Çocukluğundan Bu Yana Taciz ve Şiddete Maruz Kalmış Birinin Ağzından: Türkiye'de Kadın Olmak

Sözlük yazarı ''demons eyeliner'', Türkiye'de kadın olmanın ne demek olduğunu çarpıcı bir şekilde anlatmış.
Çocukluğundan Bu Yana Taciz ve Şiddete Maruz Kalmış Birinin Ağzından: Türkiye'de Kadın Olmak
iStock.com

yaklaşık 6-7 yaşlarında kapımızın önünde arkadaşlarımla oyun oynarken yanımıza bir “amca” geldi. uzun boylu, bıyıklı, beyaz gömlekli. neden bilmiyorum ama bu ayrıntılar kalmış kafamda. elimdeki barbie bebeği alıp, evirip çevirip “ne güzel bebek bu” dedi. sonra oğlunun hasta olduğunu ve bebeklerle oynamayı çok sevdiğini söyleyerek elimden tutup beni apartmanın içine, sonra da kömürlüğe doğru çekmeye başladı. “gel ona götüreyim seni” dedi. “bizim apartman lan orası, hem ben seni niye hiç görmedim daha önce?” diyemedim. ayrıca kömürlükte mi oturuyorsun sen birader? karşındaki büyük adam tabi, o yüzden büyük ihtimalle o haklı. sonra bebeğin elbiselerini çıkarıp başparmağını bebeğin göğüslerinde gezdirerek “ne güzel dimi, sen de böyle olacaksın büyüyünce” dedi. 

niye kaçmadım? çünkü bebek adamın elindeydi. 

çok mu kıymetliydi bebek, o kadar mı seviyordum? hayır. yemişim bebeğini.
ama annem bebeği göremeyince nerede olduğunu soracaktı. ne diyecektim? bir daha dışarı çıkmama izin vermeyebilirdi. bir bok yiyip apartmana girmişim artık. suç bendeydi. o yaşta kendimden büyük herkese itaat etmek üzere programlanmışım zaten. demek o yaştan içten içe anlamışım böyle durumlarda kurbanın cezalandırıldığını. ama rol kesme yeteneğim o zamandan geliştiği ve o yaşta bile bir sürü rehine temalı film izlediğim için adama bakıp gülümsedim. “senden hiç şüphelenmedim dostum, kesin gelicem seninle, rahat ol” dercesine tüm sıcaklığımla baktım adama. ben gülümseyince adam bir gevşedi. ben de o gevşeklikten istifade bebeği alıp topuklarım götüme vura vura kaçtım. 

birkaç saat sonra sokağımıza geri döndüm. apartmanın kapısının önünde birilerinin içeri girmesini bekledim. ama giren kişinin dördüncü kattan yukarı çıkması gerekiyordu. çünkü biz dördüncü katta oturuyorduk. hadi diyelim biriyle girdim içeri, komşu gitti ikinci katta kapısını açtı, evine girdi. ya adam üçüncü katta bekliyorsa beni? o kadar gerizekalı değilmişim demek ki bunları filan düşünmüşüm. altı yaşında çocuğa bunları düşündürtmüşsün “amca”. bravo sana. ortadan kaybolduğum ve eve geç gittiğim için azarımı yiyerek abimle paylaştığımız odamıza girdim. bir abime bakıyorum, bir kapıya bakıyorum, bir elimdeki bebeğe bakıyorum. içimdeki huzursuzluğu hissettirmiş olacağım ki abim ne olduğunu sordu. 

anlattım, çünkü sonuçta abim benden. bizim takımdan. azarlayanlardan değil azar yiyenlerden. abim ciddi ciddi çok üzüldü. hiii! filan bile demiş olabilir. “bir daha böyle bir şey olursa hemen bahadır abilere koş, gelip ağzını burnunu kırarlar,” dedi. “kırarlar mı gerçekten?” dedim. “tabi kızım niye kırmasınlar?” dedi. “bana kızmazlar mı?” dedim. “sana niye kızsınlar salak?” dedi. pratik adam, helal olsun. hala da öyledir. ağız burun kırarak çözemeyeceği sorun yoktur. bahadır abi de bizim apartmanın hemen çaprazındaki kırtasiyenin sahibi. gerçekten abi sıfatını dibine kadar hak eden bir insan. mahalle çocuklarının/gençlerinin dükkanına gelip muhabbet etmesine, avni/hıbır filan okumasına, “kaset çekmesine” izin veren tatlı mı tatlı bir abimiz. 

