Doğu Perinçek, Ertuğrul Kürkçü'ye Neden "Sen Abdülhamit'i Savundun" Dedi?

Efsanevi Ertuğrul Kürkçü-Bülent Uluer-Doğu Perinçek kavgasını biliyorsunuz. İşte açıklaması.

Efsane kavgayı hatırlayalım

Neden Perinçek böyle bir şey demiş olabilir?

bu abdülhamit'i savundun sözünün ne anlama geldiğini, ertuğrul kürkçü'yü neden kızdırdığını halen türk gençliği çözebilmiş değil. gelin kendi teorimi anlatayım.

doğu perinçek, karşısındaki tayfanın komünizm mominizm umrunda olmadığını, asıl motivasyonlarının, dertlerinin hakim türk ulus görüşü karşıtlığı olduğunun farkında. öte yandan konuşmalardan anladığım kadarıyla sağ taraftaki ikili o sırada birilerinin yürü yağ kulum demesi ile hdp benzeri bir parti kurma hazırlığı içerisinde ve motive durumdalar. sanırım maddi desteği de bulmuş görünüyorlar. bu şartlar altında doğu perinçek oraya tartışmak için değil, itibar süikasti yapmak için çıkmış veya gönderilmiş. bu gün bu videoya gülebiliyorsak başarılı da olmuş, potansiyel bir ertuğrul kürkçü liderliğini daha başlamadan sabote etmiş.

şöyle ki anladığım kadarıyla program bir tuzak, ama sağdaki ikili bunun farkında değil. muhtemelen programdan önce de ertuğrul kürkçü'yü gerip patlamaya hazır duruma getirmişler. doğu perinçek de bu ikilinin muhtemelen önceden mahkeme dosyalarını falan okumuş, dersine hazırlıklı. kimi neyin kızdıracağının kimin geçmişinde ne olduğunun farkında.

ve sonunda o yumruğu atıyor, sen abdülhamit'i savundun... abdülhamit'in baskıcılığı falan hikaye, sinirin sebebi bu değil. abdülhamit hamidiye alayları organize edip bunları ermenilerin üzerine sürmesi ile meşhur. anladığım kadarıyla yer yer çok kanlı olaylar da yaşanmış. bu bahsettiğim ermeni tehcirinden önceki dönem. bazen ermeni erkekler öldürülüp kadınları bazı aşiretler tarafından kuma olarak alınmış, bazen bazı nüfus kitleleri direkt müslümanlığa geçip bu aşiretler içerisinde erimiş. tabi geleneksel aşiretler daha dinci iken bu eriyen kitle ise görece daha seküler oluyor. komünizm falan bu tayfaya daha hitap ediyor. adamların esas dini islam değil bir kere neden dinci olsun? işte ertuğrul kürkçü'nün esas hedef kitlesi, solu birleştirirken dayanak aldığı, kuvvet aldığı, muhtemelen çekirdek olarak çevresinde tutacağı kitle de bu kitle. ayrıca ertuğrul kürkçü'nün dedesinin ittihatçılar emrinde bazı kürt isyan önderlerini falan astırması olayı da var. yani işin o kısmı biraz karanlık. ertuğrul kürkçünün aile geçmişinde kendi hedef kitlesi ile çok sert çelişen olaylar da var gibi, kürkçü'nün gerginliğinin bir sebebi de bu olabilir.

neyse, bu tartışmayı izlerken türk ulus fikrine düşman, müslümanlığa sonradan dönmüş ve birkaç nesil önce katliam tehlikesi ile yüz yüze gelmiş biri olarak tartışmayı izlediğinizi düşünün. bir adam sizin yardımınızla başınıza geçip politika yapmak hedefinde ve azminde, siz adamın esas tabanı ve destekçisi olacaksınız ve belki doğru belki yanlış karşı taraf bu adamı sizin dedelerinizin katliamlar ile karşı karşıya kalmasına sebep olan kişiyi savunmuş olmakla itham ediliyor. o kişiye karşı kitle buz gibi soğumaz mı?

