Türk Edebiyatının En İyi Romanları

Okunması gereken Türk romanları nelerdir? En iyi Türk yazarlar? Peki ya en iyi Türk romanları dersek? Bütün bunları topluca görebileceğimiz bir listeyle geldik.
Türk Edebiyatının En İyi Romanları


Saatleri Ayarlama Enstitüsü - Ahmet Hamdi Tanpınar (1954)

bunu seçme sebebim, bu romanı müjdeleyen bir roman olmadığı gibi ardıllarının da olmayışı. saatleri ayarlama enstitüsü türk edebiyatının içinde anakronik bir öğedir ya da daha anlaşılabilir bir ifadeyle garabettir. namık kemal'den halit ziya'ya, söz konusu romanın yazılmasından önceki hangi yazara bakarsanız bakın, enstitüyü muştulayan herhangi bir yazar veya yapıt göremezsiniz, en azından ben göremedim. edebiyatımızın kimliği ve özellikleri dikkate alındığında "vay be, bizden biri yazmış demek bunu!" diyebileceğiniz yegane eserdir. belki tutunamayanlar, kara kitap, puslu kıtalar atlası veya gölgesizler için de benzer tepkiler verilebilir ama saatleri ayarlama enstitüsü gerek alegorik yapısı gerekse de yazarının dünyaya baktığı perspektifle diğer tüm romanlardan bir basamak yukarıda kendine yer edinir (benim gözümde).

Kara Kitap - Orhan Pamuk (1990)

insanı ana dili türkçe olduğu için mutlu eden bir kitaptır. methiyeler düzen hiçbir yabancının bu kitabın büyüsünü yakalayabileceğini sanmıyorum, dilden gelen bir büyü o çünkü -ve istanbul'dan. türk edebiyatının en iyi romanlarından biri fikrimce. 

boğazın suları çekildiği zaman bölümünde kendini anlatır biraz da bu kitap. alaaddin'in dükkanı gibi bir sürü bir sürü birbiriyle alakasız şeyi bulundurur içinde ve aynı dükkanın çocukken orhan pamuk'a göründüğü gibi güzel görünür bütün karmaşası okuyucuya kitabın. kara kitap çocukluk kutuları gibidir içinden alakasız ve çok çağırışımlı, derin biriktirmeler çıkan: duygular, nesneler, mekanlar, karakterler. birbiriyle bağlantısız her şey -mesnevi'den, türkan şoray'a, okuyucudan, cinayete, kıskançlıktan siyasete- biraradadır ve kara kitap'tır. 

yüzlere bakmayı, işaretleri aramayı, istanbulun söylediklerini dinlemeyi bilenler orhan pamuk'un oyunundan keyif alırlar -akrostişlerden, ayrıntılardan. kimisi ise sıkılır ilk sayfalarında. oysa uzun cümlelerle, bütün ayrıntıların anlatımıyla sonundan olay örgüsünden bağımsız bir biçimde o ana dahil olursunuz. yürüdüğü hissini verir sanki insana, içine çeker bu roman. kendi adıma tutunamayanlar 'dan sonra okuduğum en iyi türkçe roman olduğunu söyleyebilirim.

İnce Memed serisi - Yaşar Kemal (1955-1987)

çukurova'yı en güzel betimleyen kitap ya da destandır. bazen bir betimleme sayfalar sürer ama okuyanı sıkmaz bu betimlemeler. en küçük ayrıntıyı bile atlamaz yasar kemal destanında. ince memed'in zamanla nasıl da bir efsaneye dönüştüğünü, zalime karşı bitmeyen savaşını anlatır. çünkü abdi ağa gider yerine hamza gelir, mahmut ağa gider arif saim bey gelir. yöreyi bilenler için başka bir anlamı vardır mutlaka, en azından bende yeri ayrıdır. binboğa'yı, sumbas'ı, kadirli'yi bilmek, adana'yı yaşamış olmak kitaptaki mekanları hayal etmeden sadece hatırlamayı (50 yıl öncesi de olsa) gerektirir. mutlaka okunmalıdır, modern türk edebiyatının belki de tek destanıdır.

