Çocukluğumuzda Bayılarak Yediğimiz O Günlerden Akıllarda Kalan Tatlar

Küçük bir nostalji turuna çıkıyoruz, Sözlük yazarları çocukluktan akıllarında kalan tatları paylaşmış. Aralarında artık üretilmeyen tatlar da var maalesef...

ortaokul yılları, hafta sonları ya da okul olmadığı günler dedemle pazarlara giderdim. dedem çorapçıdır; çorap, mendil, başörtü, havlu falan satardı. güneş doğmadan, kuşluk vakti uyanıp yola çıkardık komşu kasabaya.

sabah altı, altı buçuk gibi tezgahı kurardık, o buz gibi kış günlerinde demirler adamın etini dağlar. yazarken dahi içim ürperdi. niye bu kadar erken kalktığımızı ve sabahın köründe tezgah açtığımızı anlayamadım bir türlü; muhtemel kasabaya erken gelen köylüler içindi. çünkü köyden gelenler alışverişini bir an önce yapıp köye çiftçilik işlerine geri dönerdi. neyse tezgahı kurduktan sonra henüz daha malları dizmeden, dedem gel bir çorba içelim karnımızı doyuralım derdi. hayatımda o kadar lezzetli çorba içtiğimi hatırlamıyorum. tavuk suyu ya da piliç, bol limonlu. küçük çorbacının camları içerideki sıcaktan buğulanırdı, soğuktan ürpermiş bedenim, soğuktan donmuş gözlüklerim buğulanırdı. küçük yumuk ellerim çorba soğusun için kaşığı demir tasa daldırıp çıkarırken pembeleşir, içimi hak edilmiş bir huzur kaplardı...

yine ortaokul yılları, yedinci sınıftayım ve bir şeyler kazanmak için dershaneye gidiyoruz. ne kazanacağımdan, ne olmak istediğimden, bir şey kazanırsam orada ne yapacağımdan haberim yok. ama beni dershaneye çeken iki şey var; uzunköprü’den gelen aslı ve kantinci saim abinin yaptığı tost. aslıyı konu özelinde sittiredersek, tost param kalsın diye ataride jeton bile almıyor öyle milleti izliyordum. böyle bir tost olamaz, yarım ekmeğin içinde iki tarafa da sürülmüş anne salçası, edirne kaşarı ve gerçek sucuk. o sanayi tipi makinada basılmış kağıt inceliğinde bir sanat eseri. yanında da tıpalı şişede ev yapımı ayran...

köyde hasat zamanı oldukça renkli olurdu. kış günü en çok elli altmış kişi olan köy, yazın oldukça kalabalıklaşır. şose yolunda sigara içerek yürüyen genç delikanlılar, kahve önünde tahta sandalyelerde muhabbet ederek namaz saatini bekleyen yaşlılar, bahçede toprak fırında ekmek yapan kadınlar... ekinler biçildikten sonra römork köy evinin bahçesine çekilir ve ertesi yıl tohumluk kullanılacak buğday çuvallara konup ardiyeye istiflenirdi. hatırlıyorum dedem on, on bir yaşlarında römorkun tepesinden sırtıma çuvalı indirir ve ben yere kapaklanırdım. sonrasında babama veryansın ederdi dedem, bu çocuğa ekmek yedirmiyor musunuz diye. deneysel bir yöntemle bir çocuğun hangi ağırlığı kaldıracağı ve iş gücünün ne kadar olduğu böylece tespit edilmiş oluyordu. her neyse o hengamede üstün başın toz olmuş, ekinden bulaşan yapışkan böcekler, terli bir pislik kaplamış suratını, dedem işin bitmesine yakın beni yanına çağırır ve: git bakkaldan büyük sarı gazoz al derdi. babam, dedem, ben, yeğenler, annem, amcam yorgun ve mutlu, gülerek buz gibi sarı gazozu içerdik. güzeldi.

tam çekirdek bir memur ailesiydik; ben, babam ve annem. babam milli eğitimde memur, annem çalışmıyordu. haliyle sabah kahvaltıları da öyle ahım şahım bir şey olmazdı. zeytin, peynir, köyden gelen salça, kaynamış yumurta falan, sucuktur salamdır lüks şeyler onlar. ama kışları sobanın üstünde kaynayan demliğin yanındaki telin üstünde ekmek kızarırdı, babam çok yanmış yerlerini bıçakla kazıyıp anneme uzatır, annem de üzerine sana yağı sürüp bana verirdi. şimdilerde moda oldu türk insanı pilavı bile ekmekle yer, ekmek yemeden doymaz geyikleri. ama o sobanın üstünde kızarmış ekmek nasıl yenmez abi. ayrıca bu avrupalıların yediği yok danıt, kuruvasan, madlen bilmem ne bunlar da ekmek işte, yalnızca isimleri daha fiyakalı bence.

