Adeta Ratatouille ve Whiplash'in Çocuğu Kıvamındaki The Bear Dizisinin İncelemesi

Son dönemin beğenilen ve yakın zamanda Disney+ Türkiye kitaplığına da eklenen dizilerinden The Bear'ı mercek altına alalım biraz.
Adeta Ratatouille ve Whiplash'in Çocuğu Kıvamındaki The Bear Dizisinin İncelemesi

the bear, mutlaka izlenmesi gereken bir dizi

bunu birçok dizi ve film için duymuşuzdur ama gerçekten çok azı bunu hak eder. the bear onlardan biri değil ve neredeyse mükemmel. “neredeyse” kısmını yazının sonunda açacağım.

the bear; harika oyunculuklarla desteklenen teatral atmosferi, tekinsiz mizahı, olaylardan ziyade durumları ve hisleri öne çıkaran akışıyla yeni nesil bir dizi kültürünün habercisi. tabii ki bu yeni tarzın öncülü sayılabilecek başka bazı diziler de var. hemen akla özellikle son sezonuyla “master of none” geliyor. orada da diyalog ve mimiklerin başrolde olduğu bağımsız ve güçlü bir hikaye anlatıcılığı mevcuttu. fakat the bear travma, yas, hayal kırıklığı, özlem, kaygı, takıntı gibi insani durumları tabiri caizse ekran için şekerle kaplamadan ve dinamizmden hiç taviz vermeden sunabilmesiyle bambaşka bir boyuta sahip.

bir fx/hulu yapımı olan ve geçen hafta disney +’ta izleyiciyle buluşan the bear’in ilk sezonu (evet ikinci sezon da olacak) yarım saatlik 8 bölümden oluşuyor. her ne kadar tür “komedi – drama” olarak geçse de dizinin dram yönünün çok daha ağır bastığını söyleyebiliriz. normalde drama dizilerinin en az 45 dakikalık bölümler halinde gelmesine alışkın olan bünyeler için bu kısaltılmış süre hafiflik ve gerçeklik hissini yukarı taşıyor ve dizinin etki alanı genişliyor.


birkaç kelimeyle anlatmak gerekirse, dizi için “bir geri dönüş hikayesi” diyebiliriz

new york’ta dünyaca meşhur lüks bir fine-dining restorandaki şeflik görevinden alkolik kardeşi mikey’in intiharı sonrasında istifa eden carmen “carmy” berzatto, namı diğer ayı'nın, doğup büyüdüğü chicago’nun kenar mahallesine dönmesi ve kardeşinin sandviç dükkanını devralması konu ediliyor. dizinin çok büyük bir kısmı sandviç restoranının mutfağında geçiyor. bir iki flashback sahne haricinde pek görmediğimiz ama sürekli kendisinden bahsedildiğini duyduğumuz mikey’in dizideki tüm karakterler üzerinde çok önemli bir etkiye sahip olduğunu anlıyoruz. böylesine hayat dolu gözüken ve çevresine ilham veren bir karizmaya sahip birinin intiharının tüm dizi karakterleri tarafından son bölüme kadar sorgulandığını ve sindirilemediğini görüyoruz.

yemeğin ve onu hazırlamanın aslında ne anlama geldiği, mutfakta çalışmanın ne demek olduğu ve nasıl bir özveri istediği gibi çok çeşitli “gastronomik yanıtlar” dizi boyunca seyircinin ilgisini sıcak tutuyor. “yemek” dizide sadece yemek olarak ele alınmıyor, yaşamdaki birçok kayda değer anın başrolünde olmasıyla sürekli onurlandırılıyor. alana ilgisi olanlar için bu dizi hanesine önemli bir artı ama nihayetinde the bear’a restoran/şeflik dizisi demek çok sınırlandırıcı olurdu. yukarıda da anlatmaya çalıştığım gibi dizinin odağında büyük bir kayıpla baş etme, hayatı yeniden kurgulama/anlamlandırma ve dönüşüm var. hayatımızda yer tutan insanlarla ilişkilerimizi bazen rölantiye alıyoruz ve bu insanları kaybettiğimizde cevaplanamamış ama aslında hayatımızın tam da merkezinde duran birçok soruyla baş başa kalıyoruz. carmy bu kayıpla baş etmek için kendini atıl durumdaki restoranı bir düzene oturtmaya adıyor ama bu hiç kolay değil. zira düzene sokmak zorunda olduğu personelin neredeyse tamamı “kırık” insanlar.


burada parantez açarak oyunculukların hakkını teslim etmek gerekiyor

bu tarz bir diziyi kötü oyunculuklarla kotarmak mümkün olamazdı. nitekim istisnasız bütün oyuncular harika bir iş çıkarmış ve her karakter tek tek seyircinin aklında yer edecek kadar güçlü bir iz bırakıyor. carmy rolündeki jeremy allen white özellikle harika. son bölümdeki uzun monoloğu gerçekten çok etkileyici. dizinin neredeyse tamamı tek plan çekilen 7. bölümü de bence televizyon tarihine geçebilecek kalitede ve nitelikte.

son bölümün son 5 dakikasına kadar her şey harika giderken sezon maalesef dizinin yaratıcılığına ve farkına yakışmayacak kadar klişe bir sonla kapanıyor. diziyi “neredeyse” mükemmel yapan kısım da bu. her şeyin havada asılı kaldığı bir sona bile seyirci fazlasıyla razıyken düğümlerin böyle basitçe ve hızla çözülmesine gerçekten gerek yoktu. bu kusursuz olmayan sona rağmen the bear kendine has teatral anlatı tarzıyla, müthiş oyunculuklarıyla, dinamik çekimleriyle, özenli müzik tercihleriyle izlenmeyi sonuna kadar hak ediyor. satır aralarında göçmenlik, kentsel dönüşüm, suç kültürü gibi birçok güncel problematik sorun alanına dair yapılan atıflar dizinin çok katmanlılığına çok ciddi katkı sağlıyor. bir de dizi neredeyse hiçbir güzelleme yapmamasına rağmen izleyende chicago sokaklarında kaybolma isteği yaratıyor.

o zaman sufjan stevens’dan gelsin: "i fell in love again. all things go, all things go. drove to chicago. all things know, all things know..."

Sufjan Stevens - Chicago