yani perinçek hiç komünist teorik tartışmalara falan girmemiş, doğu perinçek ertuğrul kürkçü'ye komünizm, sol, falan filan hakkında ne derse desin tüm izleyicilerin belki %70'i kendisini haklı görürken %30'luk kesim ertuğrul kürkçüye sempati duymaya başlayacak ki bu da istenen bir durum değil. öyle bir suçlama yapmalı ki hem genel seyirci kitlesi için bir anlam ifade etmesin(izleyici polarize olmasın, duygusal olarak kutuplaşmasın) hem de öte yandan ertuğrul kürkçü'nün kitlesinde bu söz çok tesirli olsun, ertuğrul kürkçü'ye karşı ciddi bir "acaba?" yaratsın. e siz de böyle ince ve ustaca bir saldırı ile karşılaşırsanız siz de acayip sinirlenirsiniz.

Peki Ertuğrul Kürkçü gerçekten II. Abdülhamit'i savundu mu? Ne anlama geliyor bu tartışma?

Twitter tarihinin belki de en çok paylaşılan bu tartışmasını görmeyen yoktur. Peki solun tartışıldığı bir programda nereden çıkmıştı Menderes'i savunmak? Ne ilgisi vardı Abdülhamit'in? Sorunun cevabı için 45-50 yıl öncesine, 12 Mart dönemi yargılamalarına bakmak gerekiyor. Soruyu direkt yanıtlamak beraberinde başka soruları da getireceğinden sürecin öncesinde yaşananları ana hatlarıyla vermeye çalışacağım. Üzerine sayfalarca kitaplar yazılabilecek konu.

60'lı yıllar boyunca Türkiye, solun yükselişine tanık oldu

Türkiye İşçi Partisi'nin Meclis'e 15 vekille girmesi, 6. Filo protestolarıyla doruğa ulaşan Amerikan emperyalizmi karşıtlığı, kitlesel boykotlar, işgaller, grevler ülkenin gündemine oturdu.

Hareketin kitleselleşmesine paralel olarak sol içi tartışmalar, ayrılıklar da 60'ların ikinci yarısında yaşandı. Türkiye solunun sonraki on yıllarına da damgasını vuracak en kritik kopuşunun Sosyalist Devrim - Milli Demokratik Devrim ayrışması olduğu tespitini yapmak yanlış olmaz.

Türkiye İşçi Partisi'nde kendini konumlandıran Sosyalist Devrim taraftarlarına göre Türkiye burjuva demokratik devrimini tamamlamış kapitalist bir ülkeydi ve sosyalistlerin gündemindeki konu sosyalist devrimin gerçekleşmesiydi.

Türkiye'nin yarı sömürge yarı feodal bir ülke olduğunu savunan MDD'cilere göre ise devrim iki aşamalı olacak, önce tam bağımsızlığı sağlayacak demokrat devrim yaşanacak, ardından sosyalist devrim aşamasına geçilecekti. Tezin ideolojik öncülüğünü Mihri Belli ve arkadaşları yapıyordu.

Tartışmanın temel noktalarından biri Türkiye'de kemale ermiş bir işçi sınıfının bulunup bulunmadığıydı. "Var" diyenler Sosyalist Devrim safında yer alırken MDD'ciler Türkiye'de marksist literatür anlamında olgunlaşmış bir işçi sınıfı bulunmadığını savunuyordu.

Ayrışma teorik olduğu kadar pratikte hangi sınıflarla ittifak yapılacağı açısından da belirleyiciydi. MDD'ciler ülkenin tam bağımsızlığını hedefleyen cepheden söz ediyor; işbirlikçi kompradorlar dışındaki işçi, köylü, küçük burjuva ve orduyu emperyalizme karşı müttefik sayıyordu.