Tutunamayanlar - Oğuz Atay (1972)

tutunamayanlar özel bir romandır ve gerek kurgusu, gerek sunuş biçimi, gerek mizahtan beslenen yanıyla ve en önemlisi eleştirisi ile dört dörtlük bir romandır. oğuz atay küçük burjuvanın kalbinden çıkıp o kalbe hançer saplamıştır. zeminin kaypak, insanların suni, entelektüalitenin sınırlı (ön sözler, alınıp da okunmayan kitaplar, aforizmalar vs.) fakat gösterişin çok olduğu bir sosyolojik katmanı, karıştığı diğer katmanlardan cerrah titizliği ayırıp işte "küçük burjuva bu!" demiştir. batı özentisi, samimiyetsiz, yoz bu sınıfı tanımamız için 35 senedir aşılamayan bir kitap yazmıştır rahmetli oğuz atay.

Ruh Adam - Nihal Atsız (1972)

bir kitaptan çok daha ötesi... bir şaheser. atsız olduğu gibi kendini anlatmış bu kitapta bana kalırsa. bunu selim pusat'ın kullandığı bir cümleden bile anlayabiliyorsunuz. ideolojisinden, takındığı tavırlardan, yaşam felsefesinden...

kitabı anlatabilmek için kelimeler kifayetsiz kalıyor, o yüzden fazla üzerine gidip kafamı yoramayacağım şu saatte. sadece şunu demek istiyorum: kitabı nihal atsız değil de, başka birisi yazmış gibi düşünün. özellikle sol görüşlü birisinin yazdığını hayal edin, önyargılarınızı kırın ve mutlaka bu kitabı okuyun. bakın bunu yapmak zor bir şey değil, birkaç arkadaşıma tavsiye ettim, "ıhh ırkçı o adam, sağol tavsiye için ama okumam" gibi aşırı cahilce tepkiler aldım. bir adamın ırkçı olmasıyla kitabı nasıl bağdaştırıyor böyle insanlar? kendisini sevmezsin, hatta görüşlerinden tiksinirsin bile fakat yazdığı kitaba, hele ki böyle bir şahesere dil uzatamazsın!

atsız'ı biraz tanıyan, araştıran anlar zaten dediklerimi. ben bile hiç tanımadan önce kitaplarının da kendisi gibi saçma sapan ırkçılık söylemleriyle dolu olduğunu düşünüp önyargıyla yaklaşıyordum. fakat sadece 2 kitabını okumam (deli kurt, ruh adam) bu önyargımı yıkıp yüzüme pişmanlık ateşi gibi vurdu adeta. adam kitaplarında aşk anlatıyor lan bildiğin! aşk. bu kitap tabi ağır psikolojik, içinde yok yok. tarih, aşk, kültür, din, psikoloji... aklınıza ne gelirse. her şeye değinmiş nihal ve ortaya çok çeşitli bir kitap sunmuş.

Dokuzuncu Hariciye Koğuşu - Peyami Safa (1930)

"ciddi bir hastalık yaşamamış olanlar tam olarak yaşamış sayılmazlar". bir hastanın ruh halini bundan daha iyi tasvir eden bir roman daha görmedim. okuduğum en etkileyici romanlardandı. uzun süre ciddi bir hastalıkla mücadele eden kişinin karakterini inanılmaz anlatmış. romanlardan zevk alamamasını romanlardaki karakterlerden daha önemli olduğunu düşünmesiyle açıklamış nüzhet.

gerçekten, ciddi bir hastalığın pençesinde yıllarca uğraşan insan hayatıyla durmadan savaş veren yorgun bir askere dönüşür. diğer her şey önemsizleşir. bunu yaşamış biri olarak inanılmaz bir şekilde dile de getirmiş peyami safa. hele ameliyathanelere bakışı ve "öncesibeklemeleri" muhteşem.

