Bir Sözlük Yazarından Ufuk Açıcı Yorumlarla Beraber En İyi Yönetmenler Listesi

Sözlük yazarı "hanging rock", kişisel en iyi yönetmenler listesini paylaşırken bir yandan da bu sinemacıların perspefktifini açıklayarak sinema sanatındaki yerlerini ve insanoğlunun yaşama serüvenini ele alış tarzlarının ne kadar çeşitlenebileceğini ortaya koyuyor.
Bir Sözlük Yazarından Ufuk Açıcı Yorumlarla Beraber En İyi Yönetmenler Listesi
Coen Kardeşler


5 sene sonra bu liste muhtemelen değişecek. o zamana dek buralarda olur muyuz ya da bu entry o zamana dek dayanır mı bilemem, ama 'şimdilik' kaydıyla en sevdiğim yönetmenleri aşağıda sıralıyorum.

(alfabetik)

1. ingmar bergman

Ingmar Bergman ve görüntü yönetmeni Sven Nykvist.

çok eski bir yazımda hakkında şöyle yazmışım:

albert camus 20. yüzyılı “korku çağı” biçiminde tarif etmişti. bergman da buna koşut olarak, genel olarak bütün yapıtlarında; bireyin kendisi, çevresindekiler ve tanrı ile olan ilişkileri, açmazları, yalnızlık duygusu, içe kapanma, varoluş kaygısı, aidiyet savaşı, ölüm, sahte ve gerçek benliğin çatışması, iletişimsizlik, sevgisizlik, günlük hayatın seyri içindeki nevrozlar, bölünmüşlük hissiyatı, bir yere ait olamama, sürgün edilmişlik duygusu, metafizik dayanakların olmaması gibi sinema için elzem olan evrensel konuları durmaksızın konu etmiştir.

nietzsche’nin tasvir ettiği nihilizm olgusu, pratikte tüm bergman filmografisinin temelinde yatan başat ögedir; yerle bir edilmişlik, beyin göçümü, arada kalma sendromu, yersizlik-yurtsuzluk, kişinin kendi benliğiyle baş başa kalması ve ona savaş açması, kendi olamama, kendini ‘öteki’nde seyretme, bellek sapmaları, bunalım, rol karmaşası, tecrit hali, hiçlik, evlilik sendromları, iyi-kötü çatışması, travmalar, karşıtlıklar, insanın kendini arayışı ve tanımlamaya çalışması… bunları aktarışına çoğu kez kötümserlik egemendir. bu devasa bölge, bu benzersiz külliyat, insan yüzleri ve tabiatlarının geçit resmi yaptığı bir laboratuvardır. insan ruhunun araştırıldığı, tanrı’nın varlığının sorgulandığı bergman laboratuvarı…

bergman’ın filmlerinde cinsiyet ve cinselliğin sunumu, zorbalık, yasak ilişki, eşcinsellik, akrabalarla yaşanan aşk ya da ilişkiler, çıplaklık, aslında aktörel bir vizyonun, felsefi bir perspektifin süzgecinden geçirilerek dışavurulur. tekrar tekrar rol verdiği bibi andersson, liv ullmann, ingrid thulin ve harriet andersson; bergman’ın, cinselliği, evliliği, anneliği aktarışında kendisine yardımcı olan en önemli kadın oyunculardır. incelikli gözlem yeteneğiyle bergman, derinlemesine bir araştırıcı olarak bir kadın yönetmenden de kuvvetli görüşaçısı ve yorumlama biçemiyle şu eski tanımlamayla “kadınların yegâne filmcisi” olarak addedilebilir. bergman, serbesti içinde yetişmiş, akıllı, cinselliğine düşkün kadınları da; ruhsal olarak tükenme raddesine dayanmış, nevrotik kadınları da ruhsal penceresinden gözlemlemeyi başarabilmiştir.

bergman’ın özgün ve mükemmel sinemasının etkisi andrei tarkovski, woody allen ve david lynch gibi usta yönetmenlerde hissedilir. tarkovski, özellikle yedinci mühür ve yaban çilekleri’nden etkilenmiştir. bergman ve tarkovski’nin birbirleriyle yazıştıkları, birbirlerine sevgi ve saygılarını belirttikleri bilinmektedir. söz gelimi bergman, tarkovski için şöyle demiştir: "onun filmlerini keşfettiğimde bu bir mucize gibiydi, birden kendimi hiçbir zaman anahtarını elde edemediğim bir kapının önünde buldum… benim her zaman girmek istediğim, onun ise çok kolaylıkla hareket ettiği bir odanın kapısı… benim için tarkovski gelmiş geçmiş en büyük yönetmendir." tarkovski de meşhur yapıtı mühürlenmiş zaman’da, bergman ve sineması hakkında oldukça lezzetli, ufuk açıcı değerlendirmelerde bulunmuştur.