SD'cilerle MDD'ciler (kendi deyimleri ile Proleter Devrimciler) arasında pratikteki en önemli ayrımlardan biri de legal/illegal mücadele arasındaki seçimdi. SD'ciler iktidara demokratik yollardan gelineceğini söylerken MDD'cilere göre bu Türkiye gibi yarı sömürgelerde mümkün olamazdı.

Ocak 1970'e gelindiğinde MDD'cilerin yayın organı Aydınlık Sosyalist Dergide bölünme yaşandı ve sosyalist dünya içindeki ayrışmada hızla Çin Komünist Partisi çizgisine giren Doğu Perinçek ve arkadaşları ASD'den ayrılarak Proleter Devrimci Aydınlık'i yayımlamaya başladı.

ASD içinde ikinci kopuş aynı yılın sonlarında geldi. 29-30 Ekim günlerinde yapılan toplantıdan sonra Mahir Çayan, Yusuf Küpeli, Münir Ramazan Aktolga gibi isimlerin başını çektiği grup ASD'den (Mihri Belli çevresinden) ayrıldı ve bir süre sonra Kurtuluş dergisini çıkardı.

Çayanlar Belli'nin görüşlerini işçi sınıfının ideolojik önderliğinde, 'düzen partisi' yerine bir savaş partisinin kurulması gerektiğini belirtiyor; Belli'nin "milliyetçi devrimci" çizgisini eleştiriyordu. Aynı zamanda Belli'nin önceliği orduya veren siyasetinden de kopmaydı.

Bizdeki '68 anlatılarında sıklıkla "barışçıl eylemlere yapılan saldırılar ve devletin baskısı nedeniyle silahlı mücadele zorunlu hale geldi" tezi vurgulanır. Bu tezin haklılık payı tartışmasız olmakla birlikte tarihsel olgunun tek bir boyutuna işaret eder.

Türkiye '68 hareketinin başlıca esin kaynakları başta Küba devrimi olmak üzere Latin Amerika ve sömürge ülkelerindeki antiemperyalist ulusal kurtuluş hareketleriydi. Dolayısıyla silahlı mücadele fikri, gençlik hareketinin en azından bir kesimi için akıllarda zaten vardı.


Vedat Demircioğlu ve Taylan Özgür'ün polisler; Battal Mehetoğlu ve Mehmet Büyüksevinç'in sağcı militanlar tarafından öldürülmesi gibi saldırılarınsa devrimci öğrenciler arasında da olası saldırılara karşı savunma amacıyla silahlanma fikrinin yaygınlık kazanmasına neden oldu.

Bununla birlikte Hüseyin İnan'ın 1968 gibi erken bir tarihte gerilla mücadelesi için uygun dağları araştırdığını, yine aynı yıllarda silahlı eğitim için Filistin kamplarına gidişlerin başladığını biliyoruz.

Ayrıca Brezilyalı Carlos Marighella'nın Şehir Gerillası El Kitabı'nın ve Fransız Regis Debray'ın Devrim İçinde Devrim Mi? kitaplarının gençlik arasında en popüler kitaplardan olduğunu not düşmek gerekiyor.

Dönemin ilk silahlı eylem haberi 29 Aralık 1970'te Ankara'dan geldi. Çayanlara yakın bir zamanda Belli çevresinden kopan Deniz Gezmiş ve arkadaşları Kavaklıdere'deki Amerikan Büyükelçiliği'ni tararlar. Ardından gelen İş Bankası Emek Şubesi soygunuyla silahlı eylemler hız kazanır.

Gezmişler'in eylemlerine eleştirel yaklaşan Çayan çevresi bu grupla toplantı ayarlayarak “mücadeleye erken başlandığını”, “bir siyasal parti olarak örgütlenmeden silahlı propagandaya girişilemeyeceğini” söylemiş ve birlikte örgütlenmeyi önerse de toplantıdan olumlu sonuç çıkmaz.