neyse, bir daha aynı şeyin olmasına ihtimal var mı allah aşkına? olma mı? adam birkaç sene sonra bir daha geldi. üç sene filan geçmiş aradan ama adamı görür görmez tanıdım. bilmiyorum inanır mısınız ama yine aynı numarayı çekti. fakat bu sefer barbie bebeklerle değil, yandaki camcının çöpe attığı cam kırıklarıyla oynuyoruz. gözünü sevdiğimin seksenleri (ya da doksanları)! sokakta cam kırıklarıyla oynayabildiğimiz dönemler. adam benim oğlum da çok sever bunları filan diye mevzuya girdi. bahadır abiye gitmedim. sadece arkadaşlarımı toplayıp “benimle gelin, soru sormayın,” dedim ve uzaklaştım.

sonraları aklıma geldi. bu adam bunca yıl yakalanmadan başkalarının canını yaktı mı acaba? büyük ihtimalle yaktı. büyük ihtimalle ona gülümsemeyi akıl edemeyen bir çocuk oldu. bu yazıyı okuyan biri, bu adamın yaktığı canların hesabını ona değil, onu ihbar etmeyi akıl edememiş küçük bir çocuğa ya da kızını güven duygusuyla yetiştirmek isteyen ebeveynlere sorabilir. kafamız öyle çalışıyor çünkü. “oha manyağa bak,” demeden önce, “salak mısın kızım, niye söylemedin?” demek daha akla yatkın geliyor. manyaklığa alışkınız çünkü. ama salaklığa tahammülümüz yok.

sonuç itibariyle hayatımda hatırladığım ilk “neredeyse tecavüze uğruyordum” hikayem bu. ben de dahil tanıdığım her kadının en az 3-4 tane böyle hikayesi var. benden daha şanslıları ve benden daha şanssızları olmak üzere ikiye ayrılıyorlar.

***

ilkokula yeni başladığım yıllarda okuldan eve yürürken (yaklaşık 200 metrelik bir mesafe), tipinden gayet amca veyahut dayı olduğu anlaşılan, “kızım bu senin uzaktan hısmın” deseler hiç çekinmeden ellerini öpeceğim kalıpta birkaç adamın sesini duydum. şu anda duysam büyük ihtimalle pek sallamayacağım, fakat o yaşta kendimi taşla ezmek istememe neden olan pornografik bir şey söyledi bu amcalar bana. yaşım daha iki haneli rakamlara ulaşmamış bak. olaya bak.

sokağın ortasında beni sikmek istediğini cayır cayır bağırarak söyleyen insanlar olduğunu öğrenişimin ve etraftan bunu duyanların kılını bile kıpırdatmadığına ilk şahit oluşumun hikayesi de bu.

***

ilkokul beşinci sınıftayken hafta sonları dershaneye gidiyordum. bu arada küçük ve modern bir şehirde büyüdüğüm için ebeveyn denetimi olmadan, bacak kadarken bile elimi kolu sallaya sallaya gezebileceğim bir ortamda yetiştim. o yüzden yol iz biliyorum yani. herkes herkesi tanıyor, şehrin bir ucundan bir ucuna yarım saatte yürüyebiliyorsun, vs. öyle bir yer. yol üzerinde bir cami var. şehrin en büyük camisi. o yüzden de adı yeni cami. yeni camisi olmayan şehri dövüyorlar sanırım. yalnız bu caminin müthiş bir özelliği vardı. yola bakan kısmındaki duvarda şehrin ne kadar iti kopuğu varsa dizilir, karıya kıza bakarlardı. bu ‘karıya kıza bakarlardı’ kısmını o gün öğrendim gerçi. ondan önce ‘caminin önü kalabalık oluyor’ olarak biliyordum. buradan geçerken bir anda götümün ellendiğini fark ettim. o anda neler hissettiğimi sanırım kelimelerle anlatamayacağım. götümü, o güne kadar sadece annemin ve babamın yıkadığı, abimin de ara sıra tekme attığı bir organ olarak tanıyordum. bunun ötesinde bir ilişkimiz yoktu. o gün ilişkimiz yeni bir boyut kazandı ve ben bedenimden utanmayı öğrendim. arkama döndüğümde bir canavar görmeyi umuyordum ama gördüğüm kişi sınıf arkadaşımdı. hem de sınıfta hemen arkamda oturan sınıf arkadaşım. o da şaşırmış olacak ki bir anda elini çekip gülümseyerek “aa naber?” dedi. oo yiğenim bu ne tesadüf? “kusura bakma ya, senin götün olduğunu bilseydim…” anlamına geldiğini düşündüğüm bir bakış atarak yanımdan hızla uzaklaştı. ben de ilkokuldan mezun olana kadar bu arkadaşa götümü dönerek oturmak zorunda kaldım. sonuçta tanışıyorlar.

