar sevmesi emredilen kim varsa seven bir robottan ziyade kendi sevdiklerini umursarlar. bu nedenle filmin ilk kısmında robot david'in kendisini sevdirmeye çalışmasını izliyoruz. tam olarak bir çocuk olmadığı için de bu modern pinokyo metaforu gittikçe daha ürkütücü olmaya başlıyor. aslında bu kısmın kubrick tarafından planlandığı çok net görülebilir. çünkü spielberg'e kalsa senaryo şöyle ilerlerdi. ilk önce robotu eve alırlar alışamazlar. daha sonra hasta olan çocuk uyanır ve aralarındaki rekabet başlar. ilerleyen kısımlarda evin gerçek çocuğu anlamsız bir şekilde tehlikeye düşer ve david, martin'i robot olması sayesinde kurtarır. filmde ailenin bir araya gelip birbirine sarılması ile son bulur. ancak film aslında kubrick'in kurgusu olduğu için e.t. yerine ürpertici bir robot görüyoruz. spielberg asla sevginin korkutucu bir şekilde işlenmesine izin vermezdi. david ise 2001'deki hal 9000'in atası gibi. gerçi hal daha bilinçli hareket ediyordu. david ise sevgiyi kontrol etmesini istedikleri bir deney gibi duruyor. o yüzden aslında kendisi suçlu değil daha çok kurban.

filmde havada kalan noktalar da var. babanın david'e karşı değişimi açıklanmıyor mesela. tüm duygusal yük annenin üstüne yüklenmiş gibi. neden david'i bu kadar çabuk kabul ettiği neden bu kadar çabuk vazgeçtiği belirsiz kalmış. gerçi tahmin edebiliyorsunuz ne olduğunu ancak yine de tepkileri hikayeyi desteklemekten çok uzak.

filmi sevseniz de sevmeseniz de kabul etmeniz gereken bir nokta var. o da filmin geleceği çok iyi tahmin etmesi. 2001 yılında yapılan bu film. gerek seks robotları olsun, gerek robotlara karşı geliştirilen ırkçılık olsun, yapay zekanın tehlikeleri olsun 2018 yılında tartıştığımız hemen hemen her şeyi tahmin etmiş gibi görünüyor. eminim sophie'ler yaygınlaşmaya başladığında biz de aynı problemleri yaşayacağız. birileri robotları gerçek olmadıkları için parçalayacak ve bunu tanrı adına yapıyorum diyecek. birileri robotlarla yapılan seksin bağımlısı olacak, birileri robotların geleceğini tartışacak.

film hakkında yazmayı bitirirken şunu söylemek istiyorum. filmin vizyonu dışında 2001 ile bir benzerliği daha var. o da senaryonun kuruluş şekli. hatırlarsanız 2001'de de film dört parçadan oluşuyordu ve her bir parça keskin şekilde birbirinden ayrılıyordu. bu film de david'in ailenin yanına getirilmesi, terk edilmesi ve hayatta kalma mücadelesi, buzların arasında sıkışması ve sonunda kendi hafızasında geçen sahneler olarak dörde ayrılıyor. son sahneler nedense bana 2001'in star child sahnesini hatırlattı. kubrick olsa anneyi ve supermecha'nın sevgi hakkında konuşmasını hiç koymazdı. muhtemelen insanın varoluşuyla ilgili felsefi bir konuşma yapılır ve film orada bitirilirdi. spielberg ise biraz mutlu son ile bitirmek istedi sanırım. ancak izleyici olarak temadan temaya savrulduğunuz için finaldeki kavuşma sahnesi çok da tatmin edici olmuyor tabii ki.

on dokuzuncu sıradaki filmimiz tom cruise'un başrolü aldığı minority report

bu film çıktığında dokuz on yaşlarındaydım sanırım ben ama ne kadar büyük ses getirdiğini hatırlıyorum. filmin kullandığı görsel efektlerin çıkış tarihi olan 2002 için bile aşmış olması uzun süre konuşulmuştu. ayrıca tom cruise'un kullandığı ekran teknolojisi de baya tartışıldı. 2018 yılında henüz hologram ekranlar yapılmasa da dokunmatik ekranlarda hemen hemen benzer hareketleri yapıyor olmamız da spielberg'ün ne kadar ileri görüşlü bir yönetmen olduğunun kanıtı.

filmin konusu şöyle; üç tane medyum gelecekte olacak cinayetleri görmektedir. bu medyumların rüyalarını okuyan bir sistem kurulur. bu sistemden faydalanan polisler de cinayetleri durdurmaya başlarlar. sistem çok güzel işler. suç oranları yok denecek kadar azdır artık. ancak sistemle ilgili sorular da vardır. örneğin polisler suç işleyenleri suçu işlemeden önce yakalamaktadırlar. bu nedenle tam olarak suçlular mı değiller mi etik olarak tartışması sürmektedir. ancak çok fazla insanın hayatı kurtarıldığı için bu gibi detaylar önemsenmemektedir.

film sistemin nasıl işlediğini anlatan güzel bir sahne ile başlıyor. daha sonra tom cruise'un canlandırdığı ana karakteri tanımaya başlıyoruz. bu karakter aslında klişe bir polis hikayesi. çocuğu kaybolmuş, karısıyla boşanmış. belki yüz bin farklı filmde anlatılan şey. aynı zamanda uyuşturucu da kullanıyor. bu da daha önce karşımıza çıktı. ilginç olansa bunun bir spielberg filminde yer alması. spielberg'ün diğer filmlerine baktığınızda dönemin ahlakına yüzde yüz uyduklarını görürsünüz. bu nedenle herhangi bir başka filmde normal karşılanacak bu detay, bu filmde dikkat çekici hale geliyor.

daha sonra filmin kırılma anı geliyor. bu dönüşüm dramatik açıdan çok iyi. suçları önceden önleme sistemini kontrol eden, hatta daha önce kurulmuş olsa çok sevdiği oğlunu kaybetmeyecek olan adam kendi sistemi tarafından vuruluyor. içinde bulunduğu durum tam anlamıyla psikolojik yıkım. eğer suçu sisteme atarsa yıllardır inandığı şeyleri yıkmış olacak. herhangi bir karakterin inancının sarsılması ve kendi içinde mücadeleye girmesi her zaman etkileyicidir benim için. bu filmde de olaylara inanılmaz bir ivme kazandırıyor.

bu kazanılan ivme ile aksiyon sahnelerine geçiş yapılıyor. filmin tonu gri olabilir ancak fabrika sahnesinde emin oldum ki aksiyon sekansları indiana jones'tan çok da farklı değil. etraftan gelen nesneler ve onlarla kurulan aksiyon ilişkisi, birebir alınmış gibi. sadece arkada çalan müzik değişmiş bir de görüntüler daha distopik o kadar.
filmin suç konusunda da bir istinası var. john oğlunu kaçırmış gibi yapan adamı öldürüyor ancak sistemde bir değişiklik var. daha önce suç önleme birimi geleceği gördüğü için suçları işlenmeden durdurabiliyordu. john'un durumunda ise sistem geleceği gördüğü için suç işleniyor. bu da aslında üstünde durulmamasına rağmen güzel bir paradoks yaratıyor.

film ile ilgili genel kanaatimi yazmadan önce kısa kısa değinmek istediğim noktalar var. bunlardan ilki filmin reklamlar hakkında söyledikleri. filmde reklam bombardımanı yapmakla ilgili bir eleştiri var gibi. özellikle gözleri tarayıp yolda yürürken kişiye özel reklam yapılması rahatsız edici şekilde verilmiş. işin ilginç kısmıysa bu verilen reklamların ürün yerleştirme olarak kullanılması. reklamın iyisi kötüsü olmaz diyeni duydum ancak bu kadar ters kullanıldığını ilk defa görüyorum. 