Şubat 1971'de ise Çayanlar harekete mali kaynak yaratmak için Ankara'da banka soygunlarına girişir. Eylemlere katılanlardan Selçuk Şahin Polat "Hem THKO'nun eylemlerini eleştiriyor, hem de benzer eylemler yapıyorduk, bu işler etraflıca düşünüp yaptığımız işler değildi." diyecektir.

Sonraki süreçte bizzat bu hareketin içinde yer alanlar durumu, Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu'nun kuruluşunu ilan edecek olan Gezmiş - İnan önderliğindeki kadroların mücadeleye erken başlamasının kendileri üzerinde oluşturduğu basınca "geç kalıyoruz" duygusuna bağlayacaktır.

O günlerde ordu içerisinde sol bir grubun 9 Mart'ta yönetime el koyacağı konuşuluyordu

Ordu içerisinde ciddi bir örgütlenmesi olan Kurtuluş grubu 9 Martçılarla "güçbirliğine varız, işbirliğine yokuz" şeklinde özetlenen mesafeli bir dirsek teması içindeydi.

9 Mart girişiminin başarısızlığa uğrayıp askeri müdahalenin ters kanattan 12 Mart'ta gelmesi üzerine sol örgütlerin hareket kabiliyeti giderek azalmış, militanlar için eylem yapmaktan çok yakalanmama - barınma sorunları temel mesele haline gelmişti.

Tam da o günlerde İstanbul'a geçen Mahir Çayan ve arkadaşlarının bu dönemde gerçekleştirdiği eylemler ülkenin gündemine oturdu. Bunlar arasında büyük ses getiren ilk eylem 4 Nisan 1971'de işadamları Mete Has ve Talip Aksoy'un kaçırılarak fidye alınması eylemidir.

Bu arada Türkiye Halk Kurtuluş Partisi'nin tüzüğünü M. R. Aktolga ile birlikte hazırlayan Çayan aynı günlerde "İhtilalin Yolu" adlı parti bildirisini de kaleme aldı. Sırf Türkiye değil, dünya gündemine girecek eylemse 17 Mayıs 1971'de gerçekleştirilecekti.

O gün Mahir Çayan ve 5 arkadaşı İsrail'in İstanbul Başkonsolosu Ephrahim Elrom'u kaçırdı. Aynı gün Amerikancı Bakanlar Kurulu'na başlığıyla yayınlanan bildiriyle hem Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi'nin kuruluşu ilan ediliyor, hem de kaçırma eylemi duyuruluyordu.

Örgüt; tutuklu bulunan tüm devrimcilerin salıverilmesini, bu bildirinin TRT'de üç gün boyunca okunmasını, üç gün içerisinde şartlar yerine getirilmediği takdirde Elrom'un öldürüleceğini açıkladı. Buna göre süre 20 Mayıs günü saat 17.00'de doluyordu.

Hükümet pazarlık yapmadı reddetti ve militanlardan Elrom'un derhal serbest bırakılmasını istedi; Elrom öldürülürse olaya karışan herkesin idamla yargılanacağını açıkladı. Üç gün sonunda örgüt, talepleri yerine getirilmemiş olmasına rağmen herhangi bir açıklama yapmadı.

22 Mayıs 1971'de sokağa çıkma yasağı ilan edildi. İstanbul cadde cadde, sokak sokak aranıyor; Elrom'a ulaşılmaya çalışılıyordu. Başbakan Nihat Erim'in "alınan tedbirler balyoz gibi kafalarına hemen inecektir." açıklaması nedeniyle operasyon tarihe Balyoz Harekatı olarak geçti.

Ertesi gün 23 Mayıs 1971'de Nişantaşı'ndaki Hamarat Apartmanı'nında Efraim Elrom'un cesedi bulundu. Ancak eylemi gerçekleştirenler yakalanamadı. Eylemden sonra Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı, Hüseyin Cevahir ve Oktay Etiman'ı evinde saklayan kişi tanıdık bir isimdi: Yılmaz Güney.