işte ilk “götümü avuçladılar” hikayem de bu oldu.

***

abimin kıyafetlerini giyerek ve üniversite yıllarına gelene kadar “kız gibi” diye tabir edilen kıyafetlerden sakınarak büyüdüm. sonuçta bıyıklarım vardı. kimi kandırıyordum. yani bu bilinçli bir karar mıydı tam emin değilim. çok geç yaşa kadar sokakta oyun oynadım. ben iki apartman arasına ip gerip voleybol oynarken, sınıf arkadaşlarım pizzacının önünde “oğlanlarla konuşuyordu”. annem benim çocuk kalmamdan hoşnuttu ama yine de “azıcık kız gibi” olmam konusunda ısrarcıydı. dolabımdaki en dar kıyafet bana üç beden büyüktü. bunun birinci nedeni sokakta oynarken bana rahatlık sağlaması, ikinci ve bence gerçek nedeni uzun bir sopayı andıran sırık gibi bedenim için yetişkin ve çocuk reyonlarında kıyafet bulamıyor oluşumuzdu. kıyafetlerin (tişört + pantolon) boyunun üzerime olması için birkaç beden büyük almam gerekirdi hep. sonra ortaokul ikide filan bir gün annemin ısrarıyla boyu boyuma uygun bir pantolonu alıp terziye götürüp daralttırdık. üstüne de güzel bir kazak aldık. giydim ben bunları. sonra annem genç kızlığından kalma güzel bir ceket verdi bana. 

ne güzel oldu benim kızım diye sarıldı. saçımı filan açtırdı sonra. ulan ne biçim mutlu olmuştu kadın. canım benim. yani bence de güzel durmuştu ama utandım öyle dışarı çıkmaya. nedense tanıdık birinin bana bakıp “oha mala bak, güzel olmaya çalışmış” deyip güleceğini düşündüm. aşağılık kompleksime sokayım. neyse ben bunları giyip annemle “şuraya kadar gidip gelmeyi” kabul ettim. kendimi sosyal deney gibi hissediyordum. apartman kapısından çıktık ve sanırım 50 metre filan yürüdük. annemin elime tutuşturduğu, amacını şu an hatırlamadığım iki torbayı taşıyarak başım önümde yürüyordum. ellerim dolu yani. sonra iki tane “kardeş”, kendine hayrı olmayan tortor bir motosikletle üzerimize doğru gelmeye başladı. laf atacaklar dedim. ona alışkınım. ne de olsa ortaokula giden ve memesi olan bir insanım artık. bunu çoktan hayatın bir gerçeği olarak kabullenmişim. sonra bu evel knievel kılıklı “kardeşlerden” arkadaki elini uzatıp, benim ceketin içine sokup, göğsümü canımı acıtacak kadar sıkıp geçti. bak bak bak! akrobasiye bak! bunu kesin daha önce yapmış çünkü bunun öyle denedim tuttu denilecek bir tarafı yok. üstüne çalışmış, alıştırma yapmış, hazırlamış kendini. istikrarlı bir şekilde gününün belirli bir saatini buna ayırmış, kendine bir antrenman arkadaşı bulmuş, eye of the tiger eşliğinde training montajı yapmış ve bu iki kişilik ekibin başına geçmiş. annem bana “bunlar seni yıldırmasın” der gibi baktı. ağlamamaya çalışarak henüz kat etmiş olduğum 50 metreyi tıpış tıpış geri yürüyerek eve girdim ve o kıyafetleri bir daha asla giymedim.

bir aile ferdimin önünde ilk tacize uğrayışım da böyle oldu. ayrıca bugün bile “rahat edemeyip eve dönüp üstümü değiştirdim” olayını yaşıyorum sık sık.

