Christopher Nolan, Filmlerindeki İlginç Konuları Nereden ve Nasıl Buluyor?

Nolan'ın filmlerinin temaları orijinal olmasa da ünlü yönetmenin onlara güzel şeyler kattığını söyleyebiliriz. Peki nasıl, nereden ilham alıyor bunu yaparken? İşte röportajlarından derlenen bir kesit.
Christopher Nolan, Filmlerindeki İlginç Konuları Nereden ve Nasıl Buluyor?

nolan'ın çocukluk arkadaşı olan roko belic'in california'da çektiği fotoğraf (chris ve eşi emma thomas), yıllar sonra inception'da bir sahneye ilham olacaktı.


the nolan variations'da anlatıldığı üzere, christopher nolan'ın inception filmine dair fikirleri seksenlere, haileybury yatılı okulundaki gençlik yıllarına uzanıyor. yurt odasındaki yatağında uzanırken walkman'inde dinlediği soundtrack'ler ile kafasında, müzik yoluyla gerçekleştirilen "rüya hırsızlığı" korku hikayesini yaratıyor. aynı hikayeye rüya paylaşımı, rüya içinde rüya senaryolarını yediriyor ve o günleri şöyle hatırlıyor: "a nightmare on elm street serisine çekilmiş, freddy'nin kabusları adında freddy krueger spin-off dizisi vardı. bir rüyadan diğerine geçilip duruluyordu. bana çok korkutucu gelmişti."

kafasında hikayeler yazmakla kalmayan nolan, rüya üzerine düşündüğü o dönemden birkaç yıl sonra ulc'de, arkadaşlarıyla yiyip içip eğlendiği gecelerin sonunda, lucid dreaming için kendince metodlar uygulayacaktı:

"parasını da peşin ödediğim için sabah saat dokuzdaki kahvaltıyı kaçırmak istemiyordum. bu yüzden alarmımı kuruyor, kahvaltıya çıkıyor ve sonra tekrar yatağa dönüp uyuyordum. rüyamda masada duran kitabın yanına gidiyor, kitabı açıyor ve yazılanları okuyabiliyordum. gayet mantıklı da geliyordu. bu kitabı yazdığım gibi aynı anda okuyordum da. bu çok harika bir şeydi. gördüğün rüyayı kurabilme, yaratabilme olasılığı fikri harikaydı. beni heyecanlandıran bir diğer şey ise zamanın bozulmasıydı. birkaç saniyelik sürebilen o an rüyanda çok daha uzun hissettirebiliyordu. bu, keşfetmenin yapı taşıydı.

bu durum yıllarca filmlerimi de kapsayarak devam etti. tüm filmi olmasa da, küçük bazı şeyleri rüyamda düşünüp, taşınıp, değiştiriyordum. bazen saçmasapan olsa da bazıları uyandığımda kullandığım şeylerdi. mesela the dark knight serisinin sonunu rüyamda görmüştüm, batman'in yerini başkasının alması fikrini. filmlerin rüyalarımızla açıklaması zor bir ilişkisi vardır. bazı şeyleri rüyalarınızda çözümlersiniz. hayatınızı normal bir şekilde yaşarken bununla ilgili bağlantılar kurmaya çalışırsınız. filmler de biraz böyle yaptırıyor bize. rüyanın işleyişi gibiler."

nolan, o dönemde, senelerdir kafasında kurguladığı, küçük küçük geliştirip eklemeler yaptığı inception hikayesine en çok ilhamı verecek jorge luis borges'un the circular ruins'unu okumuştu. ondan öncesinde aynı yazarın yine aynı ilhamı verecek olan the secret miracle'ını okumuştu.


the circular ruins'da hikaye doğu iran'ın kıyılarına vuran bir yabancıyla başlıyordu. ormanın ortasında, dairesel mimarisi olan bir tapınağa gelen adam bir bankta uykuya dalıyordu. adamı teşvik eden güdü imkansız değil fakat doğaüstüydü. bir adamı hayal etmek istiyordu. bir dakikalık hayalinin gerçekliğine hükmedeceği bir rüyayı.