ikinci nokta da agatha'nın bilgilerine ulaşmak için gittikleri yer şu an vr teknolojisi sayesinde gerçek olmak üzere bu nedenle spielberg'ü de bir defa daha tebrik etmek lazım vizyonerliğinden ötürü. üçüncü nokta görseller ile ilgili. agatha ile john'un bir sahnesi var crow'u bulduktan sonra otel odasına gidip gitmeyeceklerini tartıştıkları. bu sahnede agatha yürümeye alışkın olmadığı için ve ağır uyuşturucu etkisi altında olduğundan john'a yaslanıyor. aynı şeyin amaçlandığını sanmıyorum çünkü aynı amaca hizmet etmiyor ama bana bergman'ın iki yüzü birleştirdiği yakın çekimleri andırdı bu sahne. ancak yine de spielberg böyle bir şey denemiş olabilir. neden olmasın? hem filmde max von sydow var değil mi?

film hakkında genel kanaatim ise, genel olarak iyi olduğu ve yapıldığı döneme göre değerlendirirsek öncülerden sayılabileceği. ancak bir efsane mi? bence değil. yine de filmin dikkat çeken unsurları var. birincisi renk ve ışık kullanımı. ikincisi de senaryonun kuruluşu. her ne kadar ikinci izleyişte biraz etkisini yitirse de filmin başlarda size detaylar vermesi daha sonra da bu detayları bir araya getirerek bir final kurması derli toplu bir film izlenimi uyandırıyor. örneğin john'ın çocuğunun kaybolması ve lamar'ın bunu kullanması, programın kuruluşu için işlenen cinayet, filmin başında bahsedilen göz naklinin ileride detaylarıyla gösterilmesi gibi detaylar çok iyi. dediğim gibi şu an yazılan senaryolar plot twist açısından daha zengin ve şaşırtıcı ancak bu film de senaryo kuruluşu bakımından iyi bir örnek.

yirminci sıradaki filmimiz catch me if you can

bildiğiniz üzere forrest gump'ın yönetmeni bir dönem spielberg ile çalışmış olan robert zemeckis. bu filmde de ben bir forrest gump havası aldım. belki frank'in davranışlarından belki, tom hanks'in sakin ve kontrollü oyunculuğundan.

film uzun bir zamanı kapsıyor ve frank abagnale'in dolandırıcılık kariyerini anlatıyor. filmi ilginç kılansa frank'in normal bir dolandırıcı olmaması. aslında frank dünyayı çok anlayabilen biri gibi görünmüyor filmin başında. ancak kendisini ifade etmese de olaylardan çabuk etkilenen bir yapısı olduğunu anlıyoruz.

örneğin ilk "dolandırcılığını" yaptığı okul sahnesinde görüyoruz ki frank dış dünyayı kabullenemeyen biri. bu durumla başa çıkmak için de kendi gerçekliklerini yaratıyor. öğrencilerin kendisine inanmasının gerçek nedeni de bu. çünkü frank kandırmak için yalan söylemiyor, kendi içerisinde gerçeği manipüle ediyor. spielberg'ün bu gerçek hikayeyi anlatmasının nedeni de bu sanırım. frank ebeveynleri boşanırken evden kaçmıştı. bu da gerçeklerden kaçma isteğinin bir örneği. spielberg de yıllarca hayal gücünün en uç noktalarını göstererek seyirci olarak gerçeklerden kaçmamızı sağlamıştı. ikisinin de benzer olduğu sonucuna varabiliriz. ikisi de gerçeklerden kaçarak insanları peşinden sürükleme yeteneğine sahip.

film ilerledikçe anlıyoruz ki frank'in doğaçlama yeteneği de müthiş. özellikle fbi'a ilk yakalandığı sahnede gizli servis üyesi gibi yapıp elinden kurtulması muazzam bir sahneydi. her bir detayı ince ince düşünülmüş ve uygulanmış. tom hanks'in de muhteşem bir performansı var. eğer vücut diline dikkat ederseniz frank'in söylediği her kelimede yavaşa yavaş ikna olduğunu fark edersiniz.

film boyunca frank'i tanımaya devam ediyoruz. evlenme hazırlığı sırasında frank'in bir arayış içinde olduğunu fark ediyoruz. elde ettiği ya da harcadığı para konusunda bir hesabı yok ancak dolandırıcılığı ailesini tekrar bir araya getirmek için kullanıyor. daha doğrusu kendi içinde bu şekilde mantığa oturtmuş. nişanlısının ailesine bakışı ve televizyonda çalan şarkıya birlikte eşlik etmeleri frank'in bir aileye dahil olmak istediğini gösteriyor. zaten kendisi dahil çoğu insana karşı dürüst değil frank. ancak evleneceği kızın babasından izin alırken doğruları söylüyor. buradan da amy adams'ın canlandırdığı kızı gerçekten sevdiğini anlıyoruz. zaten hayat tarzı olarak belirlediği dolandırıcılığı bırakmak istemesi de buna işaret.

filmin kara komediye yaklaşan ince bir mizah anlayışı da var. frank sefa sürerken fbi ajanı carl'ın sürekli sefalet çekmesi ya da başına talihsiz olaylar gelmesi, frank'in para karşılığı seks yapacakken para ödediği kadını bile dolandırması, james bond imajını aldığında terziye ismini ian flaming olarak vermesi ya da fbi ajanı olarak ismini hızlı koşmasıyla ünlü süper kahraman barry allen'dan alması gibi pek çok ince espri var. ancak bunlar sadece dokunulup geçilmiş şeyler. film bunların üzerine kurulmuyor. sadece fark ettiğinizde filmden aldığınız tat biraz daha artıyor.

bu filmi izlerken şöyle bir durum fark ettim. normalde filmleri çok durdururum ben. not almak için olsun bir oyuncunun adına bakmak için olsun. bu filmde yapı öyle bir kurulmuş ki bir saniye bile gözünüzü filmden ayıramıyorsunuz. bu nedenle filmi neredeyse hiç durdurmadan izledim. zaten filmde birden çok olay oluyor, sürekli bir akış var. sürekli yenilenen bir çevre ve karakterler var. frank persona değiştirdikçe filmdeki yapı da değişiyor. bunu kesmek mantıklı değildi zaten. ancak bir başarı da var burada. çünkü bu durumun sonunda bir kaos da çıkabilirdi. film uzun bir periyodu kapsıyor. her an bütün ağların birbirine dolanma ihtimali var ancak usta bir hikaye anlatıcısı olan spielberg akışı çok güzel düzenlemiş. sürekli değişim geçirip yapıyı bozmayan iki filmden biri budur diyebiliriz. diğeri de forest gump zaten.

film hakkında son söyleyeceklerim şunlar. filmin numarası aslında anlatılan hikaye değil. anlatılan hikaye forma hikayesi gibi bir şey. filmin asıl numarası çok fazla olayı hızlıca anlatabilmesi ve tempoyu düşürmemesi. örneğin frank fransa'ya gittiğinde hapishane kısımları daha durgun anlatılabilirdi. başka yönetmen öyle yapardı kesin, uzattıkça uzatırdı ki finalde fbi'yla çalışmaya başladığında daha iyi hissedelim kendimizi. arada seyirciyi boğardı farkında olmadan. spielberg ana karakterini acındırma gereğini biliyordu ama bunu uzun hapishane sekanslarıyla yapmadı. kısaca annesinin yeni ailesini göstererek yaptı. böylece hem fiziksel ve psikolojik bir yıkım yarattı hem izleyeni filmden soğutmadı. duygusal yıkım yaşayan frank ile kurduğumuz bağ da bu sırada güçlendi.

yirmi birinci sırada yine sakin ve güzel bir hikayenin anlatıldığı the terminal var

filmin konusu şöyle; hayali bir ülkeden gelen tom hanks'in pasaportu ülkesinde darbe olduğu için geçersiz sayılır. new york'a giremeyen ana karakterimiz aynı zamanda çıkış da yapamaz. ve dış hatlar terminalinde yaşamaya başlar.