lise birin yazı, çanakkale’de kayalıklarda oturuyoruz kadir’le. kadir yine karşılıksızca birini seviyor galiba, ben kadınları anlamaya çalışıyorum nafile. biraz midye almışız oturuyoruz, ben şarap içiyorum kadirse kola içiyor bir de sigara. boş boş konuşuyoruz, volkmenden kargo dinliyoruz sanırım. talay kırmızı şarabı götürüyorum inceden, başım dönüyor kadir sigara uzatıyor; samsun 216. hayatımda içtiğim ilk sigara, hayatımda içtiğim en güzel sigara. bir daha hiç bir sigaradan öyle bir keyif alamadım. bazen buz gibi bir kış gününde meyhaneden çıkarken yüzüme vuran o soğuk poyrazda gülümsüyorum, niye bilmiyorum mutlu oluyorum yalpalarken, o içtiğim ilk sigara aklıma geliyor.

daha da yazmak istiyorum o aklımda yer eden çocukluk tatlarını ama şimdilik sıkıldım. belki mevlütte yediğim zerdaliyi de eklerim. tüm bunlar nostaljik bir ajitasyon gibi gözükebilir ama neyse ne biliyim belki de öyledir. hadi iyi geceler.

fındık ve karamelli ülker peki

çocukluktan akılda kalan ilk tat balık yağı malesef. içimi ağır, damakta kalan o kokulu tat güne damgasını vurur, ne yapsan kaybolmaz.


ikinci tat mozaik pastadır. yıllardır çocukluğumda yediğim mozaik pastaların tadını andırana bile rastlamadım. annem asla mozaik pasta yemezdi, ilk oturduğumuz evin tuvalet taşlarına benzediğini söyler ve nefret ederdi. bunu bilir istemezdim yapmasını, o da hiç yapmadı zaten.

iStock.com

(bkz: çokomel)
bi de düzleştrilen ambalajı vardı tabi

(bkz: leblebi tozu) tartışmasız.
bir zeytin deposu vardı bizim sokakta. çoğu zaman kapalıydı ve önündeki merdivenler biz mahalleli çocukların karargahıydı. sokağın başındaki bakkaldan - bak şimdi hatırladım. bakkal hacı amcanındı ama çoğunlukla oğlu erdal abi dururdu. (bkz: erdal bakkal)- küçük şeffaf poşetlere sarılmış leblebi tozlarını alır bu merdivenlerde toplanırdık. pipetlerle leblebi tozunu yerdik. hızlı çekip öksürürdük, ağzımızı doldurup "yusufçuk" derdik falan. çocukluk güzel şeydi be kardeşim.

iki bisküvi arası lokumdur.

o lokum dişlerinize yapışır, gıcır gıcır ederken ağzınızda parçaladığınız bisküvi ile yapışıklığı gidermeye çalışırsınız. 

üçgen poşette satılan kolonya ya da diğer adıyla kolonya küpleri

bilmeyenler için görsel

yo hayır hayır, manyak değilim, alkolik, sarhoş, ispirtocu vs. hiç değilim. ama ne bileyim lan bunun tadı hoşuma giderdi.

yıl 1991-1992, ilkokul 1. sınıftayım o zaman.(yaşımız da açığa çıktı ya neyse) alırdık okul yolundaki mahalle bakkalından* yolda herkes eline, yüzüne, birbirine falan sıkardı. ben ağzıma atardım. millet şaşırırdı. öyle acı da değildi.

evet, yıllar sonra şişe kolonyalardan ufak 1-2 damla denedim aynı tadı vermedi. sanırım üreticiler de benim gibi manyakların olacağını düşünmüş ve o kolonyayı olması gerekene göre daha sulu yapmışlar*

şimdi düşünüyorum da sanırım manyakmışım ve ben olsam ben de şaşırırdım.

tüplü çokokrem. sanki diğer çikolatalardan farklıydı.

(bkz: meybuz)

annelerden gizli alınır, sokağın bilinmeyen köşelerinde itina ile tüketilir. evde fanta ya da kola ile yapılan buzlar bunun tadını vermezdi asla.


(bkz: sulugöz)

 ekşi - acı güzelim sakız. surat buruşturması bonus.
daha aklıma neler geliyor, paylaşıldıkça çoğalırmış güzellikler. ah çocukluk!

elbette cino 


ve katkat tat.

(bkz: trophy gofret)


(bkz: tombi)


(bkz: tang)


(bkz: eti portakallı bisküvi)


(bkz: yumiyum)


(bkz: salçalı ekmek)


(bkz: şekerli ekmek)