rüyasındaki adam da bu sefer etrafı öğrencilerle dolu olduğu bir rüya görüyordu. iştahla öğrencilerine amfitiyatroda kozmoloji, anatomi ve büyü dersleri veriyordu.

ondört gece boyunca derin bir sevgiyle gördüğü rüyalarındaki bu hayalet karakterin kalp atışını bulmuştu. bir yıl içinde de adamın iskeletini, göz boşluklarını, saç rengini vs yaratmıştı. tanrıya bu karakteri gerçek kılması için dua ediyordu. gerçek olsun ki bana da öğretsin diye umut beslemeye başlamıştı. bunun için de gördüğü rüyaların süresini uzattı, daha çok rüya gördü. zaman sonra, hatalı başlayan bir çok denemenin ardından, yumruk büyüklüğündeki bir sırrı açığa çıkaracaktı; tüm bunları daha önce de yaptığı fikrine kapılmaya başlamıştı.

bulutlar bir araya geldi, tapınağı birden alev aldı. asırlardır olan bu durum kendini tekrar ediyordu. hakarete uğramış hislerle ve dehşetle fark etti ki kendisi de aslında başka birinin rüyasının ürünüydü.

nolan inception'da kıyıya vuran adam sahnesini ve o dairesel mekan fikrini bu hikayeden alıp beyaz perdeye aktaracaktı ancak rüya içinde rüya temasını çok daha önceleri, gençken, yurt odasında dinlediği soundtrack'ler eşliğinde benimsemişti.


bu konuda şunları söylüyor

"the circular ruins inception'a oldukça büyük bir ilham kaynağıydı. senelerce severek, özen göstererek kenara attığın fikirler zaman sonra, daha sofistike versiyonların ortaya çıkmasıyla şekillenebilmekte ve sana yeni fikirler de kazandırabilmektedir. bu bağlamda rüya içinde rüya fikri bende, borges okumadan da çok önce vardı. fakat the circular ruins çok canlı bir hikaye olduğu için çok sık açar, tekrar tekrar okurdum. borges hikayelerini okurken sizde de öncesinde benzer fikirler varsa yazarla ve hikayesiyle özdeşleşmeniz daha kolay olur. aksi halde sadece bir hikaye okumuş olursunuz. herhangi bir etkisi olmaz."

filmin chris için en büyük zorluğu başından beri şuydu: seyirciyi 'ah, bunların hepsi meğerse rüyaymış' şeklinde hayıflandırmadan, rüya sekanslarını gerçek gibi gösterebilmek.

"can sıkıcı zorluk buydu. hayal dünyası fikrini, seyircinin filmi izleme deneyimini irrite etmeden nasıl anlatırsın? esas nokta buydu. rüyaların filmdeki anlatımları özü gereği problematiktir. buna dair living in oblivion filminde güzel bir çizgi yakalamışlar. filmde cüce bir karakter var. steve buscemi'ye göründüğünde steve'in karakteri 'cüceleri hayal bile etmiyorum ki, neler oluyor?' diyor.

gerçek dünyada kabul görecek sanal bir deneyim yaşatmaya dair the matrix bana güçlü bir ilham kaynağıydı. bu zor bir görevdi. gerçek dünyadaki her şeyin bir sonraki rüya katmanından daha az ya da daha çok geçerli olduğunu nasıl aktarabilirdim?"

peki çözümü neydi chris'in? izleyiciyi hileye dahil etmek. "rüya gören karakter bunu fark edip uyanabilecek mi?" şeklinde düşündürmek. sürecin başlangıcını nolan şöyle anlatıyor:

"herkesin yapamayacağı şeyleri yapacak bir ekip bir araya gelir...

bir soygun filminde ana karakter olayların merkezindedir. bu birçok yapımcı ve yönetmen için analojiktir. inception'da analojileri düşünürken (teknoloji ne olacak, bilimkurgusal öğeler neler olacak vs) kendimi film yapma deneyimlerimin cazibesine kaptırdım. çünkü bildiğim tek dil budur.