hikaye anlatma ustası olan spielberg bu filmde şöyle bir şey yapıyor. normal hikaye anlatımında önce kısa bir hazırlık evresi olur. karakterleri tanırız daha sonra bir tetikleyici olur ve filmin hikayesi başlar. bu filmde spielberg hazırlık evresini silmiş. tom hanks'in canlandırdığı mr. navorski'nin kim olduğunu bilmiyoruz. new york'ta ne yapacağını bilmiyoruz. nasıl bir insan olduğunu bilmiyoruz. böylece izleyici ingilizce konuşamayan ana karakter ile birlikte belirsizliğin içine sürüklenmiş ve yaşadığı paniği, stresi ve yalnızlığı yaşaması sağlanmış. karakter ne hissediyorsa siz de senkronize olarak aynı şeyleri hissediyorsunuz.

bu film bana şunu düşündürttü. bence spielberg naziler hariç dünyadaki hiç kimsenin kötü olduğuna inanmıyor. filmlerine bir bakın. bir tane bile derinliği olan kötü karakter göremezsiniz. hep bir pozitiflik, hep bir iyimserlik. örneğin bu hikayede navorski'nin başına gelebilecek onlarca kötü durum var. kendinizi bir düşünün, hava limanında bu şekilde kaldığınızı. çantalarınız çalınabilirdi, tutuklanabilirdiniz, açlıktan veya sinirden ağlayabilirdiniz. ve en önemlisi normal bir insan bu kadar dayanıklı olmazdı. kesin kapıdan çıkar giderdi. ancak navorski içten içe işlerin iyi gideceğine inanıyor. her gün iki saatini vize için harcamasının başka ne anlamı olabilir? bu durumun da sebebi bence spielberg'ün yönetmen olarak yaşadıklarından geliyor. spielberg dünyada "filmcilik" işinden en çok kazanan insanlardan biri. adı bir marka. stüdyolar peşinde koşuyor ve son zamanlara kadar kar etmeyen işi yok gibi. bildiğimiz kadarıyla jaws ve 1941 dışında herhangi bir filminde herhangi bir zorluk yaşamadı. bu nedenle etrafındaki insanların iyi olduğuna ve çalışırsan ve sabredersen işlerin yoluna gireceğine inanıyor. eğer tanınan bir yönetmen olmasaydı belki de the terminal gibi bir filmi asla çekmezdi. bu kadar iyimser olamazdı. örneğin 2001'de kubrick'e yöneltilen eleştirilerin onda biri kariyerinin başında spielberg'e yöneltilseydi, belki de müthiş hikayeleri olan karamsar filmler izleyecektik. burada söylemek istediğim spielberg de hep iyimser filmler yapıyor değil. yönetmenin tercihlerini değerlendirmiyorum. sadece bir sanatçının işlerinin hayatından nasıl etkilendiğine dair bir örnek yakaladım onu özetliyorum.

bir de şuna karar verdim bu filmde. şimdiye kadar spielberg'ü hep fazla iyimser olmakla suçladık. ancak her yönetmen kendi evrenini kurmakta özgürdür. bu nedenle illaki film gerçekçi olsun diye seyirciyi sıkıntıdan öldürmenin alemi yok. spielberg iyimserliğin her problemi çözeceğine inanıyor ve novarski'nin ilaçları kurtarmasından itibaren insanların ona bakışını değiştiriyor. ancak novarski yine de mütavazi, toplumsal açıdan değiştiğini fark etmiyor ya da statü atlamış olması onun için önemli görünmüyor. ne bir övünme görüyoruz ne de kendisini içeride tutan sisteme karşı bir isyan. özellikle hava limanı müdürüyle olan sahnelerinde bir yıkım yaratılabilirdi. çünkü senaryo çok müsait. ancak spielberg acındırmadan dram filmi çekmeyi başardığı için hiç böyle sululuklara girmemiş.

film ve karakterlere geri dönecek olursak insanlar genelde amelia'ya gereksiz bulmuş ancak catherine zeta jones'un canlandırdığı bu karakter tom hanks'in karakterine bir denge unsuru olarak konulmuş. victor gerçek iyimserliği temsil ederken amelia da kusurlu insan yapısını temsil ediyor. victor gibi kendisi de bekliyor. fiziksel olarak değil ama zihinsel bağlamda. yedi senedir bir erkeğin kendisini tekrar aramasını beklerken her saniye new york'a giriş için bekleyen victor'a benziyor. ancak "bekleme" konusuna yaklaşımları tamamen farklı. victor iyimser bir bakış açısıyla beklerken etrafına pozitif etki ediyor. her geçen gün victor ile yakınlaşan insanlar ondan bir şeyler öğreniyor. amelia ise umutsuz bir bekleyen. beklerken kaybolmuş ve yanlış yollara sapmış. bu nedenle beklerken normal bir insanın başına neler gelir, psikolojisi nasıl etkilenir görmemiz için örnek oluyor.

sonuç olarak görüyoruz ki filmde büyük bir çatışma olmadığından final de büyük değil. yani izleyiciye bir patlama sunmuyor ancak huzurlu bir bitiriş var. filmin genel gidişatına da uyuyor aslında. bu nedenle kabul edilebilir. yine de en azından konsere amelia ile gidip imza almak için aylarca beklediği insanı dinlese biraz daha toparlayıcı olurdu gibi geliyor.

yirmi ikinci sırada bana göre spielberg'ün en kötü filmi olan war of the worlds var

neden? çünkü spielberg'ü farklı olduğu için seviyorduk. diğer bütün yönetmenler uzaylıları öcü gibi gösterip gerilim filmi çekerken e.t. gibi bir film yapıp bütün film dünyasının bakış açısını değiştirdiği için seviyorduk. peki bu filmde ne yaptı? 2005 yılında tutup 90'larda bitmesi gereken felaket filmleri gibi bir film yaptı. filmin tripod tasarımı dışında herhangi bir yenilik getirdiği bile söylenemez.

filmin müthiş konusu şöyle; dünyaya uzaylılar saldırır. problemli bir baba çocuklarıyla birlikte hayatta kalmaya çalışır. bu kadar. film boyunca boşanmış ana karakterden ergen çocuğa kadar klişeleri arka arkaya dizmişler. beysbol sahnesi olsun, ergen çocuğun babasına adıyla hitap etmesi olsun gece televizyonda yayınlanan dandik filmler gibi olmuş. insan düşünüyor spielberg ne akla hizmet bu filmi çekti ve tom cruise ne akla hizmet bu filmde oynadı?

film hakkında parlak sayılabilecek tek nokta senaryo ile ilgili sanırım. filmin başında küçük kız çocuğunun eline kıymık batıyor ve babasıyla bu konu hakkında konuşuyorlar. bu sahnede kız kıymığın doğal bir şekilde vücudundan atılacağını söylüyor. bu da filmin bütün yapısını açıklıyor. önce kıymık metaforunu kullandıkları uzaylılar dünyaya gelir. çocuğun eline battıkları gibi batarlar ve canını yakarlar. ancak daha sonra doğal sebeplerden ölürler.

ancak her felaket filminde yaşanan saçmalık burada da var. dünyaya bilmem kaç bin ışık yılı uzaktan gelen canlılar görüyoruz. bu canlılar organize bir saldırı düzenliyorlar. ve ana karakterimiz bu saldırıdan arabayla kaçıyor? gerçekten mantık abidesi. aslında felaket filmleri için bir dogma 95 falan yazıp bu tür saçmalıkları toptan yasaklamak lazım. belki o zaman izlenebilir felaket filmleri üretilebilir.

filmi nasıl kurtarırız diye baktığımızda yanıtı yine spielberg'de buluyoruz. sinemayla az buçuk ilgilenen herkes spielberg'ün jaws için söylediği şeyleri hatırlayacaktır. ben de filmden bahsederken bu tekniğini anlatmıştım. spielberg eğer elimde teknolojik imkan olsaydı köpekbalığını daha çok gösterirdim ve muhtemelen bu da gerilim öğesini düşürürdü demişti. şimdi sormak lazım madem tehlike unsurunu çok göstermek filme zarar veriyor neden daha ilk sahnelerde uzaylıların aracını önümüze atıyorsun? mesela aracı sis içinde bıraksan bir ayağını bir motorunu güç bela seçebilsek arada mesela kolunu falan görsek çok daha iyi olmaz mıydı? özel efektlerle imkanın var diye bu kadar oynamak zorunda mısın?