***

ortaokulda bize almanca kisvesi altında acayip bir ders vermeye başladılar. yani almanca demeye dilim varmıyor. dört dönem almanca gördüm, şu an ona kadar say desen sayamam. yok lan sayarım… öğretmen kıtlığı mı vardı neydi artık bilemiyorum, bize almanca öğretmeni yerine “almanca bilen bir adam” verdiler. yani kağıt üstünde eminim öğretmen olarak geçiyordu ama ‘ba beyli bala bula’nın almanca versiyonu gibi bir yöntemi vardı bu adamın. bu adam gayet rastgele bir şekilde, kafasına göre çoğu kız olan bir sürü öğrenciye “size zayıf verdim ama üzülmeyin, final sınavı yapacağım,” dedi. final ne lan? o zamana kadar bildiğim iki tane final var: şampiyonlar ligi finali ve bir kelime bir işlem finali. bu ‘final’ sınavı sırasında ben önümdeki kağıda boş boş bakarken yanıma eğilip “bilemedin mi kız?” dedi. “okuyorum hocam,” dedim. nasıl denk getirdi bilmiyorum ama mememi dürterek “kay az yana” dedi ve yanıma oturup elini bacağıma koydu. ben burada bu adamın adını söylesem en az 20 kadından “oha bizim sapık almancacı” lafını duyarım bak. o kadar meşhurdu bu adam ve bir okulda öğretmendi. sonra elini bacağımdan ayırmadan bana soruların cevaplarını söylemeye başladı. gözlerim doldu, kağıdı görememeye başladım. ellerim zaten olmuş jöle. yazamıyorum. kafamı kaldıramıyorum ağladığımı görünce kızar diye. sonra aldı kalemi birkaç şey yazdı. yanağımdan bir makas alıp göz kırparak uzaklaştı. 60 aldım o sınavdan.

emanet edildiğim bir “büyüğümün” tacizine ilk uğrayışım böyle oldu.

***

orta sondayken sınıf yönetimi zayıf bir öğretmenimiz vardı. muammer hoca. iyi bir insan, iyi bir hocaydı. dünyanın en büyük hatasını yapıp okuduğu yazılı kağıtlarını bize dağıtarak “hatalarımızdan ders almamızı” istediğini, böylece kendimizi geliştirebileceğimizi söyledi. hey yavrum hey. gelin de idealist bir hoca nasıl suistimal edilirmiş görün. kafamıza sıçayım, ne nankör çocuklarmışız. neyse. sanki önceden anlaşmışız gibi organize olduk. beş on kişilik bir grup hocanın masasının etrafına çullanacak ve hocayı soru yağmuruna tutarak oyalayacak, sınıfın geri kalanı hocanın not kırdığı cevapları düzeltecek, sonra düzelttiği kağıtları “hocam bunu yanlış kırmışsınız” diye masaya götürecek, bu böyle dönüşümlü olarak devam edecekti. sıra benim içinde bulunduğum beş on kişilik gruba geldiğinde, ben de hocanın masasına abandım. sonra götüm (yine götüm yine götüm) alışkın olmadığı bir cisimle tanıştı. arkamdan kulağıma doğru gelen bir nefes ve tanıdık bir ses duydum. sesin sahibinin adını zikretmeyelim, kamil diyelim. 