e tamam o zaman. bir ekip toplarsın, mekan seçimine gidersin, oyuncu seçersin vs... inception'ı farklı kılan ise bu süreci birkaç adım öteye taşımak zorunda kalmamızdı. bir dünya inşa etmekle, bir anlatım inşa etmekle ve çok özel bir yapım tasarlama ile uğraşmak zorundaydık.

ocean's eleven'da kapalı devre tv kullanarak gerçekliğin bir versiyonunu yaratmışlardı. fakat biz bunu gerçekte yapabilecek durumdaydık. işte şu sahne ekibi tanıtacak, görev şu, ekip şöyle toplanacak vs...ben daha çok korku filmi çekiyor gibi düşünüyordum fakat sonradan film daha bir aksiyon ve espiyonaj filmi haline gelmişti. filmin sonunda leo'nun ekip arkadaşlarına bakıp başıyla selam verdiği sahne var. ocean's eleven'da da bunu yapmışlardı. bunu mutlaka kullanmalıydık çünkü fikrin özü 'seyirciyi filme nasıl dahil edersin' idi."

nolan, filmin duygusunu hissettirebilmek için rüya alemine inen yolculuğun aynı zamanda cobb'ın geçmişine bir yolculuk olması gerektiğini biliyordu. senaryonun ilk hali daha bir film noir havadaydı. daha fazla ihanetler vardı ve cobb'ın eşinin ölümüne sebep olmasının verdiği suçluluk daha yoğundu.

"hikayeyi ilk yazdığımda hiç çocuğum yoktu. daha doğrusu yazmaya çalıştığımda. çünkü bir türlü bitiremiyordum. seksen sayfa falan yazabilmiştim. üçüncü perdenin başlarında tıkanıp kalmıştım. ve bu tıkanıklık senelerce sürdü. neticede hikaye hiçbir yere varamamıştı."

the dark knight'ın çekildiği dönemde eşi emma, dördüncü çocuğuna hamileydi. nolan bu çok uzun süren çekimlerde daha önce hiç fark etmediği bir şeyi güçlü bir şekilde fark etmişti: ailesinden ayrı geçirdiği vakit.

"ailem filmin çekim sürecinde sıklıkla yakınımdaydı fakat o ara emma, magnus'a hamileydi. son iki ay, filmi bitirmek için ingiltere'ye dönmüştüm fakat ailem amerika'da kalmak zorundaydı. magnus'un doğumuna gidebilmiştim ancak sonrasında hemen ingiltere'ye dönmek zorundaydım. orada iki ayımı geçirdim. bugüne kadar sanırım, onlardan en çok uzak kaldığım süreydi.

bu işi ailecek yaptığımızda daha eğlenceli olduğunu düşündüğümü hatırlıyorum. bu yüzden işimizi aile işi düzeyinde yürütüyoruz. yine de bu ikisinin dengesini kurmayı öğreniyorduk. sanırım inception'daki bazı öğeler bu deneyimimizden geliyordu. cobb'un çocuklarıyla telefonda konuştuğu sahne, çocukların kumsaldaki sahnesi..."

the dark knight gişeleri yıkıp geçiyorken nolan ailesini florida'nın batı yakasındaki anna maria adasına sahile götürdü. anna maria sahilleri pudra beyazlığıyla, kuvars gibi kumuyla ünlüdür. o gün, oğulları rory ve oliver'ın kumdan kale yaptıklarını görünce nolan'ın kafasında bir görüntü belirdi. florida'dan geri döndüklerinde hemen masasına yöneldi, çekmecesini açtı ve 2002'den beri terk ettiği senaryosunu eline aldı. tekrar okurken, bu sefer olacak, diye düşündü:

"o zamanki hikayede mal karakteri çok farklıydı. the maltese falcon'daki gibi, daha bir profesyonel iş arkadaşı karakteriydi. ne değiştiğini hatırlamıyorum ama emma'ya dönüp, hayır, mal aslında onun eşiydi dediğimi hatırlıyorum. tabi ya! hemen sonrasında hikayeyi oradan devam ettirerek bitirdim. hikaye sonunda işe yarar hale gelmişti çünkü bir anda hikayenin duygusal yönünü anlayabilmiştim. duygusal anlamda hikayeyi nasıl bitireceğimi bilmiyordum. sanırım bunun için büyümem gerekiyordu."