Puslu Kıtalar Atlası - İhsan Oktay Anar (1995)

bizlere varoluş felsefesinin içine geçmiş bilim, kişilik analizleri, kusursuz kullanılmış türkçe ve idealleri peşinde süreklenen karakterlerin ahenk dolu dansını sunan, düş ve gerçekliğin sınırları üzerinde uzun uzun düşündüren ihsan oktay anar kitabı. bilginin değeri ve sonsuzluğu üzerine yaptığı saptama ve analizlerle ortaçağ avrupa edebiyatıyla benzerlik gösterir.

doğrusunu söylemek gerekirse kitap karşıma bir ödev olarak çıktı. okul sonrası yapacağım planlardan feragat etmemek adına olsa gerek kitabı coğrafya dersinde okumaya başladım. sayfalar, hikayeler, düşünceler durmaksızın birbirlerini takip etti. her biri başka dünyadan binbir karakter, öylesine yazılmaktan uzak ustalıkla kurgulanmış binbir hikaye, sayfalar çevrildikçe herbiriyle çıkılan binbir yolculuk beni bulunduğum ortamdan koparmak için fazlasıyla yeterli oldu. kitapta karakterlerin renkliliği daha önce hiç bir romanda karşılaşmadığım kadar etkileyiciydi. alibaz'ın uyumadan rüyalarını yaratmasından, hınzıryedi'nin açıkgözlülüğüne, ebrehe'nin eşsiz karakteri ve kristal parlaklığındaki zekasına kadar her şey olabilecek en güzel şekilde kurgulanmıştı. tekrar tekrar okumak, alıp götürdüğü puslu diyarları tekrar ziyaret edebilmek için zaman kolluyorum. özetle eşsiz bir anlatım, eşsiz bir yaratıcılık, bütünüyle eşsiz bir eser.

"dünya bir düştür. evet, dünya... ah! evet, dünya bir masaldır!"

Yaban - Yakup Kadri Karaosmanoğlu (1932)

ilkokulda körü körüne öğretilen "bütün halk birlik olduk düşmanı yendik" klişesini sorgulamama neden olan romandır. ama köylünün düşmanın tarafını tutacak kadar hain olduğunu değil, neyin ne olduğunu anlamayacak kadar cahil olduğunu ve cahilliğin ne vahşetlere yol açabileceğini vurgular; ve en önemlisi, suçu halkından bu denli kopmuş olan türk aydınında bulur.

türk edebiyatının en önemli eserlerinden birisidir. eski olmasına rağmen okuması da gayet kolaydır. orta okuldaki türkçe öğretmenime göre her on yılda bir tekrar okunmalıdır, ki katılırım. yine de bazı tanıdıklarımın çok beğenmediğine şahit olup şaşırmışımdır.

İçimizdeki Şeytan - Sabahattin Ali (1940)

sabahattin ali'nin çok sevdiğim, hayranlıkla, beğenerek, sürekli bir heyecanla okuduğum romanı.

felsefe okuyan bir adam, aşık olduğu ve ona aşık, konservatuarda piyano öğrencisi olan uzak akrabası bir genç kız, ikisinin arkadaşı piyano hocası bir genç adam ve istanbul, ve pohpohlanmayı, ahkam kesmeyi seven bazı gazeteciler, politikacılar, hukukçular ve onları dinleyen, aidiyet ve pohpohlanma arayan birkaç üniversite öğrencisi. toplum ama en çok da birey eleştirisi var romanda. aşk var. çok güçlü bir kadın karakter var; hem de hem kadın, hem güçlü- yani öyle erkeğin kadın adı altında sunulanı değil.

bir kere daha, kitabın kendi deyişiyle: "halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı? bu bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurması... içimizdeki şeytan pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu... içimizde şeytan yok... içimizde aciz var... tembellik var... iradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var..."

her daim başucunda tutmalı ki baktıkça silkinip kendimize gelelim.

Yalnızız - Peyami Safa (1940)

muazzam. gerçekten muazzam bir roman. kendisini okumayı neden geciktirdim bilmiyorum, yirmi dakika evvel bitti kendisi ve tek bir kelime ile tanımlamak gerekir ise, muazzam. türk edebiyatı'nın uç noktası, en üst mertebe, çıtanın en yükseği, öncüsü, ustası.