filmde övecek yerleri zorla arayıp buluyormuşum gibi olacak ama tom cruise'un çocuklara sandviç hazırladığı sahneyi baya beğendim. diğer felaket filmlerinde ebeveynler olabildiğince anlayışlı ve kontrollü davranır. burada ise ray stres altında yanında hiç tanımadığı iki çocuğu var ve ne yapacağına dair bir fikri yok. hayatta kalıp kalamayacaklarını bile bilmiyor. ve stres altında patlıyor. bu sahneyi çok gerçekçi buldum. bu da dikkate değer. ancak robbie'nin askerlere katılmak istediği sahne bu etkiyi alıp götürüyor. film fazla aksiyonlu oldu dur şuraya azıcık dramatik an katalım diye yazılmış gibi duruyor.

eğer yönetmenimiz daha sonraki işlerini bu ayarda sürdürseydi bu film bitişinin başlangıcı olarak değerlendirilebilirdi. kendinden nefret ettirmiyor ancak büyük bir yönetmene yakışmayacak kadar klişeler üstüne kurulu. ancak iki koşul altında izlenebilir. biri kafa yormayacak bol aksiyonlu bir film arıyorsanız ikincisiyse benim gibi yönetmenin bütün filmlerini izlemeyi kafaya koyduysanız. yoksa ciddi anlamda izlemeseniz bir şey kaybetmeyeceğiniz bir film olmuş.

yirmi üçüncü sırada garip bir şekilde en sevdiğim spielberg filmi olan munich geliyor

filmin konusu gerçek tarihi olaylara dayanıyor. 1972 münih olimpiyatlarında filistinli bir örgüt israilli sporcuları rehin alıyor daha sonra hava limanına götürüyorlar. bu sırada yapılan bir operasyon sırasında tüm sporcular ölüyor. buna karşılık vermek isteyen israil hükümeti de özel bir ekip oluşturup bu eylemi düzenleyenlere karşı suikastler düzenletmeye başlıyor.

film başta propaganda filmi gibi görünebilir ancak bu filme "israil propagandası" diyenler de filmi hiç izlememiş sanırım. israil-filistin meselesiyle ilgili film yapıyor spielberg ve her ne kadar koşulları ve israil ordusunun yaptıklarını göstermese de filistinililere söz hakkı veriyor. ki hiç konuşturmasa filistinlileri ve direkt düşman olarak gösterse bile dünya kamuoyu tarafından kabul edilirdi film. böyle yüzlercesi var çünkü. filmin çıkış tarihine bakarsanız 11 eylül olaylarından sonra olduğunu görürsünüz. bu nedenle arap dünya'sına ne kadar sıkarsanız sıkın destekleneceğiniz bir atmosfer var ortada. ama spielberg öyle yapmıyor. kendisine propaganda yapıyor diye suçlayan insanlarla inat mossad'ın yaptığı suikastları beceriksizce ve vahşi olarak gösteriyor. filistinliler olimpiyatlar sırasında israilli sporcuları öldürmüş olabilirler ancak ana karakter ve ekibi de az daha bir çocuğu öldürüyordu. üzerine paranın kime gittiğini bilmediğimiz insanlarla çalışıyorlar. üçüncü suikast sonrası pervanede dönen kol bile filmin suikastlara bakışını görmek için yeterli. ayrıca ben böyle filmleri seviyorum. bu film yine israil tarafını tutuyor gibi görünüyor. ancak kingdom of heaven filmine benzer bir denge var. iki taraf da kendine göre haklı görünüyor. bu filmde de israil var olma savaşı veriyor. daha sonra öğreniyoruz ki filistin de aynı durumda. yoksa suikast öncesinde bütün kurbanlar ile tek tek tanışmamızın başka ne mantığı olabilir? hepsi aslında kendi içlerinde bir şeye inanan insanlar ve inandıkları uğruna bir yola girmişler. girdikleri yol pek tasvip edilecek türden değil çünkü sonunda olimpiyatlardaki kayıplar yaşanıyor ancak yönetmen elinde fırsat varken bu insanları canavar gibi göstermiyor. çünkü dediğim gibi aslında elinde fırsat var. amerikan bir yönetmen filistinlileri kana susamış savaş meraklısı insanlar olarak da resmedebilirdi. ancak o onları ülkesindeki savaşa inanan ve kendi aileleri için en iyisini isteyen insanlar olarak gösterdi. sırf bu bile filmi spielberg filmleri arasında üst sıralara taşımaya yeter.

bir de propaganda filminde ana karakterlerinizi becerikli yaparsınız. bu filmde ise bütün suikastlarda bir şekilde bocaladıklarını görüyoruz. örneğin normal bir kahramanlık filmde, ana karakter planını yapar, planı uygularken çeşitli sıkıntılar çeker sonunda başaramayacak gibi olur. seyircinin modu bir an düşürülür daha sonra ana karakter şansın yardımıyla işi çözer izleyici de derin bir nefes alır. bu kalıbı birkaç defa tekrar ederseniz, seyircinin bağlandığı bir ana karakteriniz olur ve filmin kurgusu da sürükleyici olur. ancak filmin çok da kaliteli olacağını söyleyemeyiz çünkü bin sefer yapılmış şeyi anlattım size. spielberg ise ana karakterlerini önce müşkül duruma sokuyor daha sonra işi çözüyor ancak işin çözülmesi genelde daha büyük felaketlere yol açıyor. otel patlaması, beyrut'a yapılan baskın, londra sokaklarında yapmaya çalıştıkları suikast hep bu farklı ve izleyiciye başka bir şeyler vermeye çalışan yapının eseri.

filmde iyi olan şeylerden biri de kesinlikle çatışma sahneleri. bu sahnelerde tabi ki bir estetik yok. ya da silah pornosu gibi değil ancak kalitesini belirleyen nokta da tam olarak bu. hiçbir aksiyon olmadan dengesizce koşturan insanlar ve cılız sesli silahlar var. ölüm sahneleri de yine estetikten yoksun ve olabildiğince ham. bu nedenle bazen mideniz sıkışabilir ancak bu görseller size şiddetin anlamsızlığını ve kısa ya da uzun vadede herhangi bir problemi çözmeyeceğine dair bir şeyler söylüyor. sinematografi olarak da çok iyiler. özellikle ilk suikastta şarap ve süt şişesini patladığı an çok iyiydi. yerde duran beyaz süte kan rengi şarabın karıştığı anlarda da avner'ın ileride nasıl etkileneceğini izledik.

filmin teknik yönüne biraz eğilecek olursak spielberg'ün garip hatta kusurlu sayılabilecek bir zoom tekniği kullandığını fark edersiniz. dolly in zoom out'un en iyi temsilcilerinden biri olan yönetmen kameranın nasıl kullanıldığını unutacak değil tabi ki. burada yapılan zoom 70'lerdeki filmlerde sıkça görebileceğiniz bir teknik. bu nedenle filmin havasına uygun olsun diye spielberg tarafından özellikle seçildiğini düşünüyorum.

filmde karakterlerin insan yönüne dokunan anlar da var. dünyaya şiddet saçan iki grubun aynı odaya denk gelmesi ve üniversitede aynı eve çıkan insanlar gibi hangi kanal açık kalacak diye kavga etmeleri. daha sonra avner ile filistinli adamın sigara içerken yaptıkları konuşma çok dikkat çekiciydi.