facebook’tan takip ettiğim kadarıyla evli barklı, yeni baba olmuş birisi. sesin içeriği “hocam sekizinci soru niye öyle” ayarında bir şeydi. fakat götümdeki cismin hem yabancı olması, hem de kamil’e ait olması nedeniyle durumun ne olduğundan tam anlamıyla emin olamadım. kukum pırlantadan olmadığı ve ortaokulda kimsenin bana ölüp bitmediğini bildiğimden kamil’e bunu konduramadım. o yüzden de “napıyosun lan?” diyemedim. “kamil’in benim götümle ne işi olur anasını satıyım?” diye düşünmekten kendimi alamadım. bedenimin tacize uğrayacak kadar değerli olmadığını düşündüm. “aman senin götüne de çok meraklıydık,” derler diye korktum. kafaya bak. sonra artık dayanamayıp kalabalığın içinden sıyrıldım ve son bir kez emin olmak için kamil’e döndüm. o da bana dönüp pis pis sırıtarak “sıcacıktı valla” deyip kanındaki arkadaşıyla birlikte bir öküz kahkahası patlattı.

ilk “bana dayadılar ama emin olamadım” hikayem de böyle cereyan etti. ne acıdır ki bu olayın çok benzeri yirmili yaşlarımdayken birkaç kez daha başıma geldi. yine bir şey diyemedim anasını satıyım. “ya öyle değilse? ya ben yanlış anlamışsam?” diye sorup durdum kendime. fakat bugün “kalp kırmak mı, yarrak yemek mi?” derseniz, tavrım çok başka olur tabi.

***

liseden mezun olduk. okul zaten bitmiş ama diplomaların hazırlanması bir ay filan sürmüş. iki arkadaşım ve ben temmuz ayının sıcağında okula gidiyoruz. karşımızdan bisikletli bir “abi” geliyor. fark ettiyseniz bunlar hep amca, abi, kardeş ve arkadaş. orospu çocuğu lafını henüz öğrenmemişim. bu abi yavaşlayarak bisikletin direksiyonunu bize doğru kırdı. biz de hala dünyanın güzel bir yer olduğunu zannettiğimizden “yol soracak herhalde” diye gülümseyerek abiye baktık. abi o sırada fermuarını indirdi ve içindeki tüm muhteviyatı adeta konuklarını sofraya davet eden bir ev sahibi edasıyla sunarak bize şu cümleyi kurdu: “yiceniz mi kızlar?” ege’de büyümemiş, dolayısıyla ‘yiceniz mi’nin anlamını bilmeyen arkadaşlar için açıklıyayım. ‘yiceniz mi’ burada ‘buyurmaz mısınız’ veya ‘almaz mıydınız’ anlamında kullanılıyor. cümle içinde kullanalım: “badılcan doldurdum, yiceniz mi?”

işte kanlı canlı ilk penis görüşümün hikayesi de bu.

***

üniversite ikinci sınıftayken, evin yakınındaki tramvay durağında oturmuş bekliyorum. tonton bir teyze gelip bana adres sordu. benden bir durak önce inmesi lazım. anlattım, hatta “benle bin, ben senle iner yürürüm” dedim. nolcak lan, bir durak. tatlı tatlı konuştuk teyzeyle. gelinine gidiyormuş, onu filan anlattı. hayırsızmış gelini. torununu göstermiyormuş, vs. henüz bu ülkenin sillesini yememişim gibi pırıl pırıl bir güler yüzle dinledim teyzeyi. sonra tramvay durağa yaklaşırken ayağa kalktım teyzeye yardım etmek için. ben ayağa kalkınca teyze bana bakıp cin görmüş gibi irkildi. şemsiyesini tişörtümün bitip kemerimin başladığı dört santimlik aralığa daldırarak “bu ne gız?” dedi. dedim göbek. kendisi de bana tane tane ne kadar orospu olduğumu anlattı. annem için de benzer duygulara sahip olduğunu vurgulayarak konuşmasını bitirdi.

bu, hayatımın en önemli kilometre taşlarından biri oldu ve benim için yepyeni ufuklar açtı. annemin gün arkadaşlarımın mememi sıkarak “kız bunlar büyümüş” demesini saymazsak ilk defa bir hemcinsimin bariz tacizine uğramıştım. ayrıca hayatımda ilk defa bana laf atan birine cevap vermiştim.