Güney'in evinden ayrılan Mahir Çayan ve Hüseyin Cevahir boş bir eve yerleşir. Evin tespit edilmesi üzerine çatışma çıkar ve ikili Maltepe'deki bir evin kapısını kırarak girer. Çayan ve Cevahir evin 14 yaşındaki kızı Sibel Erkan'ı rehin alarak diğerlerinin çıkmasına izin verir.


Kuşatılan evde Çayan ve Cevahir teslim olmaz. 51 saat süren kuşatma sonrası eve operasyon düzenlenir. Cevahir başına isabet eden bir mermiyle hayatını kaybeder, Çayan yakalanmamak için silahı kendisine doğrultur ancak ağır yaralı olarak yakalanır. Sibel Erkan yara almadan kurtulur.

Gelinen süreçte THKP-C'nin lideri dahil pek çok kadrosu yakalanmış, en önemli militanlarından biri hayatını kaybetmiş, henüz yakalanmamış Yusuf Küpeli, Münir Ramazan Aktolga, Ertuğrul Kürkçü gibi önemli isimleri kaçak duruma düşmüştü.

Bu dönemde örgüt içerisinde bazı rahatsızlıklar su yüzüne çıkmaya başladı. Mahir Çayan, Küpeli - Aktolga ikilisinin silahlı eylemleri sürdürmediğini, cezaevindeki kadroların firar etmesi için çaba göstermediğini, pasifist bir tutum sergilediğini düşünüyordu.

Küpeli ve Aktolga ise örgütün şiddet eylemlerini, başta Elrom ve Sibel Erkan olaylarını şiddetle eleştiriyor, örgütün çizgisinden uzaklaşıldığını, Mahir Çayan'ın örgüt adına başına buyruk davrandığını söylüyor, o güne kadarki tüm sürecin özeleştirisinin verilmesini talep ediyordu.

Ayrıca Mahir Çayan'ın mahkeme ifadelerinde ortada ilan edilmiş bir örgüt ve organları olmadığı halde varmış gibi davrandığını, Elrom'u kendisinin değil Yüzbaşı İlyas Aydın'ın öldürdüğünü ve Aydın'ın MİT ajanı olduğunu açıklamasını eleştiriyorlardı.

THKP-C grubunun nüvesi Münir Ramazan Aktolga liderliğindeki ODTÜ grubu ile Mahir Çayan ve Yusuf Küpeli'nin başını çektiği SBF grubunun birleşmesiyle oluşmuştu. Mahir'in teorik - pratik önderliği tartışılmaz olmakla birlikte Aktolga - Küpeli de kadrolarda ağırlığı olan isimlerdi.

Bu arada Deniz Gezmiş ve arkadaşları yakalanmış, idam isteğiyle yargılanıyordu. Kendisi de idamla yargılanan Mahir Çayan ve arkadaşlarının cezaevindeki öncelikli gündemi firar ederek idamların durdurulması için eylem yapmaktı.


Aynı cezaevinde kalan THKO'luların da firar hazırlığında olduğunun öğrenilmesiyle firar hazırlıkları ortaklaştırıldı. Ve 29 Kasım 1971'de THKO'lu Cihan Alptekin, Ömer Ayna ile THKP-C'li Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı ve Ziya Yılmaz Maltepe Askeri Cezaevi'nden firar etti.

Firardan birkaç gün sonra Mahir Çayan örgüt içi sorunları görüşmek için Küpeli ve Aktolga dahil Genel Komite'yi toplantıya çağırdı. Oldukça gergin geçen toplantı örgüte narodnizm - troçkizm eleştirisi yapan Küpeli - Aktolga ikilisinin THKP-C'den ihracı ile sona erdi.