2. nuri bilge ceylan

pörsümüş türk sinemasını aşmış bir entelektüel sinemacı örneği. son filmleri bir zamanlar anadolu'da ile kış uykusu günümüz türkiye'sinin esaslı birer özeti.

ilaveten, bir yönetmenin sürekli aynı filmi çektiği düşüncesi ilk bakışta inanılmaz gelebilir. ceylan’ın henüz kısa filmlerinden başlayarak kendi dilini kurma çabası içinde olduğu söylenebilir -ki bu, aynı filmi çekmekle ne kastettiğimi ucundan ima ediyor. herhangi bir konu, temalar zinciri veya kavramlar bütünü bir yönetmenin sinemasının rengi hakkında çok çeşitli ipuçları sunabilir. ceylan’ın sineması bağlamında meseleyi biraz açınca karşımızdaki manzara: yalnız insanlar, başladıkları noktaya dönen ya da iyice yalnızlaşan insanlar, iletişimsizlik, yabancılaşma, dil yitimi, anlamsızlık, boşluk, sessizlik, içe kapanış… modern uygarlığın rengi de aşağı yukarı budur. mevcut temaların izleri modern yazarların -franz kafka, james joyce, robert musil, virginia woolf, samuel beckett- çok-katmanlı yapıtlarında ve michelangelo antonioni, ıngmar bergman gibi modern sinemacıların filmlerinde de sürülebilir.

listeye alma gerekçem: türk sinemasını uluslararası alanda temsil etmesi. sinemasını yenilemesi ve temalarını zenginleştirmesi. hariçten gazel okuyan çapsızlara (bunların çoğu sadece iç piyasa için film çekebilen zavallı kıskanç yönetmenlerdir) kulaklarını tıkaması. saygın ödüllerin çoğunu kazanıp ülkesinin ismini duyurması.

3. charlie chaplin

övgülere doymuş bir sinemacıdır. aslında burda bahsettiğimiz isimlerin hepsi de övgüye ihtiyacı olmayan portreler.

kestirmeden, listeye alışımın gerekçesi: komedi ile toplumsal eleştiriyi özgün bir tarzda sentezlemesinden ibaret.

4. coen kardeşler

film tarzlarını ifade eden terim coenesk'tir. yanlış iş yapmaya eğilimli salaklar, birbirlerine yapışık ikiz gibi bağlı küçük insanlar, bütün planları suya düşen loser'lar coenesk dünyanın belli başlı figürleridir.

joel coen ve kardeşi ethan coen, küçük sıradan insanın dünyasına ve onların tuhaflıklarına yabancı olmadıklarını belirtirler. bu nedenle, en sevdikleri beş filmden biri mike nichols'ın yönettiği the fortune'dur. bu film coenesk'in erken bir özetidir. çünkü filmde planları suya düşen ve başladıkları noktaya geri dönen iki kafadarın serüvenleri anlatılır.

coenesk; aynı zamanda ölçüsüz bir şiddetin egemen olduğu postmodern bir dünyayı da anlatır. bu noktada fargo ile no country for old men anılabilir.

kara mizah, soğuk espriler, taşkın bir komedi anlayışı yine coenesk'in stilini işaret eder.

yeniden ve yeniden izlendikçe açılan, açıldıkça altmetinleri zenginleşen filmlere sahip bu iki kardeş çağdaş amerikan sinemasının iki bağımsız figürüdür.