inception bu sebeple, nolan'ın yaratıcı otobiyografisi niteliği taşır

fikir ilk etapta nolan onaltı yaşındayken doğar. üniversite yıllarında beslenir, büyür. hollywood'a geldiğinde detaylanır ve the dark knight'ın başarısıyla birlikte film haline gelir. inception, yaratıcısının hayatının her önemli dönüm noktasını içerir; okul çocuğu, üniversiteli genç, hollywood acemisi, başarı öyküsü, babalık...ezra pound'un bentlerinin şair ile birlikte olgunlaşması ya da david webb peoples'ın unforgiven hikayesinin clint eastwood'un masasının çekmecesinde yönetmen hazır olana dek beklemesi gibi. viski gibi yıllanmak...

nolan:

"leo (dicaprio) senaryoya baya dahildi. cobb'ın ölü eşi mal ile ilgili katkılarda bulundu. leo filmin duygusal yönlerine daha çok ilgiliydi ve bunu geliştirmek istedi. bu yüzden baya tekrardan yazdığım yerler oldu. ben daha yüzeysel bir proje yaratmıştım (yüzeysel belki abartı olur çünkü filmdeki bütün önemli noktalar hikayede zaten mevcuttu) fakat yine de tür odaklı olmasına uğraşıyordum.

leo beni daha karakter ve ilişki odaklı olmam için cesaretlendirdi. yazmadı fakat senaryo üzerinden birçok fikir üretebildi. yardımcı yönetmenim nilo otero'ya bu konuyu danıştığımı hatırıyorum. duygusal soygun filmleri var mıydı? çünkü soygun filmi özünde duygusal olmayan bir janra. o da kubrick'in the killing'ini düşünmemi önerdi. o da film noir olduğu kadar bir soygun filmiydi. fakat diğer örneklerinden biraz daha duygusaldı. bu beni biraz cesaretlendirdi ama yine de daha önce belki de kimsenin yapmadığı bir şey yapacağız, umarım işe yarar şeklinde düşünüyordum."


nolan, mal ve cobb'ın birlikte yaşlanması fikrini dicaprio'dan almıştı

"bu kesinlikle leo'nun katkısıydı. büyük bir fark yaratmıştı. zorlu bir süreçti. aylarca tekrar yazmam gerekti çünkü leo çok talepkardı. fakat süreç gayet verimli geçti. bence leo filmi daha rezonant bir hale geitrdi."

limbo, filmdeki diğer tüm dizayn öğeleri arasında yaratması en karmaşık ve zor olanıydı. uzun zamandır birlikte çalıştığı yapım tasarımcısı nathan crowley disney'in john carter projesinde çalışıyordu. nolan onun yerine ingiliz tasarımcı guy dyas ile çalışmaya karar verdi. ikili nolan'ın garajında dört hafta boyunca kafa patlattı. sonunda, frank lloyd wright'ı, bauhaus'ı, gropius'un neo-brutalism'ini, le corbusier'in haşmetli, fark edilmemiş modern şehir vizyonunu içeren, 20. yy. mimarisini 18 metrelik çizimlerle bir makine gibi işleyen şehir yarattılar. neticede filmin en şaşırtıcı dizaynı ortaya çıkmıştı: cobb ve eşinin limbo'da yarattığı şehir. bitmek bilmeyen, göğe yükselen gökdelenler, zaman geçtikçe eskimiş yapılar...filmin zaman içindeki evrimine gayet uyuyordu.

nolan şehrin cobb'ın bilinçaltını temsil etmesini istiyordu. en uzaktaki köşelerin, binaların, bir zamanlar güzel olan fakat şimdi buzulllar gibi denize dökülen...mimari dev buzulların ikiye ayrılıp suda sürüklenmesi gibi. bu, kağıt üzerinde mükemmel bir fikirdi. fakat ekranda nasıl görünecekti?

filmde mombasa'da geçen kovalamaca sahnesinin çekildiği fas şehri tangier'de, havalimanından eski şehire araba sürerken, terk edilmiş binaların olduğu bir meydana denk geldiler. bu onlara bir fikir oldu. özel efekt süpervizörü paul franklin şöyle anlatıyor:

"chris tanınabilir bir şey olsun istiyordu. biz de bir fikir ürettik: bir buzulu al, içine binalar yerleştir."