***

okul bitti ve ben çalışmaya başladım. bu türkiye’de kadın olmak mevhumu artık beni inceden inceye sarsmaya başladı. tahammülüm kalmamış. kendime hakim olamamaya başladım. her yaş grubundan ve her cinsiyetten insanla benzer deneyimler yaşadığım için artık kimsenin gözünün yaşına bakmadan dalıyorum. yolda biri gak dese saldırıcam üstüne. bir sabah işe giderken discman’imin pili bitti. discman diyorum. yılını siz hesap edin. pil almak için bir bakkala girdim. çıkarken bakkalın kapısında elinde şemsiyeyle duran bir adam, “merhaba yavrum nereye gidiyosun?” dedi. lan olum saat 7 ya! yedi! ne ara uyandın da, ne ara organlarına kan gitti? napıyosun bu saatte dışarıda? sırf bunun için saatini 6’ya mı kurdun? şehrin turbo hızına yetişemeyince, ihtiyaçlarını işe giderken yolunun üstünde gördüğün kadınlarla mı gidermeye kadar verdin? nedir? bunların hiçbirini demedim ama kibarca “ebenin amına gidiyorum” dedim. tam “vay be, lafı ne güzel koydum” diye düşünürken, adamın kekeleyerek adımı söylediğini duydum.

bana taciz şakası yapmaya çalışan arkadaşıma ilk ve son kez küfredişim de böyle cereyan etti.

(arada güzel şeyler de oluyor lan, çok şey yapmayın)

***

sonra pırlanta gibi bir adam bulup evlendim ben. eşim böyle olaylara artık birinci elden şahit olmaya başladı. ama bende sular durulmuyor. sinir küpüyüm. ben anlattıkça yavaş yavaş eşimin yüzünde “ya tamam feminizm, kadın hakları eyvallah da artık kafa sikiyosun” ifadesi belirmeye başladı. bir de şöyle bir şey fark ettim. bizi seven erkekler bunları sürekli duymaktan sıkılmıyor belki ama bunların onlara her gün hatırlatılması zemberek gibi kurulmalarına neden oluyor. çünkü böyle şeyleri duyunca “bizimle paylaştığı için arkadaşımızı alkışlıyoruz” diyerek sadece dinlemek, sarılıp “yanındayım” demek üzere yetiştirilmedi bu adamlar. bir şey yapmak zorundalar. engel olmak, cezalandırmak, bir şekilde aksiyona geçmek zorunda hissediyorlar kendilerini. yapamayınca da bize kızıyorlar. onların işi de zor lan. cidden anlıyorum. çaresiz hissediyorlar kendilerini.

bunun üzerine ben de hayatımın bu vazgeçilmez gerçeğini kendi içimde yaşamaya kadar verdim. ama yavaştan da tırsıyorum, artık eskisi kadar cevap vermiyorum atılan laflara filan.

bir gün limon lazım oldu. üşengeçlikten eşimin paltosunu sırtıma geçirip bakkala gitmek üzere tam kapının önüne çıktım ki önümden bir hayvan arabası geçti. hayvanın biri kullanıyor yani arabayı bağırta bağırta. o kadar paltonun altından kadın olduğumu nasıl anladı bilmiyorum ama önümden geçerken camdan sarkıp pipili memeli bir şeyler söyledi. nasılsa duymayacağını bildiğim için bir şey söylemedim ama elimi kaldırarak bir hasbinallah hareketi yaptım. cem yılmaz’ın “ne alakası var ya” hareketi gibi bir şey. vay sen misin onu yapan? adam arabanın frenini cayır cayır öttürerek 20 metre ötemde durdu. el frenini öyle bir çekti ki büyük ihtimal elinde kaldı fren. kapıyı açıp hızlı adımlarla t-1000 gibi üzerime yürüdü. gırtlağımdan tutup beni duvara çarptı bir güzel. kaşındığımı, bir an önce evlenmem gerektiğini, yarak istiyorsam kendisinin bu konuda bana yardım edebileceğini özetleyen şık bir kompozisyon sundu bana. sonra da “yatırıp sikeyim mi seni şimdi burada?” diye makul bir soru sordu. sanırım retorik bir soruydu çünkü elini boğazımdan gevşetmemişti henüz. “yok abi sağol” diyemedim. yaklaşık beş saniye durduk öyle. mahalle kültürü diyorsunuz ya? öyle bir yerde oturuyordum işte. bakkal, manav, komşuluk öldü mü, bilmem ne. o beş saniyelik duraklama anında etrafıma bakmayı akıl ettim. camlarda bizi izleyen yaklaşık bir 10 kişi var. yarısını tanıyorum. limon almaya gideceğim bakkal kapıdan bizi izliyor. kendisi hacı. kimse gıkını çıkarmıyor. adam beni kaldırıp kaldırıp tekrar vurdu duvara. bakıyorum. yok. hala bakıyorlar öyle. adam elektriğini bir güzel attıktan sonra o güzel arabasına binip gitti.