5. francis ford coppola

hollywood rönesansı, yeni hollywood ya da amerikan yeni dalgası olarak da anılan, 60'lı ve 70'li yıllarda en verimli dönemlerini yaşayan yenilikçi amerikalı yönetmenleri sınıflandırmak için kullanılan ifadedir. arthur penn, stanley kubrick, robert altman, sam peckinpah gibi ustaların ardından martin scorsese, paul schrader, brian de palma, steven spielberg gibi yönetmenlerin 60'larda ve 70'lerde çektikleri kimi filmler özellikle janrların dönüştürülmesi bağlamında yenilikçi bir anlayış çerçevesinde değerlendirilmektedir. coppola da bu isimler arasındadır. bu liste içinde belki de en sıra dışı isimdir benim açımdan. sebebi ise godfather üçlemesine bakarak onu listeye dahil edişimdir. diğer filmlerini zerre önemsemiyorum. hatta çok sık izlediğim bir yönetmen de değildir. ama gel gör ki godfather üçlemesi onu çağdaş ustalar arasında anmak için yegane sebep.

belli bir döneme damgasını vurmuş, yığınla genç sinemacı da dahil olmak üzere çağdaşlarını da etkilemiştir. sonradan prodüktörlük de yaparak ilk godfather filmini çekerken yaşadığı baskıları genç meslektaşlarına yaşatmış, örneğin wim wenders'le arası bozulmuştur. bir dönem godard'ın dağıtımcı-ortaklarından olmuş, şarap üretimiyle daha da zenginleşmiştir.

6. sergei eisenstein

tarantino'nun deyişiyle "ilk gerçek yönetmendir ".

orson welles sahneye çıkana dek sinemaya egemen olan tekniklerin çoğunu yaratan, diyalektik kurguyu geliştirip vertov ve pudovkin'le birlikte çığır açan bir deha.

stalin'e boyun eğmek zorunda kalıp sessizliğini muhafaza etse de büyük filmler çekmeyi başarabilmiş, chaplin, hitchcock ve bunuel gibi yönetmenleri etkilemiştir.

kendisi ise bir dereceye kadar griffith'den etkilenmiştir. film gramerinin oluşmasındaki baş mimarlardan biridir.

7. jean luc godard

bande a part'da jenerikte adı "jean-luc 'cinema' godard" şeklinde geçer. ilk filminden son filmine değin vizyonunu koruyan kanımca sinema tarihindeki tek yönetmendir. birçok yönetmen zaman içinde değişse de o hep aynı kalmış, her defasında aynı filmi çekmiştir. deneysel arayışlarını sürdürmekteki inadından bugün bile vazgeçmemiştir.

fragmanter anlatı stili nietzsche'yi andırır. nietzsche nasıl felsefi geleneği altüst edip dinamitlediyse godard da filmleri aracılığıyla sinema geleneğini revize ederek ideolojik reflekslerin maskesini düşürmüştür.

özellikle meslektaşları üzerinde büyük bir iz bırakan serseri aşıklar ile çılgın pierrot kanonik filmleri arasındadır.

dünya çapında hakkında en fazla kritik yazılan yönetmendir. chaplin'i bile sollamıştır bu bakımdan. bergman ve herzog gibi avrupalı meslektaşları kendisinden nefret etse de bertolucci, pasolini, lynch, tarantino, inarritu, greenaway gibi yönetmenler ustalığını teslim etmiştir.

xavier dolan her filminde ustasına bir şekilde selam gönderir. çok genç yaşta ünlenen bu ilginç sima, günümüzde godard stilini sürdüren sinemacılar arasındadır.

ve ustanın bir sözü: "sinema var; o halde düşünüyorum."

8. alfred hitchcock

filmlerini tüketemediğim, defalarca izlememe rağmen bunu başaramadığım sinemacı. o öteden beri toplumsal bir vakıadır, dolayısıyla salt yönetmen kimliğinin de ötesine geçmiş biridir. dev stüdyo sistemi içindeki devasa kişilik.

citizen kane'in gölgesinde uyuyan çetrefilli vertigo magnum opus'udur ve nihayet gelmiş geçmiş en iyi film kabul edilerek hakkı teslim edilmiştir.

psycho'nun çokkatmanlılığı, basit bir romanın usta ellerde ne denli yön değiştirebileceğine dair kuvvetli bir timsaldir.

doppelgänger izleği, ambivalans, karşıtlıklardan yararlanma, suspense, mcguffin ve thriller sinemasının anahtar kavramları arasındadır. konvansiyonel sinema anlayışı içinde düzçizgisel yapıtlar çekmesine rağmen stili kesinlikle benzersizdir.

orijinal suspense (tereddüt) anlayışı clouzot, chabrol, argento, craven gibi farklı anlayışta çalışan yönetmenleri etkilemiştir. akademisyen kolker'in demesine bakılırsa alain resnais'nin ilk filmlerinde (özellikle muriel ve geçen yıl marienbad'da) de hitchcock etkisi görülmektedir.

fransız yeni dalgası sinemaya bulaşmadan önce onun hakkında seri yazılara ağırlık vererek avrupa sanat coğrafyasındaki ününün artmasına bir hayli katkıda bulunmuştur. rohmer ve chabrol onun hakkında ilk kitaplardan birini yazmış, katolizmin sinemasına vurduğu damgayı işaret ederek yeni bir eleştirel kanal açmışlardır. aynı cenahtan truffaut'nun kendisiyle yaptığı söyleşiler de hitchcock üzerine temel bilgi kaynaklarından biri haline gelmiştir.