üç aylık bir çalışmadan sonra bu garip, mutant şehri yarattılar. uzaktan uçurum gibi görünüyordu. yakınlaştıkça binalar ve yollar olduğunu görebiliyordunuz. şehri laptop'ta inceleyen nolan: "eh, bu daha önce hiç görmediğimiz bir şeye benziyor" şeklinde tepki vermişti. sonuçta limbo'nun bitimi için dokuz ay uğraşmışlardı.

marion cotillard filme dahil olunca, nolan edith piaf'ın non je ne regrette rien parçasını rüyadan uyandırma şarkısı olarak kullanmaktan vazgeçecekti (cotillard la vie en rose'da bu şarkıyı söylemişti) fakat hans zimmer şarkının kullanılması için nolan'ı ikna etti.

nolan:

"filmin müzikal olarak neye ihtiyacı olduğunu bilmiyordum fakat birleştirici bir özelliği olacağı kesindi. seneler önce, bu şarkıya odaklanmıştım fakat şarkının hakları için ödeme yapılması gerekiyordu. o yüzden filmi çekmeye başlamadan önce bu meseleyi ele almalıydık. çünkü farklı bir şarkı kullanmak istemiyordum. bu muhabbeti yaptığımız sırada bütçeyle ilgili endişelerimiz vardı ve paris'teki çekimleri iptal etmeyi düşünüyordum. belki londra olabilirdi, zaten çekimleri yaptığımız yerlerden biriydi. fakat hans beni ikna etti: 'hayır, şarkının filmde özel bir yeri var. film şarkıyla bir şekilde ilintili.'

müzikal anlamda ben de öyle olduğunu düşünmüştüm. birlikte çalıştığın yakınına güvenmek önemlidir. şarkı ve film arasında bir bağlantı kurmuştu ve bunu açıklamak zorunda bile değildi."

süreç her zamanki gibi işleyecekti. chris hans'a herhangi bir sahne göstermeyecek, yalnızca senaryoyu okutacaktı. hans arada stüdyoya uğrayacak, oyuncuları izleyecek, tasarımlara göz atacak fakat filmin edit aşamasına dahil olmayacaktı:

"daha önce çalıştığımız besteler arasında detayların aksine fikirler üzerine odaklanmıştık. bu yüzden hans'a neyin ne olması gerektiğini hiç söylemedim. daha çok zaman ve rüya kavramları üzerinde durduk. yaptıklarımız arasında en popüler olanıydı."

the dark knight elektronik müzik ile donatılmıştı. fakat inception ile zimmer david bowie'nin low albümüne, robert fripp ve eno'nun müzikal birlikteliğine, nicolas roeg'in insignificance'ına ve terrence malick'in the thin red line için yazdığı bestelere yönelmişti.

chris hans'ı aradı. hans telefonda, filmin sonuna eklenen time parçasını dinletti. şarkı ortamın havasını değiştirmişti. nolan "en iyi parça" diye tepki verdi. hans chris'e, "sence bu çok mu soyuttu?" diye sordu. nolan tekar dinlemek istedi fakat bu sefer sadece yaylıları duymak istiyordu. böylece şarkıdaki melodiyi yakalayabilecekti. "benden bu kadar" dedi, telefonda hans. "fakat burdan sonra neler olacak bilemiyorum" diye ekledi. telefon konuşması bittikten az sonra nolan, editörü lee smith'e "bugüne kadar duyduğum en güzel şeylerden biri" diyecekti.