üslubu biraz ağır gibi gözükse de hızlıca alışılıyor. romanın üslubundaki en önemli unsur, her tasvirin ve eylem anlatısının aralarına sığınan psikolojik tahliller. insanı ve ilişkilerini irdeleyen, eleştiren romanın tahlilleri, okuyucunun yüzüne bir tokat gibi vuruluyor. okuyucu, insanoğlunun acı bir gerçeğini anlatan cümleyi okuduktan sonra, romanın öyküsüne dönen cümlelere geçtiğinde yazar adeta, "hayır! dönme romana, yüzleş şu gerçekle!" deyip birkaç kez daha tokat atıyor tahlillerle.

samim'in dediği gibi: insanda iki kişilik, benlik vardır. biri sosyal, biri real. bu ikisi daima çatışır. insan, (bu kitapta samim) ne kadar zeki ve diğer insanlardan üst olursa olsun, bu evrede yine 'yalnız' kalacağı için acizdir. insan acizdir. ve yine kitabın sonlarında samim'in bahsettiği gibi:

"şehir hayatında, insanların arasında, yalnızız. evet, yalnızım, yalnızız."

aslında tek kelimeyle özetliyor kitap kendini, adıyla: "yalnızız."

Bir Gün Tek Başına - Vedat Türkali (1974)

baştan sona bi rahat vermez bu roman insana. kitap boyunca çoğu karaktere sinir olursunuz, dövmek istersiniz, başınız ağrır, gülersiniz, delirirsiniz ama bırakamazsınız bir türlü. bahsedilen yerlerde gezmek istersiniz, şairlerle rakı sofrasında oturmak, sokaklarda devrim çığlıkları atmak, bafra marka sigara içmek istersiniz feci halde, yaşlanınca babıali'de kitapçı açmak...bir bakarsınız ki 700 küsür sayfa buhar olup uçmuş birkaç günde. kitabın sonuna doğru karakterlere yüklediğiniz anlamlar tersine dönebilir. kenan'a kızarken acımaya başlarsınız, günsel'e sert bir tokat atmak. ben çok sevdim bu kitabı. çoğu zaman olduğum gibi tek başımaydım bir gün...son iki sayfada günsel oldum belki, hatırlamıyorum. güvenebileceğim halde kaçarak yitirdiğim şeylerin ispatı bir avuç toprak kalmış elimde.

"ıslaktı gözlerim. bir asker aracı geçiyordu, subaylar vardı içinde. güneş bulutlara girip çıkıyordu."

Üç İstanbul - Mithat Cemal Kuntay (1938)

çok beğenerek okuduğum bir roman. dili düşündüğüm kadar eski değil, gayet rahat anlaşılıyor. devirden devire insandan insana geçişleri çok sürükleyici.

tarihi ve siyaseti insanların bireysel öyküleri üzerinden anlatmak konseptini zaten hep kayda değer bulmuşumdur, roman da ufak ayrıntılarla gerçek, insan doğası ve fikirleri üzerine çok fazla düşünecek şey bırakıyor.

müziği olan bir kitap. bazı bazı rus romancılar havası, başarılı psikolojik tahliller -süheyla'nın rüyasından ötede de freud'u anlamış bir son-, akıp giden bir lisan, değişen mekanlar, hayatlar, osmanlı'ya ve devrime dair siyasi yorumlar, bunca tesadüfün gerçekliği, tesadüf kavramıyla edilen de dahil olmak üzere sürekli mevcut olan o alay... hepsi doyurucuydu.
herkesin illaki kötülüğünün göründüğü "bunca kötülük nasıl bunca doğal anlatılabilir?" diye düşündüren ve garip bir ilahi adalet duygusuyla hemen hemen bütün karakterlerinin sonlarına kadar gösteren bir kitap. ufak karakterlerin şahit, dilenci ya da atılan taş olarak romana yeniden aralarda dahil olması, şair raif karakteri, kalpak imgesi ve intikamıyla -oğlu- ödüllenen cânım süheyla... iyi ki okumuşum.