9. stanley kubrick

kubrick'in film grameri şu noktalarda somutlaşıyor: biçimci bir üslup, sakin bir kamera, uzun stilistik kaydırmalar (travelling), çok az kesme (cut), yorgunluktan doğan oyuncu performanslarını görüntülemek için aşırı tekrar yaptırma.

birçokları kubrick'in mükemmelliyetçi olduğu için çok tekrar yaptırdığını düşünür. temel bir yanılgıdır bu. çünkü onun mükemmeliyetçiliği oyuncu yönetimiyle doğrudan ilişkili değildir. oyuncularını yıpratması, sahneleri defalarca çekmesi yorgunluktan doğan oyuncu performanslarını yakalamak içindir.

bununla birlikte, birçok söyleşisinde filmin nasıl çekileceğinin önemli olmadığını belirtme ihtiyacı hissetmiştir. onun için asıl önemli olan neyin çekileceğidir. işbu nedenden bol bol tekrar yaptırır. yakın-planın değerini bildiğinden yorgunluğa dayalı aşırı mimikler ve jestler, büyüyen gözbebekleri onun sinemasının vazgeçilmezidir. kubrick için göz hemen her şeydir. a clockwork orange'ın film afişini anımsayın. dr strangelove'daki nazi eskisinin siyah gözlüklerini (tipik bir maske) düşünün. eyes wide shut'taki maskelerin gerisinden kayda geçirilen gözleri düşünün. full metal jacket'taki sniper tarafından vurulan piyadenin gözlerini aklınıza getirin. paths of glory'deki kirk douglas'ın mevzide yürürkenki bakışlarını anımsayın. the shining'deki jack torrance'ın boşluğa bakan gözlerini ve oğlu danny'nin shining kabiliyetini ve gördüklerini anımsayın. ve 2001'deki başlı başına gözetleyen bir göz olan bilgisayar hal 9000'i düşünün! her şey berraklaşacaktır. örnekler çoğaltılabilir.

filmlerinin arasında uzun süreler olması yine aynı soruna işaret eder: çekilebilecek düzeyde iyi konular bulabilmek. askıya aldığı senaryoları (napoleon vb.) hariç.

kubrickyen ya da kubrickvari olan anti-hollywood'dur. orson welles ile max ophüls'ün kubrick tarzındaki devamıdır.

10. david lynch

postmodernizmin sinema kanadını başarıyla temsil ettiği için listeye aldığım yönetmen. hiçbir şartta stüdyolara boyun eğmeyişi, filmlerinin kurgusu hakkında söz sahibi oluşu, aktif senaryocu kimliği, genç sinemacıları destekleyişi, yanı sıra müzisyenliği, ressamlığı, aktivistliği ile orijinal bir auteur.

lynchville, lynch'in filmlerindeki tuhaf kasabaları anlatmak için kullanılan terimdir. lynch'in kasabaları iyi ile kötünün tam olarak birbirinden ayrılmadığı, dıştan bakıldığında masum, bozulmamış, kirlenmemiş izlenimi veren kasabalardır ve genellikle orta sınıfları gözlemler. bununla birlikte, kasabalara asıl ruhunu veren şey tekinsizliktir. blue velvet'teki kasaba risk dünyası ile bozulmamış masum bir dünyayı iç içe gösterir. aslında ikilik yoktur. iyi ve kötü bir aradadır, iç içedir. rutin yaşamda tandığımız biri katil olabilir. kamu huzurunu korumakla görevli bir polis memuru aslında uyuşturucu mafyasıyla bağlantı içinde olabilir. arka bahçenizde dolaşırken kesik bir kulakla karşılaşabilirsiniz!

lost highway'deki patlamaya hazır bir bombayı andıran taşra kasabası bir kaçış uzamıdır; ama kaçış iyi sonuçlar doğurmaz. burada aile içi iletişim sıfır noktasındadır. büyük şehirlerdeki gibi buraya da şiddet egemendir.