film hakkında konuşmayı bitirirken filmin kendini batıran bir noktası olduğunu görüyoruz. o da uzun süresi. mesela son kırk dakikayı çıkarsak film bir şey kaybeder miydi? sanmıyorum. film bir görev ile başlıyor. ve izleyicinin beklentisi bu görev ile ne yapılacağı. görev uğruna insanlar ölüyor. saldırılar düzenleniyor, bu saldırılara karşılık başka saldırılar düzenleniyor. bir durum var yani ve bunun çözüme kavuşması gerekiyor. ya karşılıklı diyalog kurarsın ve görevi sonlandırırsın ya da görevi tamamlatıp ana karakteri emekli edersin. ya da görev ile ilgili başka bir şey. ancak spielberg filmin rotasını bireye çeviriyor ve bize avner'ın yaşadığı psikolojik yıkımı anlatıyor. yaşadıkları ağır şeyler anlaşılabilir ancak filmin gidişatı bu yönde değil. karşısında bir filistinli olmadan sadece avner'ın psikolojisini incelemek bize bir şey kazandırmaz. ali ile sigara içtikleri sahneleri düşünün ne kadar güzeldi. bir de avner'ın israil konsolosluğuna gittiği sahneye bakın. ilk sahne ne kadar filme hizmet ediyorsa, ikinci sahne o kadar "ben neden beş dakikadır bunu izliyorum?" hissi uyandırıyor.

yirmi dördüncü sırada neden var olduğunu anlamadığımız indiana jones and the kingdom of the crystal skull var

bu filmle iyice ikna oldum ki indiana jones ilk filmi dışında kimseye pek bir farklılık sunmuyor. hatta size şimdi vereceğim formülle siz de evinizde kendi indiana jones filminizi yapabilirsiniz. öncelikle dünya tarihine geçmiş arkeolojiyle alakalı gizemli bir olay bulun. mısırlılar olabilir mesela. ya da eski hint yazıtlarında geçen uçan araçlar ve atom savaşına benzer şeyler. önemli olan nokta burada temelin gerçeğe dayanması olacak. geri kalan kısım da insanlarda merak uyandıracak bir şeyler olmalı. bu noktayı bulduktan sonra indiana jones'un yakın bir arkadaşını bu gizemi aramaya gönderin ve başına bir işler gelsin. indiana da arkadaşını aramak için yola çıksın. bu sırada yanına güzel bir kadın eklensin ve indiana gizemin peşinde olan kötü insanlar olduğunu öğrensin. bu kötü insanlar da amerika'nın o dönem düşman olarak gördüğü kimse o olsun. bol bol asker bulunsun ortamda ve indiana her eline geçen fırsatta bu adamları dövsün. daha sonra bir takım antik yerlere geçin ve buraları önce bubi tuzaklarıyla doldurun daha sonra ortamı lunapark'a çevirin. kayarak açılan kapılardan yuvarlanan taşlara aklınıza gelen ne varsa hareket ettirin ve indy'i mümkünse bunların üstünde dövüştürün. daha sonra indy gizeme gidecek ipucunu ve arkadaşını bulsun ama düşmana yakalansın. bu arada karizmasını hiç bozmasın ve elinden geldiğince düşmana laf soksun. bu sırada indy'nin güvendiği biri parayla kandırılmış bir hain olsun. indy yakalanınca bu ortaya çıksın. son olarak da sırrın bulunduğu yere gidilsin ve yine lunapark gibi yerler atlatılarak sır çözülsün ancak tapınak yıkılsın ve sırrı ortaya çıkaran insanları yok etsin. bu sırada düşmanlar da sır tarafından elemine edilsin. indy ve ekibi mekandan kaçsın. hain olan arkadaş kurtarılmaya çalışılsın ancak hırsı yüzünden ölsün. film indy'nin her yeri yıkıp geçmesiyle son bulsun.

işte bir indiana jones filmi aşağı yukarı bu şekilde işliyor. peki madem hep aynı formül kullanılıyor insanlar neden bu filmi sevmedi? bir kere film ilkleri kadar acımasız değil. temple of doom'da kalp sökme gösterilirken burada anne çocuk baba arası diyaloglar var. bir de çocukluğunuzun kahramanı hakkında sürekli yaşlandın sen artık diye konuşulması can sıkıcı. gerçek olmadığı için değil tabi. tutup da harrison ford'u donduracak halleri yok ancak hatırlatılması izleyici olarak bizlerin canını sıkıyor. bir de filmde çok net bir şekilde rol shia labeouf'a aktarılmak isteniyordu. indiana'nın oğlu olması, aynı ismi taşıması, kültürlü ama aksiyon seven bir karakter olması gibi pek çok ipucu veriliyor. hatta ipucunu geçtim filmin sonunda yerden şapkayı almasıyla bu durum iyice göze sokuluyor. ancak filmin pek tutmaması ve shia'nın diğer filmlerinin seyirci tarafından pek sevilmemesi bu projeyi iptal ettirmiş gibi duruyor. aslında hikaye üçüncü filmde tamamlanmıştı zaten yeni birine rolü aktarmak istiyorsanız sıfırdan bir karakter yaratabilirdiniz. gerçi harrison ford olmadan ne kadar yürürdü işler orası tartışılır. bu nedenle film için en iyi çözüm hiç yapılmamasıydı ancak yine de yapıldı. eğlenceli mi? belki biraz ancak ilk filmlerdeki tadı kesinlikle bulamıyoruz.

film hakkında yapılan eleştirilere tek tek cevap vermek anlamsız ama filmin "reboot" yapalım eski filmlere yeni eklentiler yapalım akımını başlatan filmlerden biri olduğunu bilmekte fayda var. hobbit'ten yeni star wars'lara kadar sürekli geriye dönülmesi, yeni karakterlerle eski filmlerin tekrar çekilmesi hollywood'un yaratıcılık konusunda nasıl bir tıkanma yaşadığının da göstergesi. belki ileride bu durum çözülür ancak şu an için öyle bir ışık görünmediğini de söyleyeyim. gerek yüksek bütçeli marvel filmleri olsun gerek dc'nin atağı olsun bir süre bu alanı yeni filmler yapanlara kapattı gibi. o yüzden çok devrimsel bir isim gelene kadar bu filmleri yapmaya devam edecekler gibi duruyor.

yirmi beşinci filmimiz insanların beyazperdede görmek için çok uzun süre beklediği the adventures of tintin

film hakkında söylemek istediğim ilk şey ben de çocukluktan gelen bir tenten hayranlığı olması. bu nedenle film hakkında ne kadar objektif olmaya çalışsam da maalesef başarısız olacağım. filmi üç dört sefer izledim ve hepsinde de keyif aldım. tabi ki tenten'e ömrünü harcamış pek çok hayran filmi beğenmedi ancak şöyle bir durum var. her uyarlamada orijinal işin hayranları filmleri beğenmiyor. ben de aynı durumu pek çok kez yaşadım. durumun nedenini de açıklıyorum. çünkü siz yapıtla ilk karşılaştığınızda kendinize ait bir evren kuruyorsunuz. özellikle kitaplarda durum böyle. ve dünyada atıyorum yetmiş milyon hayran varsa yetmiş milyon farklı evren oluşuyor. filme uyarlandığında ise bir kişinin evrenini izliyoruz o da yönetmen (her ne kadar büyük bütçeli işlerde yapımcısından kurgucusuna kadar herkes bir şeyi değiştirse de sonuçta sorumluluk yönetmende.) bu nedenle uyarlamalar genellikle hayal kırıklığına yol açıyor. bu durumu nasıl aşabiliriz? üç yol var. birincisi çok bilindik yapıtları sinemaya uyarlamamak. bu kökten çözüm. ikincisi sadece kimsenin bilmediği sizin ilginizi çeken hikayeleri bulup uyarlayabilirsiniz. üçüncüsü de hayranlar ne istiyorsa onu yapmak. bu da biraz riskli bir yöntem. çünkü hayranların çoğu aslında kreatif değil. bu nedenle kendi kafalarında kurdukları evreni diğerlerine anlatamıyorlar bu da ne istediklerini kendilerinin bile bilmediği anlamına geliyor. üçüncü yöntem de yönetmen olarak neye inanıyorsanız oradan devam etmek. spielberg de bu uyarlamada bu yöntemi kullanmış. karakteri incelemiş belli noktalarını almış, belli noktalarını aşağı çekmiş ve akıcı bir senaryo ile bizlere sunmuş.

filmin konusu şöyle; tenten bir pazarda gezerken eski bir gemi maketi alır ancak gemi maketi hakkında bir gizem vardır. daha sonra gemi maketi çalınır. iyi bir gazeteci olan tenten burada bir hikaye olduğunu anlar ve geminin peşine düşer.