Sevgili Arsız Ölüm - Latife Tekin (1983)

otobiyografik bir roman olduğu bilindiği için yazarın hayatından yola çıkarak kitapta geçen köyün kayseri'nin karacafenk köyü, şehrin ise istanbul olduğu tahmin edilen latife tekin'in ilk romanıdır.

kitap tam bir "latife hanım olağanlığı." neden böyle yorumluyorum. fantastik roman seven biri değilim. son 1-2 aydır okumaya başladığım bir tür. uçan kaçan, cinli, perili, tulumbaların, kuşkuş otlarının konuştuğu, azrail ile hesapların yapıldığı romanlar bana göre değil. daha doğrusu geleneksel toplumlarda bunların hep korku ögesi olarak kullanılmasından mıdır nedir inceden bir korkum var. bu ögelerin kullanıldığı filmleri bile izlemişliğim yoktur. ancak latife tekin'in anlattıkları her ne kadar korkutucu ya da daha doğru tabirle gerçek dışı öğeleri barındırsa da "yok artık" diye kitabı elimden bırakmadım. bırakamadım. "olağanlığı" diye anlatmak istediğim bu aslında. bu ögeleri korku toplumu yaratmak için kullanmıyor. çok naif, sakin bir dille yazıyor. hatta çok belirli sistem eleştirileri yapmak için kullanıyor. dilini, hikayeler arası sıçramalarını ve bu sıçramaları asla insanı yoran bir şekilde yapmamasını, düz yazı konuşmalarını çok sevdim.

ama en çok dirmit kızı sevdim. erkek kardeşi geneleve gittiğinde "ben neden erkeğe gidemiyorum?" diye soran dirmit kızı. sorgulayan, olaylara kuşkulu yaklaşan, akıllı deli, sessiz direnişçi dirmit kızı. ailesinin ona dayattığı hayatı reddedip, tüm yasaklamalarını alt eden, yazarak özgürleşmek isteyen dirmit kızı...

Minare Gölgesi - Ergin Ergönültaş (2013)

engin ergönültaş'ın okuyucuyu, dar alanda kısa paslarla karakterler arasında top gibi dolaştırdığı romanı. bir iki sayfa yolculuğuna eşlik ettiğimiz bir karakterin yolu bir diğer karakter ile kesiştiğinde, bayrak yarışında bayrağı devreder gibi okuyucuyu o karaktere devrediyor ve birkaç sayfa boyunca diğer karaktere eşlik ediyoruz. bazen de bu bayrak yarışında bayrağı taşıyan rüzgarda uçuşan bir kar tanesi, ezan sesi, batan ay, doğan güneş veya mahallenin köpeği kont oluyor. karakterler, mahalle, doğa birbirlerine el vererek bizi hikayenin içinde gezdiriyor.

pişmiş kelle okurlarının başka isimlerle de olsa, farklı farklı hikayelerden hatırlayacağı sultan abla, işsiz ali, terso gibi karakterlerin hikayeleri nakış işler gibi bir incelikle birbirine öyle bir eklenmiş ki, insan kitabı okurken sanki o hikayeler zamanında sırf bu hikayenin alt yapısını oluşturmak için yazılmış/çizilmiş hissine kapılıyor. kişisel arşivleri karıştırıp o hikayelere ulaşma çabası karşılıksız kalınca da minare gölgesi'nin yaşattığı hüzün biraz daha katlanıyor. engin ergönültaş acilen eski yazıp çizdiği, kendisinin yazıp başkalarının çizdiği bütün çizgi hikayelerini bir albümde toplayıp yayınlamalı. hem türk çizgi romancılığı, hem türk edebiyatı bu hikayelerden yoksun kalmamalı.

Edebî Değeri Elden Bırakmadan Bir Solukta Okunabilecek Kadar Sürükleyici Kitaplar

İhsan Oktay Anar'ın Kitapları Neden Sinemaya Uyarlanmıyor?