Kaçıştan sonra Çayan THKC kır gerillalarının, Bardakçı ise şehir gerillalarının başına geçer. 19 Şubat 1972'de düzenlenen baskında Ziya Yılmaz yaralı olarak ele geçirilir, Ulaş Bardakçı ise saat 07:00'da Arnavutköy'de öldürülür.

Bir yandan idamları durdurmak için acilen eylem yapma ihtiyacı, bir yandan şehirlerde barınma olanaklarının her geçen gün azalması bir an önce harekete geçme sonucunu doğurur. Tam o günlerde örgütün Karadeniz ilişkilerinden gelen eylem teklifi kabul edilir.

Ünye'deki İngiliz askeri üssünden 2'si İngiliz 1'i Kanadalı 3 teknisyeni kaçıran 2'si THKO'lu 9'u THKP-C'li 11 eylemci Tokat'ın Niksar ilçesine bağlı Kızıldere köyünde bir eve yerleşir. Tarih 30 Mart 1972'dir.

Eylemciler idamların bir an önce durdurulmasını ister, kabul edilmemesi durumunda teknisyenlerin öldürüleceğini açıklar. Talepleri kabul görmez. Evi kuşatan jandarma teslim olmalarını ihtar eder. Aldıkları cevap "biz buraya dönmeye değil, ölmeye geldik." olur.

Sabah erken saatlerde başlayan kuşatmanın ardından askerler teknisyenlerile görüşmek ister. Çatıya çıkarılan teknisyenlerden biri "ateş etmeyin yoksa bizi öldürecekler" diye bağırır. Karşı taraftan gelen ses "onlarda insanlık kalmamış, sizi nasıl olsa öldürecek" cevabını verir.

Yaklaşık bir saat sonra operasyon başlar. Eylemcilerin kaldıkları ev hem silahlarla taranır, hem de havan ve bazukayla dövülür. Çatışma bittiğinde ev 13 insana mezar olmuştur.

M. Çayan, C. Alptekin, Hüdai Arıkan, Ömer Ayna, Nihat Yılmaz, Ertan Saruhan, Ahmet Atasoy, Sinan Kazım Özüdoğru, Sabahattin Kurt ve Saffet Alp jandarma; C. Turner, G. Banner ve J. S. Law eylemciler tarafından öldürülmüş; bir tek samanlığa saklanan Ertuğrul Kürkçü sağ çıkmıştır.


Örgütün hayatta kalan üyeleri sıkıyönetim mahkemelerinde THKP-C davasından yargılansa da örgütün varlığı fiilen Kızıldere'de sona ermişti. Lideri dahil pek çok üst düzey kadrosu hayatını kaybetmiş, iki yöneticisi ihraç edilmiş, kalan üyeler arasında sorunlar baş göstermişti.

Cezaevinde kalan örgüt üyeleri arasında Küpeli - Aktolga ikilisiyle birlikte hareket eden grupla Çayan çizgisindeki grup arasındaki gerilim her geçen gün artıyor, iş yumruk yumruğa kavgalara kadar varıyordu. Yaşanan ağır yenilgi sonrası tam bir belirsizlik hakimdi.

Yargılamaların ilerlemesiyle aradaki gerginlik doruğa ulaştı. Başta Yusuf Küpeli ve Münir Ramazan Aktolga olmak üzere bazı üyeler, duruşmalarda örgüt adına yapılan eylemleri ve Mahir Çayan'ı çok sert bir şekilde eleştiriyordu.

Yusuf Küpeli yapılan eylemleri terör eylemleri olarak niteleyerek "şimdi anlıyorum ki ben kendini Marksist Leninist zanneden bir Don Kişot, anarşist, sorumsuz, halkıma ve işçi sınıfına karşı biri olmuştum. İşçi sınıfı benden hesap soracaktır." diyordu.

Örgütün banka soyma, adam kaçırma gibi eylemlerini de "çocukça eylemler" olarak tanımlayan Küpeli komünist bir parti kurma yolunda girdikleri yolda ordu içi cuntaların maşası haline geldiklerini, ajan provokatör durumuna düştüklerini söylüyordu.