film herge'e bir saygı duruşu ile başlar. ilk sahnede tenten'i kendi resmini yaptırırken görürüz. yapılan resmin orijinal tenten çizimleri olduğunu hemen fark edersiniz. aynı şekilde resmi yapan kişi de herge'ün animasyon halidir. filmdeki benzerlikler bunlarla da sınırlı kalmıyor. filmin kötü adamı ve ileride karşılaşacağımız arap şeyhi de spielberg'ü andırıyor. spielberg ile herge aslında sadece animasyonda değil gerçek hayatta da birbirlerini biliyorlar. hatta anlatılana göre herge, spielberg'ün bir filmini gördükten sonra tenten'in filmini yapabileceğini söylüyor. çıkan sonuç belki hayranları memnun etmedi ama en azından bir şekilde yaratıcının mirasına saygısızlık edilmediğini söyleyebiliriz bu nedenle.

filmin tekniğine bakacak olursak yönetmenin hızlı kurgu nasıl yapılır ders verdiğini görebiliriz. özellikle kaptan haddock'un unicorn'un hikayesini anlattığı sahnedeki geçişler kolay kolay başka yerde bulamayacağınız kadar güzel. iki sahne arasında sürekli detaylar arasında geçiş yapılması, bir öğenin başka bir yere bağlanması çok iyi düşünülmüş.

film hakkında yazmayı sonlandırırken söylemek istiyorum ki film sinema sanatında devrim değil tabi ki ancak bir macera filminden bekleyeceğiniz her şeyi size sunuyor. aksiyonu yerinde, eğlenceli bir film. ayrıca kurgu konusuna geri dönüş gibi olacak ama ritim konusunda da çok iyi. nerede nefes alacağını nerede aksiyona geri döneceğini çok iyi biliyor. bu nedenle film yapma konusuna meraklı insanların izleyip incelemesi için de iyi bir örnek.

yirmi altıncı sıradaki filmimiz bir at ile bir insanın dostluğunun anlatıldığı arka plan olarak da birinci dünya savaşının seçildiği war horse

film hangi amaca hizmet ettiği belli olmayan 45 dakikalık girişinden sonra asıl seyrine dönüyor. yani savaş sahneleri başlıyor. söylemek isterim ki ilk savaş sahnesi çok epikti. şunu daha kaliteli bir ses sistemiyle izleme şansım olsa çıldırırdım keyiften. spielberg kalabalık işleri yöneteceğini çok iyi bildiğini bize bir kez daha gösteriyor. bu sahnede canımı sıkan tek nokta makineli tüfeklerin yeriydi. biraz kazanıyor gibi yapalım sonra yenilelim denmiş gibi sonlara yerleştirilmiş hepsi. yani şöyle bir durum var. bir yerde kamp var ve o kampa doğru bakan bir yığın makineli tüfek saklanmış. eğer saldıran taraf otların arasından değil de bir şekilde ormandan gelse demek ki sizin makinalılar iptal olacak. ya da silahları size karşı kullanacaklar çünkü hepsini kampa doğru dizdiniz? normalde filmlerdeki mantık hatasına bu kadar takmam ama burada filmin gidişatını etkilemek için bir müdahale var o yüzden belirtmek istedim.

daha önce spielberg'ün zor olsa da çocuk oyuncular ile gayet iyi işler çıkardığını söylemiştim. bu filmde ise işi bir adım daha ileriye götürüp iletişim bile kuramayacağı atları tercih ediyor. filmdeki at eğitmeni kimse kendisini gerçekten tebrik etmek lazım. çünkü joey bildiğin rol yapıyor. atların akıllı hayvanlar olduğunu biliyordum ama mimik yapan atı ilk defa bu filmde gördüm. mesela büyük topu çektikleri sahnede komutan atlardan birini vuruyor. bu sahnede bütün bekleyen atlar aynı anda başını kaldırıyor. bu bile filmdeki eğitmenlerin ne kadar iyi olduğunun kanıtı. 

filmi bitirirken şunu söylemek istiyorum. film hakkında beni rahatsız eden bir şey var. o da planlanan parçaların birbirine oturmaması. yani filmi bölüm bölüm tasarlamışlar. bölümler kendi içlerinde mantıklı ancak art arta dizdiğinizde tam bir bütün oluşturmuyorlar. çok uzun süren bir hikayenin sadece belli noktalarını almışlar da aralarda boşluklar kalmış gibi bir durum var. bu nedenle filmin görüntüleri iyi ama iki buçuk saate yakın başında beklemek kolay değil diyorum.

yirmi yedinci sıradaki filmimiz daniel day-lewis'in oyunculuk dersi verdiği lincoln

spielberg'ün son filmleri gerçek tarihi olaylardan esinlenme. bir röportajında da gerçek tarihin kurgu olaylardan daha fazla ilgisini çektiğini söylüyordu. bu filmi de o dönemine başlangıç gibi düşünebiliriz. bu filmde de şunu fark ettim. bir spielberg filmini eleştirmek kolay. mesela bu filmi amerikan tarihi bilmeyen ya da tarih ile ilgilenmeyen biri sıkıcı olarak niteleyebilir. ki dramatik yapıdaki bir takım aksaklıklar nedeniyle temponun çok sık düştüğünü söyleyebilirim. ancak filmi eleştirirken görüntülere bir bakıyorum ve ağzım açık kalıyor. evet spielberg film konusunda dünyada her imkana sahip üç beş insandan biri olabilir ancak klişe şekilde eleştirilen stüdyo sisteminin nelere kadir olduğunu da gösteriyor bu film. şu proplara, sanat yönetimine, kıyafetlere bir bakın. milyon dolarlık bir endüstri olmasa bu filmi izleme şansımız nedir? bu yüzden bile sanat ile endüstriyi bir araya getirebildiği için bile spielberg özel bir insandır.

ben bir filmin tek bir yönü övülüyorsa eğer o filme olmamış gözüyle bakarım. mesela sesleri çok iyiydi, görüntüler çok iyiydi, oyunculuklar muazzamdı gibi yorumlar yaptıysam bir filmi izledikten sonra, aklımda sadece sanat yönetimi kaldıysa o filme iyi gözle bakmam. bu film için de durum biraz böyle aslında. metot oyunculuğunun en önemli temsilcilerinden daniel day-lewis'in performansı muhteşem. filmi uzay zaman gibi düşünün, daniel day-lewis konuşmaya başladığında bir karadelik gibi bütün uzay zamanı büküp tüm dikkati üzerine çekiyor. ve bunu çok sakin bir konuşma ile yapıyor. canlandırdığı karakterin karizmasını aktarmak için müthiş bir yol. ancak dediğim gibi sadece sanat yönetimi ve oyunculuğu övdüğüme bakarak diyebilirim ki anlatı olarak film biraz zayıf.

film aslında amistad ile aynı kalıbı kullanıyor. orada bir insanlık dramı izliyorduk ve konunun muhatabı olan kişileri gördüğümüz için hikayenin içine daha çok dahil olabiliyorduk. bu filmde ise bağ kurabileceğimiz sadece lincoln var. ne yasalaştırmak istediği 13. ek maddenin konusu olan insanları görebiliyoruz, ne iç savaşın etkilerini izleyebiliyoruz. karakterin olaylardan etkilenmesi mantıklı ama etkilendiği olayları daha yakından görebilsek sanki empati yapmamız daha kolaylaşacak. lee pace'in de oyunculuğu iyi ancak dediğim gibi film sadece salonlarda geçtiği için dünya izleyicisinin döneme bakışı zayıf kalıyor. "sen de önceden araştır o zaman cahil." demeyin. bu mantıksız bir argüman. ben lincoln'ün hayatını araştırabilirim ancak film bana anlatacağı hikayeyi bir bütün olarak sunmak zorunda. çünkü her film kendi evrenini yaratır. isterse tarihi de çarpıtabilir ya da çok farklı kaynaklar kullanabilir. bir filmin tarihsel bir doğruluğu takip etme zorunluluğu yok sonuçta. ayrıca izleyicinin araştırmasına gerek varsa, bütün kitaptan uyarlanan filmlerde yönetmenler atlama sıçramayla nasılsa izleyici biliyor diyerek saçma sapan filmler çeksin o zaman? gerçi şimdi fark ettim de bunu zaten çoğu yönetmen yapıyor. o yüzden uyarlamaların kalitesi genelde kötü oluyor.