hızlı treniyle, neo-brutalist mimarisiyle inception pürüzsüz bir modernizme sahiptir fakat yaratıcı kökeni çok daha kadim hissettirir. filmdeki rüyaların freud/sürrealist dönemi parıltısı ya da bulanıklığı yok. aksine m.c. escher ya da thomas de quincey'nin afyonlu rüyalarının sert berraklığı var.

peki viktoryenler rüyalar hakkında ne düşünürdü? freud'dan önce baskın teori rüyaların tedaicilik (çağrışımcılık) olduğuydu. david hartley, observations on man kitabında, rüya sırasında hayalgücü hayalperestin mantığını yenerek canavarlaşır der. rüya bir çeşit sırrın açığa çıkması arzusu değil, aksine bir kaçış kurgusudur.

rüyalar viktoryenlere göre neyse nolan'a göre de oydu: kaçış

memento ve inception'ın kahramanları kendilerini fantazi dünyasında kaybederler. fakat bu gerçekliğin tatmin edici olmamasından ötürü değil; kendi gerçekliklerinin çekilmez olmasından ötürüdür. filmin sonunda da bu vurgulandığında seyirci bir coşkuyu yaşamaktadır.

bu bağlamda filmin freudian olmadığına inanan bazı eleştirmenler bir konuda haklıydı. psikanalizin babası mimari keskinlik, "bilinçaltına yolculuk" ve "dileklerin gerçekleşmesi" yaklaşımı olan inception'da kendi öğretilerini muhtemelen bulamazdı. film freudian hatta post-freudian bile değil; aksine pre-freudian'dır.


freud'un hikaye anlatıcılığına olan etkileri üzerine nolan şöyle düşünüyor

"filmdeki asansörle cobb'ın zihninin farklı katlarını inip çıktığı sahneyi çektiğimizde freud ilhamını gözardı etmemiz mümkün değildi. freud'un hikayeleri ele alışımıza olan etkisi çok büyük ve bundan sıyrılmak oldukça zor. yazım sürecinde bundan olabildiğince kaçınmaya çalışmıştım.

howard hughes hikayesini yazdığımda da bu dürtüye direndim. bu noktada yapımcılarla münakaşa noktasına varmıştık çünkü onlar hikayede freudian arkaplanı istiyorlardı. freud'u kolejde edebiyat üzerinden incelemiştim. detektif öykülerinin altın çağının freud'un ve psikiyatrinin popüler olduğu döneme denk gelmiş olması ilginçtir. edebi bağlamda ikisi de çok benzerdir.

wilkie collins'in the moonstone'unu okursanız, aslında kitabın rüya tabirleri olmadığnı görürsünüz. eserle psikoloji, deneyim, hafıza ve detektif hikayesi arasında bir ilişki vardır. ben açıkçası çok yakın bir zamanda okudum. o yüzden inception üzerinde pek bir etkisi yoktu. fakat kitabın adını dunkirk'te bir tekneye verdim.

eğer kitabı ilk dedektif öykü örneği olarak kabul ederseniz, modern detektiflik öykülerini de yapısal olarak parçaladığını fark edersiniz. ve bu bana çok büyüleyici gelir. bu bağlamda suç romanları üzerinde çalışanlar için kitap küçük düşürücüdür çünkü hikaye başından beri ters yüz edilmiş ve tüm kuralları ve standartları eğip bükmüştür. muhteşem bir kitaptır. muhteşem!"

nolan the moonstone'u interstellar'ı bitirdikten sonra okumuştu. o halde inception muhabbetiyle ne alakası olabilirdi? inception'ın yaratıcı gen havuzunun viktoryenlere uzadığını görmek pek de zor değildir. neticede hikaye aşağı yukarı 19. yy'da, neoklasik avluları, latince duaları ve soğuk duşlarıyla haileybury'nin viktoryen mahmurluğunda tasarlanmıştı. freddy'nin kabusları, pink floyd the wall ve escher'in baskı resimleriyle soğurulmuştu. escher'in eserleri trigonometrinin hayatın içinde olması kadar gerçekçiydi. fakat escher bunu inkar ediyordu: "benim işlerimin gerçeklikle hiçbir alakası yok. psikolojiyle de."

