Avrupa'nın Yozgat'ı Tabirini Hak Etmeyen Sevimli Orta Avrupa Şehri: Bratislava

Genellikle Budapeşte-Prag-Viyana turu yaparken rotaya dahil edilen ve kimilerince 'Avrupa'nın Yozgat'ı' şeklinde tabir edilen bu sevimli şehri biraz daha tanıyalım.
Avrupa'nın Yozgat'ı Tabirini Hak Etmeyen Sevimli Orta Avrupa Şehri: Bratislava
iStock

mesleğim nedeniyle tatillerimin zamanı belirli. çok fazla esnek olunamıyor, bunların dışına radikal bir şekilde çok fazla çıkamıyorum. bu nedenle, bilhassa kışın, sömestr tatillerinde de evde oturmak yerine, öyle ya da böyle, imkânlar elverdiği ölçüde bir yerlere gitmeyi tercih edenlerdenim. yine böyle önceden yapılmış bir planlama sonrası, kendimi şubatın başında bratislava sokaklarında buluyorum, elimde minik bavulumla…

rüzgâr insanın yüzüne vuruyor ama hava aşırı soğuk değil, kar hafiften atıştırıyor. yalnızca bir gece kalacağım ve vakit nakittir diyerek, alelacele bavulumu hostele, akabinde kendimi de bratislava sokaklarının kollarına bırakıyorum.

görülmesi gereken yerlerin başında gelen st. michaels gate’e son derece yakınım ve yürüyerek hemen buraya ulaşıyorum. hemen ardından, tepeye konuşlanmış bratislava kalesi'ne dikiyorum gözümü. kentteki ilk saatlerde edindiğim ilk izlenim şu şekilde; buraya, kentin ilkbahar-yaz aylarında, parlak yüzünü, canlı renklerini herkese bütün yüce gönüllülüğü ile eşsizce sergilediği zaman, mutlaka uğranması gerekir… kış, sadece, güzel bir tabloyu karanlıkta incelemeye çalışan birinin üzerinde bıraktığı tesir gibi, bir bulanıklık, yarım kalmışlık hissi veriyor.


bu kente en fazla 2-3 saat ayrılması gerektiği yönündeki yorumları acımasızca bulduğumu söylemeliyim. aldous huxley, muhteşem eseri algı kapılarında örnek bir olay anlatır: yazarın bir arkadaşının şizofren eşi, hastanede tedavi görmektedir. yazarın arkadaşı, eşini ziyarete gider ve ziyaretin bir yerinde şu an orada olmayan çocukları hakkında konuşmak ister. karısı, bir süre onu dinledikten sonra, o an gerçekten önemli olan tek şeyin, orada ve şu an olan biten olması gerektiğini belirtir ve eşinin dikkatini, kolunu salladığında yün ceketinin havada çizdiği harikulade şekillere yoğunlaştırmasını ister. huxley, aşinalığın küçük görmeyi doğurduğunu yazar ve şöyle der: "dış dünya, hayatımızın her sabahı uyandığımız, istesek de istemesek de hayatımızı kurmaya çalıştığımız yerdir. iç dünyada ise ne çalışma ne de tekdüzelik vardır."

bratislava kalesi’nin duvarlarının ihtişamlı görüntüsünün ve göz alıcı mimarinin aklınızı başından almasına izin verin demiyorum (ki bu da gayet mümkün aslında) ama bana öyle geliyor ki sırf kaleden şehre süzülen enfes manzarayı izlemek bile en azından yarım saatten daha fazlasını hak ediyor zaten. aynı şeyi belgrad’da kalemegdan’da ve budapeşte’de buda kalesinde de yaşamıştım. tepeden, kuşların süzülüşünü seyretmek, tüm şehri ayaklarının altında hissetmek ve bunu yaparken lapa lapa yağan karın manzarayı ufak dokunuşlarla beyaza boyaması…


bbc muhabiri stuart flinders, liverpool sokaklarında, 1967 yılında goodison park’ta everton ile oynanan derbi maçını hatırlayan birilerini bulabilmek ümidiyle bir tura çıkıyor ve yoldan geçen yaşlı bir amcayı çeviriyor.

bu maçı hatırlayıp hatırlamadığını sorduğunda aldığı cevap hakikaten çok enteresan. çünkü yaşlı amcanın ismi tommy lawrence. kendisi eski bir liverpool kalecisi. üstelik bu kaleyi 14 yıl boyunca korumuş ve hepsinden daha da önemlisi, sorulan maçta liverpool adına kaleyi koruyanın ta kendisi!

kısa ama çok samimi bir diyalog hakkında youtube’da bir kullanıcının yaptığı yorumsa gözümden kaçmadı, bence fazlasıyla dikkate değer, içten, naif, sıcacık: how can anyone dislike this video? i could watch it over 100 times and still put a smile on my face!

türkiye’nin rezil, kof, kaotik, insanı aptallaştıran, uyuşturan, ayrıştıran gündemi amacına her gün fazlasıyla ulaşıyor. istanbul’u felç eden son kar yağışı nedeniyle evine, karın başladığı o ilk gün, metrobüsle saatlerce süren bir eziyetten sonra varabilen milyonlardan biriydim ben de. isyan ettiğim de çok olmuştur, inkâr etmiyorum. ama ertesi gün, lapa lapa yağan karı evde camdan dışarıya bakarak seyrederken, günün anlam ve önemini de karşılayan muhteşem bir albüm imdadıma yetişti, beni kendime getirdi, yatıştırdı, aslıma, insanlığıma döndürdü: bugge wesseltoft’tan it’s snowing on my piano.