lincoln'den sonra, yirmi sekizinci sırada yine tarihi gerçekliğin kurgudan daha ilginç olduğunu savunan mantığın bir ürünü var: bridge of spies

soğuk savaş döneminde iki kutbun ele geçirdiği insanların takası için görevlendirilen bir avukatın hikayesi anlatılıyor. tom hanks'in tek başına taşıdığı filmde soğuk savaşın etkileri ve dönem üzerindeki izlenimler aktarılıyor.

filmin tekniğine bakacak olursak kesmelerdeki zıplamalar harika olmuş. u62'nin kameralarının anlatıldığı sahneden abel'in evinden toplanan kanıtlara, mahkemeden sınıfa bağlantılı ve mantıklı geçişler var. geri kalan kısımda yeni şeyler olmasa da yine de iyi bir sanat ve görüntü yönetimi var.

film hakkında şunu söylemek istiyorum. filmi izlerken pek parlak bir filmle karşı karşıya olmadığımı düşündüm. evet tekniği yine kusursuzdu ama film boyunca yaşananlar biraz klişe geliyordu. sonra fark ettim ki aslında filmin başarısı bu sadelikte yatıyor. yani politik bir karmaşa hakim, bütün dünyadan farklı çevrelerden çok fazla insanı ve ideolojiyi dahil ediyor. senaryonun kontrolden çıkması an meselesi, her an çirkin ve şovenist bir yapıya dönebilir. bir hatanızla avukatı fazla sulu, mahkumları fazla kahraman gösterebilirsiniz. biraz fazla göstereceğiniz bir planla ideolojileri kötülemeye çalıştığınız anlamı çıkarılabilir. ancak spielberg bu tip yüksek çıkışları tercih etmemiş. filmin ritmini en gergin anda bile düşük tutarak derdini çok güzel anlatan bir film yapmış. ki politik gerilim filminde bu kadar yalın olmak kolay bir iş değil. bu nedenle bir şaheser olmasa da alanında kalburüstü bir film var karşımızda.

yirmi dokuzuncu sırada spielberg'ün çocuksu hayal gücüne geri dönüş yaptığı bir film var: the bfg

bu filmin ilk dikkat çeken noktası hook'un başka bir versiyonu olması. sorunlu bir karakter -yalnız hisseden çocuk- bir hayal dünyasına gider ve orayı kurtarır arada da kendi sorunlarını çözer. filmin mekaniği çok basit düzenlenmiş. birbirine ihtiyacı olan ve kendi dünyalarından dışlanmış iki karakterin dostluğu. spielberg için biraz fazla basit kalmış. ancak genele bakarsanız eli yüzü düzgün bir film olduğunu görürsünüz. size çok bir şey sunmuyor ancak çok aksayan yönü de yok. parlak bir fikir değil, belki yüzlerce sefer yapıldı aynısı. tek güzel yanı belki de bfg'nin gizlenerek sokakta gezdiği sahneler.

filmdeki çocuk oyuncu da diğer spielberg filmlerindeki kadar iyi değil. diyaloglarında problemler var. ancak diğer çocuk oyuncular karşılarında kukla da olsa bir nesneye doğru konuşuyorlardı. bu oyuncu ise yeşil bir ekranın önünde kendi kendine konuşuyor çoğu zaman bu nedenle aksaklıkları göz ardı edebiliriz. ki daha önce ian mckallen bile ifade etmişti yeşil perde ile çalışmanın ne kadar zor olduğunu. yine de spielberg'ün bir şekilde çözüm bulmasını beklersiniz böyle bir soruna.

film üzerinde çok düşünmeye gerek yok. normal bir film ancak bana göre aksayan iki noktası var. birincisi tabi ki yeşil içecek sahneleri. hadi devin insanlardan farklı yaşadığını göstermek için ilk sahneyi yaptın. kraliçe ile olan sahnede bu içeceği ve etkilerini göstermeye ne gerek var? ikinci yön de spielberg'ün ne yapıp edip bayrağı askeri filmde bir şekilde göstermesi. filmin uyarlama olduğunu biliyorum belki orijinal hikayede de bu şekildedir ancak finaldeki çözümü bfg ve sophie bulsaydı çok daha güzel olurdu. bir filmin de tanksız tüfeksiz geçsin be spielberg diyor ve diğer filme geçiyorum.

otuzuncu sıradaki filmimiz olan the post da spielberg'ün son dönem çıkan tarih filmlerinden biri

bridge of spies ile aynı tarza sahip. çok büyük olaylar sakin bir şekilde anlatılıyor. ancak bu filmin bridge of spies'tan bir farkı var. o da konusu. bridge of spies daha evrensel bir konuydu. rusya ve amerika arasındaki gerginlik bütün dünyayı etkiledi çünkü. bu filmdeki çıkış noktası vietnam savaşı olsaydı yine anlaşılabilirdi ancak vietnam savaşı hakkında belgeler olunca dünya seyircisine dokunması biraz zor oluyor haliyle.eğer richard nixon kimdir, henry kissinger ne iş yapar bilmiyorsanız ya da çok da umurunuzda değilse filmin size sunacakları daralıyor. geriye kalan ise tom hanks'in dengeli oyunculuğu, meryl streep'in sahneyi doldurduğu anlar ve dönemi çok iyi yansıtan bir sanat yönetimi oluyor.

filmin stres noktasında da sıkıntılar var. konu güncel değil, karakterleri tanımıyoruz, hayatlarını bilmiyoruz, dönemin gazeteciliği ve siyasal ortamıyla ilgili izleyiciye bilgi verilmiyor. bu nedenle filmdeki gerilimi siz hissedemiyorsunuz yad a bağ kuramadığınız için umurunuzda olmuyor. şöyle düşünün. atıyorum bir japon bu filmi izlediğinde neden bir amerikan gazetesinin hiç bilmediği bir siyasal ortamda yaşadığı gerilimi umursasın ki? özellikle nixon'u ve vietnam savaşını araştırmadıysa ya da yayın özgürlüğü hakkında fikirleri yoksa filmin çabası tamamen boşa gidecek demektir. bu durumda ya tek bir olaydan yola çıkarak evrensel şeyler söyleyeceklerdi. ki böyle bir şey demediler, sadece bir olayın detayları üzerinde durdular ya da kişileri izleyici özdeşleşecek şekilde değiştireceklerdi, siyaset alanında yüksek insanlar arasında gezen kişilerle herkes bağ kuramaz. bu yüzden bu kişilerin insan tarafına dokunmaları gerekirdi. ki bunu da yapmamışlar. bu nedenle bir saatten sonra film ile ilgili hiçbir bağınız kalmıyor.

ancak film döneme göz atmak için bir fırsat veriyor. filmdeki kadın erkek ayrımcılığına erkek egemen bakış olarak bakmamak lazım. meryl streep'in karakteri erkek egemen dünyada ayakta kalmaya çalışan bir kadın imajı çizerken çoğu zaman kenara itilmeye çalışıyor. işte bu duruma modern açıdan bakıp filmi eleştirmemek gerek. çünkü madmen'den de gördüğümüz üzere dönem ırkçılığın ve kadın ayrımcılığının had safhada olduğu bir dönem. bu nedenle filme değil döneme yüklenmek gerekiyor.
film hakkında yazmayı tamamlarken şunu söylemek istiyorum. evet film derdini sakin bir şekilde anlatıyor ancak final bundan daha fazlasını ister. mesela bir de mahkeme sahnesi olabilirdi. filmin çatışmasının ortaya koyulduğu, tom hanks ile meryl streep'in oyunculuklarını konuşturduğu sahneler yapılabilirdi. spielberg ise eve erken gitmek istiyor gibi bu sahneleri atlayıp geçmiş. filmin çatışması zaten başından beri düşüktü bari burada bir şeyler izletip güzel bir final yapsaydınız. böyle bir film herhangi bir yönetmenin ilk filmi olsa muhtemelen son filmi de olurdu.