sıkıldığı, derslerden kaldığı, diploma alamadığı okul yıllarını "cehennem hayatı" olarak tanımlıyordu. merdivenlerini ve bitmek bilmeyen canavar koridorlarını savaş-sonrası işlerinde çizdiği okulu...

inception da bir bakıma nolan'ın yatılı okulu haileybury'nin neoklasik mimarisiyle aynı şeyi yapıyordu. özellikle yusuf'un kimyasallar sattığı eczanenin alçak tavanlı, sade ışıklı, uykucuların metal çerçeveli yataklarında uyuduğu bodrum katıyla. bu kesinlikle nolan'ın haileybury'deki tekrarlanan mimarili yurdunu temsil ediyordu.

nolan bu benzerlikle ilgili şöyle düşünüyor

"oldukça benzerler evet, yanlış değilsin. yıllarca metal çerçeveli yataklarımız oldu ve bu kesinlikle aklımda dolanan bir görüntüydü. baya yaygın yataklardı. haliyle filmdeki o kolonyel sonrası dünyaya gayet uymuştu. o yatakları kullanmak bilinçli olarak yaptığım bir şey değildi. sadece estetik olarak bana doğru gelmişti.

haliyle yurtların tekrarlanan şekilleri (aynı tip yataklar, aynı koridorlar vs) ile eczane bodrumu arasında kurduğun ilişki kabul edilebilir. fakat müziğin hayal dünyasından kaçış aracı olması kesinlikle bilinçaltısaldı. filmlerin olayı da budur. kolej yıllarımda edebi analizi güçlü olan öğrencilerden öğrendiğim şey, filmcilerin genelde bilinçdışı çalıştıklarıydı.

kısa filmler çektiğimde bazı sembollere ve görüntülere eğilim gösteriyordum; saatler, iskambil kağıtları vs. çünkü bunların belli bir çekimleri vardı. yıllardır öğrendiğim bir diğer şey ise yönetmenlerin sezgisel ve bilinçsiz çalıştığıydı. interstellar'daki beşinci boyut (tesseract) da büyük ihtimalle bu tekrarlanan mimari fikrinden geliyordu. çünkü her oda diğerinden az farkla bir ünitedir. ünitelerin, modellerin ve çok katlılığın üniteleri fikri bütün filmlerimde vardır: interstellar'daki yatak odası tünellerinde, inception'daki ilkel şekillerde, yaşadıkları farklı evlerde ve evlerin zamanla değişimlerinde. ayrıca asansördeki tekrarlanan aynalar tünelinde. bunu filmlerime farklı şekillerde yedirmeye çalıştım."

filmin son sahnesinde cobb los angeles'daki evine döner ve totemini masada dönderir. totemin durup durmayacağını beklerken çocuklarının sesiyle dikkati dağılır ve hemen onlara doğru yönelir. totem sendelemeye başlar sonra kendini tekrar düzeltir ve ekran kararır. nolan'ın filmin sonuyla ilgili yaklaşımı şöyledir:

"film tam yerinde biter. herkes sonunu farklı yorumlar. editörüm lee smith ile sahneyi kesmeye çalışırken, kare kare bir ileri bir geri alıp durduk. doğru kareyi yakalamak epey zamanımızı aldı. kareyi totemin o yalpalamasının dinamikleri açısından çok özenli seçtik.

internette fizikçilerin o sahneyi totemin hareketlerini irdeleyerek çözümlemeye çalıştığını hatırlıyorum. dönüyor, dönüyor ve düzelmeye başlıyor fakat fırıldakların bir olayı da biraz sendeledikten sonra tekrar düzelebiliyor olmalarıdır. o sahneyi biraz daha uzun çekmiştik, sonradan yine sendeliyordu. belki de filmlerimin buna benzer şekilde bitmesinin sebebi filme çok fazla yüklenmemeye çalışmaktır. zaman sonra bir noktada durup 'tamam, işimizi bitirdik' demek zorundasınızdır."