twin peaks esasen orta sınıf amerikalıları betimler. ensest, fahişelik, aşk üçgeni modern yaşamın ikiyüzlülükleri arasındadır. utanılan ve kaçınılan hep bir adım yakınımızdadır. kaçındığımız şeyin tam içindeyizdir. laura palmer gündüzleri öğrencidir, geceleri ise salaş barlarda dans edip fahişelik yapar. iki farklı kimlik çifte yaşamı, sözüm ona ikiyüzlü modern dünyayı işaret eder.

the straight story'de kasaba bütünüyle bilinçaltının metaforudur. bastırılan, geri dönmeye mahkumdur.

wild at heart'ta asi gençler kendilerinden ve çevrelerinden kaçmayı başaramazlar. kasaba saplanılan başat uzamdır. kasabanın dışında ve içinde şiddet kol gezmektedir. şiddet, insanın içindedir, götürdüğü her yerdedir.

lynchville; bakmadan edemediğimiz vahşi bir dünyayı görüntüler, bütün dehşetiyle. bu katabolik filmler anlatmaktan ziyade göstermesi ve ima etmesiyle sıra dışıdır.

yapıtlarının çoğu kült film klasifikasyonuna dahildir.

çeşitli matbu yayınlarda ve web sitelerinde filmlerini yazmaktan büyük bir zevk duyduğum yönetmenler arasındaki yeri her zaman ilk sıralardadır.

11. françois truffaut

"kendim için sinema yapıyorum' demek harika bir şey olurdu. ama böylesine bir narsizm kimsenin hakkı değil. her filmimde insanlara doğru koşuyorum, onlara verdiğim işaretleri anlayacaklarını ve bu sayede onların arasında kendi benzerimi, kardeşimi bulacağımı umarak."

diyen auteur. her defasında aynı filmi çeken, sürekli kendini anlatan bir yönetmen bile özel seyircisini arıyor. her zaman böyleydi.

godard gibi eleştirmenlikten sinemacılığa geçen, ama filmler hakkında yazmaktan geri kalmayan, sanat filmi ile ticari sinemayı sentezleyen özgün bir yönetmendir. otobiyografik 400 darbe ya da anti-melodram jules ve jim ustalığını ve film sanatınına olan hakimiyetini örneklemek için yeterli referanslardır.

12. orson welles

hollywood stüdyo sistemi içerisinde her zaman için istediklerini gerçekleştiremese de citizen kane örneği nasıl bir adamla karşı karşıya olduğumuzu anlamak için idealdir.

sinema vizyonu üstüne şöyle demiştir bir röportajda:

"(yönetim tarzımın) dünya görüşüme uygun olduğunu sanıyorum: evrenimizi meydana getiren o bir çeşit baş dönmesi, kararsızlık, dengesizliği hareket ile gerginlik karışımını yansıtıyor. ve sinema bunu anlatmalıdır. sinema bir sanat yapıtı olmak iddiasına sarıldığı anda, her şeyden önce bir film olmalıdır, yoksa biraz edebi herhangi bir anlatım aracının kalıntısı değil."

bahsettiği anlayışta çalışan isimlerin çoğunun kendi sinema dilini kurma çabası içindeki sinemacılar olduğu söylenebilir. edebi olanı dışlayan vizyonu ile welles bir görüntü esteti ve araştırıcısıdır. alman dışavurumculuğuna olan derin hayranlığı, alan derinliğine verdiği önem, film noir tarzında uzmanlaşması ve bir dereceye kadar ironiye yakın durması özgün stilinin belirleyici unsurları arasındadır.

geriye benzersiz bir noirography bırakmıştır.

fazla uzatmaya ne lüzum. godard onun hakkında şöyle der: "hepimiz her şeyi her zaman ona borçlu olacağız."

Akira Kurosawa

evet, burada sonlandırıyorum. ama söylemek gereksizse de ilave etmekte fayda var: bunuel, fellini ya da kurosawa'nın bu listede olmaması onları sevmediğim, önemsemediğim, kendilerine öncelik vermediğim anlamına gelmez. onları da bir başka bağlam içinde yazarız elbet. diğer yandan, bu konsepteki listeleri sözlükte çok daha iyi bir biçimde tasarlayıp yazanlar var zaten. yazacak çok isim varsa da bir yerde durmak lazımdı, yoksa isimlerin sonu gelmez.