listedeki son filmimiz ready player one, klişe film nasıl yapılır dersi veriyor

önce bir yere ulaşmalı ucunda büyük ödül olan bir macera yazın, karşıya jenerik bir düşman koyun sonra araya popüler kültür öğeleri basın, alın size ready player one.

hadi hikaye kötü bari anlatım iyi olsa diyorsunuz o da yok. zaten çok bir şey vaat etmeyen bir hikayeyi dağınık anlatarak atlama sıçrama yaparak iyice mahvetmişler. normalde anahtarları bulma arasında çokça mola veriyordu kitap. bu sırada da oyunun zararları, dünyanın geldiği durum ya da wade'in kişisel yaşamı ile ilgili şeyler söylüyordu. filmde ise böyle duraklamalar olmadığı için haldır haldır koşan bir hikaye var. ancak hikaye net olarak bir şey söylemediği için nereye koştuğu da belli değil.

filmin aslında söyleyebileceği çok şey var. yani minority report'taki simülasyon sahnesini çeken tam mesajını veremese de ai gibi bir filme girişmiş olan insanın elinde böyle bir hikaye varken daha detaylı bir şey yapmasını beklersiniz ancak bu filmde spielberg jurassic park'ta kullandığı yaratıcılığın yüzde birini bile kullanmamış. bir önceki film gibi bu film de çok vasat. yenilikçi hiçbir şey yok. hatta eldeki hikaye bile doğru düzgün anlatılmıyor. perzival'ın art3mis'e aşık olmasının bir sebebi var aslında. çünkü wade yalnız bir insan ve hayatında ilk defa aynı konuları konuşabileceği bir karşı cins ile karşılaşıyor. bu filmde ise art3mis ile ilgili hiçbir şey anlatılmadığı için aşık olunması gereken kadın karakter olarak bakabiliyorsunuz sadece. bilmiyorum munich ile bu filmi yapan aynı yönetmen olmamalı gibi geliyor bana.

bir de spielberg'ün konu hakkında bilgisi olmasına rağmen halliday'in imajı çok kötü olmuş. halliday içine kapanık bir dahi olmalıydı. bu filmdeki hali ise konuşmayı beceremeyen bir insan kıvamında sadece. sosyal anlamda iyi olmadığını gösterdiniz filmin başında biraz da dahi kısmını gösterseydiniz keşke. çünkü vizyoner insan deyince aklımıza steve jobs ya da bill gates geliyor. hatta spielberg bile bu kategoriye dahil edilebilir. yani kendinden bilmeliydi böyle bir insanın nasıl görünmesi gerektiğini. ancak nasıl becerdiler bilmiyorum ama karakter olabilecek en kötü şekilde portre edilmiş.

bir de film hakkında cidden sinirimi bozan bir şey var. film sürekli pop kültürünün korunması ile ilgili bir şeyler söylüyor. ama gerçek hayatta pop kültürünün korunmaya ihtiyacı yok. pop kültürü zaten zehir gibi yayılıp duruyor. herkesin dahil olduğu saçma sapan insanların sürekli genişlettiği bir şeyin neden korunmaya ihtiyacı olsun ki? breakfast club'ı ben de severim mesela ama hangi şehirdeki hangi lise olduğunu bilmenin gerçekten kime ne faydası var? neden bunu bilmek değerli bir şey olsun? bu nedenle filmin yücelttiği şeyin insanlarda bir karşılığı yok aslında. bu yazının bir kısmında söylemiştim. ben de bir movie geek'im ama tutup marty mcfly'ın hangi lisede okuduğunu ezberleme gereği duymadım hiç. ki kendisi çocukluk kahramanımdır.

spielberg bu garip filme kendi imzasını da atmış. animasyonda da olsa zoom in dolly out yapmayı becermiş helal olsun. patronun büyük savaş öncesinde online olduğu sahnede bunu görebilirsiniz.

filmi bitirirken şunu söyleyeceğim. daha önce spielberg'ün hiçbir filminden nefret etmemiştim. bu ilk oldu. diyaloglar kötü, karakterler kötü, anlatım kötü. bir film için iyi ki bitti dedirtecek her şey mevcut.


yönetmenin tüm filmlerine göz attık, şimdi cevaplamam gereken iki konu var

birincisi yönetmenin ne kadar sanatçı, ne kadar endüstri insanı olduğu. ikincisi de filmlerinde propaganda yapıp yapmadığı.

ilk sorudan başlayalım. spielberg aslında sistem içerisinde çalışan ve stüdyoların bütün nimetlerinden faydalanmayı bilen bir sanatçıdır. yani hayal ettiklerini gerçekleştirmesinin ve bize sunmasının başka bir yolu bulunmuyordu. en küçük filminde bile yüzlerce figüran kullanan insanın tabii ki stüdyolar ile çalışması gerekiyordu. bu konuda mutlaka bazı tavizler de vermiştir ancak genele bakacak olursak istediği filmleri yapabildiğini görürüz. peki eleştirilecek noktası yok mu? tabi ki var. öncelikle spielberg kişisel olarak dünyayı tanımaya çalışan bir insan değil. bu nedenle karakterleri de çok derinlikli değil. ana akım bir konudan sapamıyor çünkü o konuyu nasıl anlatacağını ya bilmiyor ya da anlatmaya gerek duymuyor. scorsese'nin kundun filmini düşünün mesela. ta allah'ın tibet'ine gidip ana akım insanları hiç ilgilendirmeyen bir işi çok cesur şekilde anlatmayı asla tercih etmezdi spielberg. bu nedenle sürekli genele oynadığı için eleştirilebilir belki. ancak film tekniği çok iyi olduğu için bir yerde de anlatmayı seçtiği konular nedeniyle eleştirilmesi anlamsız olabilir. çünkü yapmak istediğini yapabiliyor. bunu yapmayı neden istemedin diye sormak, kreatif üretimden çıkıp kişisel bir meseleye dönüşür. bunu da not alayım bir gün tanışırsam sorarım kendisine.

gelelim ikinci konuya. spielberg propaganda yapıyor mu? biraz önce verdiğim örnekte olduğu gibi spielberg kazananın yanında durmayı seçmiş gibi duruyor. ancak amerika savaşı kaybetseydi yine de amerika'yı destekleyen filmler yapar mıydı, ya da yahudiler hala eziliyor olsa hikayelerini anlatmanın peşine düşer miydi asla bilemeyeceğiz. ancak dünyada hala benzer sorunları yaşayan hikayelerinin anlatılmasını bekleyen pek çok farklı insan var. spielberg'ün bu insanlara karşı duyarsız olması sanırım bir cevap oluyor bize. ancak yine dediğim gibi bir yönetmen, bu konuyu anlatmakta başarısız olmuşsun diye eleştirilebilir. bu konuyu neden anlatmadın diye eleştirmek daha kişisel bir alana giriyor. ancak son durumda ben spielberg'ün çoğu zaman propaganda yapma amacı taşıdığını düşünmüyorum. o sadece inandığı şeyleri anlatıyor o kadar. mesele inandığı şeylerin hakim tarafta olması. bu nedenle yaptığı işler propaganda gibi görünüyor.

bu meselelere de yanıt verdikten sonra yazımı bitiyorum. spielberg benim gözümde endüstriyi çok iyi kullanabilen ve bunu kendi yaratıcılığıyla dengeleyebilen ancak bazı siyasi konularda anlatımı çok kendi eksenine kayan, bu nedenle evrensel meselelerin uzağında kalan, insan ve karakter konusunda bir nebze düşük olmasına rağmen muazzam hikaye anlatma yeteneğine sahip tarihin gördüğü gelmiş geçmiş en iyi yönetmenlerden biridir.

Evde Oturarak Mezun Olabilmeyi Sağlayan Güzel Olay: Online Üniversite

Quentin Tarantino Neden Kendi Jenerasyonundaki En İyi Yönetmenlerden Biri?