Girdiği örgütlerin proleter örgütler olmaktan uzak olduğunu, çırpındıkça çamura daha çok gömüldüğünü anlatan Küpeli "Bugünkü durumda Demirel ABD'ye karşıdır. Çünkü etkisi altında olduğu yerli tekelci burjuvazi Avrupa finans kapitaline yakındır" diyordu.

1979'da cezaevinden çıkan ve halen İsveç'te yaşamını sürdüren Yusuf Küpeli yazılarını yayımladığı sinbad.nu sitesinde sol bir jargon kullanmaya; Mahir Çayan'ı ise çok sert ifadelerle ("katil, psikopat, yalancı" vb.) anmaya devam ediyor.

Örgütten Küpeli'yle birlikte ihraç edilen Münir Ramazan Aktolga'nın duruşmalarda Küpeli'den bir adım önde gittiğini söylemek yanlış olmaz. Savunmasında "Eğer benimle birlikte yargılamak istediğiniz küçük burjuva solculuğu-anarşizmiyse, biz o işi kendimiz hallettik." der.

Aktolga kendi geçmişini, yöneticisi olduğu örgütü eleştirirken başkaca bazı siyasi analizler de yapar. Buna göre sol silahlı eylemciler Demirel'le mücadele ederken ABD emperyalizmi Türkiye'de üretici güçleri geliştirmekte olan AP ve Süleyman Demirel'den rahatsızdı.

Silahlı sol eylemciler de Demirel'le mücadele ederek aslında ABD emperyalizmine ve onun uzantısı 12 Mart cuntasına hizmet ediyordu. Oysa yapılması gereken ilerici güçlerle (AP - Demirel - ve ordu içindeki Demirel'e yakın Faik Türün kanadı) ittifak yapmaktı.

"Bir yanda 12 Mart cephesi, bir yanda Demirel’de odaklaşan, çıkarları burjuva parlamenter sistemin devamından yana olan güçler (...) "Amerikan emperyalizmine karşı, Demirel’lerin verdiği demokrasi mücadelesini destekliyoruz" cümleleri de onundu.

Emperyalizmi kapitalizmin en yüksek aşaması olarak gören klasik ML ideolojisinden radikal bir kopuş anlamına gelen bu teze göre darbe "Türkiye'de gerçek kapitalizmin gelişmesini engelleyerek Menderes'i asıp Demirel'i düşürmek için ABD emperyalizminin kucağında yapılmıştı."

Türkiye'deki üretici güçlerin gelişimi Adnan Menderes'le hız kazanmıştı ve ABD emperyalizmi Türkiye'nin gelişimini engellemek için Menderes'i asmıştı. 1920'lerde doğan cumhuriyet Menderesler'le demokratik bir nitelik kazanmıştı.

Yıllardır Almanya'da yaşayan Aktolga bugünlerde, kuruluşundan beri desteklediği AKP'yi liberal bir perspektifle eleştiriyor. aktolga.de sitesiyle birlikte sürece ait anılarını da birkaç yıl önce kitaplaştırdı.

Küpeli'nin aksine Mahir Çayan için sevecen bir dil kullanıyor Aktolga, "Tabi kızıyorum bazen! Hapisten sonra beni dinleseydin bu kadar insan ölmezdi belki. Ama boşver, sen inandığın yolda yürüdün. Beğenmediğin ve “partiden attığın” o “pasifist” arkadaşın seni hiç unutmadı!"

Gülünün Solduğu Akşam'ı okuyanlar İrfan Uçar ismine aşinadır. Kitapta Deniz'le sohbet eden Erdal Öz, ona işkenceyi sorar. Gezmiş de "Tabii ki biz de gördük ama asıl işkence nedir dinlemek istiyorsan bu arkadaşla konuş" diyerek Öz'ü Uçar'la tanıştırır.