karanlığa küfredeceğinize bir mum yakın da, şu beş para etmez adamlardan, saçma sapan gündemden kurtarın yakanızı artık. bugüne kadar size ne kazandırdı çok merak ediyorum. kazandırdıklarını bilemiyorum ama buradan bakınca kaybettirdikleri çok açık. giderek kutuplaşan taraflardan bir yığının içinde, gözden kaybolmuşsunuz.

lütfen artık wilhelm reich’ı, gerçek bir büyüğün sözünü dinleyin:

"hemen her gün, her saat dıştan gelen bir baskının söz konusu olmadığı zamanlarda bile, seni ezen şeyin, senin dışındaki kaba bir kuvvet olmadığını, gerçekte senin ağır ruhsal hastalığın olduğunu görmeyi öğrendim. eğer içinde bir canlılık ve sağlıklı bir de ruh olsaydı, bu zorbalardan çok daha önceleri kurtulmuş olurdun. seni ezenler geçmiş zamanlarda toplumun üst tabakalarından gelirken, günümüzde senin kendi sınıfının içinden çıkıyorlar. onlar senden bile daha küçük adamlar, küçük adam. çünkü senin çaresizliğini bizzat yaşayarak öğrenip, sonra bu bilgiyi seni daha iyi ve daha çok ezmek için kullanmak, gerçekten bir hayli küçük olmayı gerektirir."

tabii lawrence’ın ve video altına o yorumu yapan arkadaşın surata konan bu gülümsemeyi nedenleriyle anlayabilecek ve o duyguyu yaşayacak kişi sayısı son derece sınırlı. başta da belirttiğim gibi, günümüzde giderek de azalıyor. bu da, aklıma gülten akın’ı getiriyor ister istemez: ah kimselerin vakti yok, durup ince şeyleri anlamaya…

bahsi geçen ropörtaj


Birtakım seyahat notları

bratislava... geçtiğimiz mayıs ayında 1 hafta geçirdiğim doğu avrupa kenti. evet, biz de eurotrip denen filmi izledik. ampul de orda yandı zaten. dedik madem bu kadar ucuz, neden gitmiyoruz.

öncelikle buraya en ucuz gitme şekli viyana üzerinden. viyana'ya vardıktan sonra otobüs veya tren gibi seçenekleriniz var. benim gerçekten fakir bir dönemime denk geldiği için burdan otobüsle selanik, selanik'ten ryanair sağolsun uçakla budapeşte, ordan da trenle bratislava'ya geçtim. ha yolda 24 saat harcadım o ayrı.

şehir ufak. o kadar ufak ki dördüncü gün yol tarif ediyorduk. kapsamlı bir şehir turu isterseniz 1 (yazıyla bir) gününüzü ayırmanız yeterli olacaktır. görülmesi gereken yerler; st. elisabeth kilisesi (mavi kilise olarak da biliniyor) st. martin katedrali, bratislava kalesi (burdan manzara izleyin, şehrin komünist etkisi altında kalan kısmı panaromik ayaklarınızın altında) st. micheal kapısı (bu geçidin tam ortasında yerde bir yuvarlak var, üstünde durup diğer avrupa şehirlerinin yönlerine bakıyorsunuz. istanbul da bunların içinde. ayrıca bu kapıdan girip solunuza baktığınız anda avrupa'nın en dar ikinci binasını görebilirsiniz) şehirde 4 tane komik heykel var; fotoğraf çeken paparazzi, lağımcı, bankta oturan insanların arkasından eğilen adam ve şapka çıkartan bir diğeri. hoş detaylar.


eğlence kısmına gelirsek iki kelime yeterli olacaktır; şaka gibi. marketlerde bir şişe absinth 4 ilâ 10 euro arasında. barlarda 50'lik bira 1,75 euro (artı/eksi 0,50 değişim gösterebilir) shotlar 2-4 euro arasında değişiyor. demänovka ve borovicka diye iki tane lokal içkileri var. shot formatında tüketiliyor. deneyin. the dubliner diye bir irish pub var, guiness ya da kilkenny bulmak isterseniz uğrayabilirsiniz, yemekleri de hoş. el diablo, el mañana diğer iş görecek barlar. gece klüplerinden hoşlanıyorsanız subclub, duplex veya trafo'yu deneyebilirsiniz.

kalacaksanız downtown backpacker's hostel iyi bir tercih. ressamlardan esinlenerek yapılmış konsept odaları var. oda duvarları resimlerle dolu, kapılarda da biyografiler yazıyor. barı ve mutfağı bir hostele göre çok iyi. zaten ilk gün hosteli ararken yol sorduğum bir adam "karımla arada yemeğe gideriz, çok güzel bir yerde kalıyorsun" demişti, hakikaten de öyleydi. sanki hostel değil 5 yıldızlı otel gibi hizmet görüyorsunuz. çalışanlarıyla da öyle böyle eğlenmedik, halen görüşüyoruz. nitekim genç, eğlenceli bir şehir. gidin görün.