durum değerlendirmesi yaptım. eve gideyim desem elimde limon yok. eşim “limon almaya çıkmamış mıydın?” derse ne diycem? dayanamam anlatırım. o da sinirlenir, adamı bulmaya çalışır. bulabilirse kan çıkar. bulamazsa “sen de ne cevap veriyosun adama ya?” gibi öküzce bir şey söyler, bana ağzını kırdırır. ev olmaz. kafamı kaldırıp camdakilere “kitlelerin suskunluğu” temalı küçük bir tirat atsam? yüz yüze bakıyoruz gerek yok. zaten ağzımı açsam ağlarım. yürüyeyim biraz açılırım desem? dizlerim titriyor, altıma sıçmak üzereyim. o da olmaz.

sonuç itibariyle bakkala gittim ben. limon aldım hacı bakkaldan. camlardan beni izleyen gözler eşliğinde elimde limonla kös kös eve geri döndüm. kendimi banyoya kilitleyip aşağı yukarı yarım saat ağladım. bir hafta boyunca evin önünden çöp arabası geçse yerimden zıpladım.

sanırım bu, hayatımda ilk defa böyle şeylerin kimsenin sikinde olmadığını, yapayalnız olduğumu, bunun hep böyle süreceğini, direnmenin faydasız olduğunu doldu dolu idrak ettiğim, yani pes ettiğim an oldu.

***

bunlar taciz günlüğümün birkaç satır başından ibaret. istanbul’un bir ucundan bir ucuna takip edildiğim de oldu, polise sığındığımda gecenin o saatinde dışarıda ne işim var diye kışkışlandığım da oldu. toplu taşımayı ve taksileri hiç anlatmıyorum. bir de eşimin dostumun başına gelenleri anlatsam internet biter. öğrenci evimizin camından girmeye çalışan mahalle delikanlıları, masanın altından suratımıza bakarak kendini sıvazlayan yetmişlik dedeler filan, parmak masajı yaptıktan sonra “anlatsan kimse inanmaz ki” diyerek sırıtan doktorlar, “kirayı dert etmeyin kızlar, çaresi bulunur” diyen ev sahipleri. bence bu yazıyı bile otuz bir çekerek okuyan birileri vardır mutlaka.

nedense buraya bir not düşmek istiyorum. ben güzel bir kadın değilim. olayın bununla bir ilgisi yok. güzel olmaya, gösterişli giyinmeye, yani “aranmaya” gerek yok. bikini giyerken de tacize uğradım, eşofman giyerken de.

bir de bunlar sadece taciz kısmı. müdürü olduğum halde “sen kızsın bu işleri sen daha iyi yaparsın” diye sorumlu olduğu sekretarya işlerini bana kakalamaya çalışan ofis çalışanları, imam nikahını kabul etmedim diye beni iffetsizlikle suçlayan akrabalar, “sen tabi kadın olduğun için daha duygusalsın o yüzden liderliğe uygun değilsin” diyen öküz patronlar, “ne güzel ya kocan izin veriyor böyle gezmene” diyen iş arkadaşları, kendini bırakınca tipsiz, kendine bakınca kaşar olduğunu ima eden “arkadaşlar”, çok mutaassıp ve geleneklerine bağlı olup utanmadan herkesin ortasında “çocuk yap artık” diyerek sana yumurtalıklarının ve eşinin performansının hesabını soran teyzeler, bakire misin yerine evli misin diye soran jinekologlar.

bitin artık lan. bitin. sizin yarattığınız kalabalık yüzünden insanları göremez oldum.

yazamayacağım artık, sinirim bozuldu.