İşte o İrfan Uçar mahkemelerde pişmanlık ifade eden sanıklar arasında belki en 'radikal' çıkışları yapan isimdir. "Demirel, Türkiye'nin en yurtsever evlatlarından biridir. Onu göz bebeğimiz gibi korumalıyız." cümleleri bu çıkışlarından en çok akılda kalanlardan biridir.

THKO davasından tutuklu bulunan Nahit Töre de yargılamalar sırasında Abdülhamit'in devrimciliğinden ve onun gelmiş geçmiş en büyük padişah olduğundan söz ederek yukarıdakilere benzer görüşleri savunur.

Burada Yusuf Küpeli için bir parantez açıyorum. Döneme ilişkin bazı anı kitaplarında Küpeli'nin de Menderes - Abdülhamit güzellemesi yaptığı yazılsa da Küpeli gerek kendi web sitesinde gerekse de Çıkmaz Sokak'ta (Uğur Mumcu, 1979) bu iddiaya şiddetle karşı çıkıyor.

Aslında bu görüşlerin benzerleri sol cenahta daha önce de dillendirilmişti

60'lı yıllarda TİP üyesi bilim adamı İdris Küçükömer'in "Türkiye'de siyasal kavram olarak ters oturmuştur. Aslında sağ olarak bildiklerimiz sol, sol olarak bildiklerimiz sağdır" tezi çok tartışılmıştı.

Küçükömer'e göre 18. yüzyıldaki batılı laik bürokratlar - yeniçeri, esnaf, ulema çekişmesinden İttihatçılar - Abdülhamit, CHP-Serbest Fırka, DP, AP saflaşmasına dek DP - AP çizgisi halkla kurduğu ilişki bakımından sol bir nitelik taşır.

Buna karşın kamuoyunca sol olarak bilinen seçkinci bürokrat zümre bu halk hareketlerinin karşısında konumlanmıştır ve ülkede gelişmesi engellenen sivil toplum karşısında devletin kucağındadır ve aslında sağ bir çizgiyi temsil eder.


12 Mart mahkemelerinde ifade edilen ve bir kısmını özetlemeye çalıştığım görüşlerin Küçükömer'in tezlerinden etkilenmiş ve bir bakıma bu görüşlerin günün politik atmosferine uyarlanmış hali olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Bu arada döneme ilişkin bazı anı kitaplarında yer alan "İdam edileceği veya hapisten hiç çıkamayacağı endişesini taşıyan bazı arkadaşlar paşalarla da ilişki kurmaya çalışarak cuntanın hoşuna gidecek tezler ileri sürdü" iddiasını da anmadan geçmiş olmayayım.

Sebebi her ne olursa olsun 12 Mart sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanan devrimci gençlerin bir kısmının savunmalarında Abdülhamit'i, Menderes'i, Demirel'i savunduğu tartışmasız gerçektir ve Perinçek de o tartışmada bunu ima ediyordu. Peki Kürkçü de o gençlerden biri miydi?

Ertuğrul Kürkçü de mahkemedeki ifadelerinde geçmişini eleştiren bir tutum alır

"Burada marksizm leninizm değil, troçkizm ve anarşizm yargılanmaktadır. Ben ML oldum sanırken aslında troçkizmi savunmuşum. Bütün eylemlerimiz yanlıştır" ifadelerini kullanır.


Dönemin gazetelerine göre Ertuğrul Kürkçü özeleştirisini "Türk toplumunun ilerleyişine karşı olan bir harekete dört elle sarıldım ve bu anlamda silaha sarıldığım için tarihe karşı ve kendi halkıma karşı suç işlediğim inancındayım." sözleriyle sürdürür.


Ertuğrul Kürkçü örgütü Mahir'i ve eylemlerini eleştirmekle beraber sol için pozisyonunu korumasına rağmen cezaevindeki Küpeli, Aktolga ve Töre ile aynı koğuşta kalması onlarla bire bir aynı görüşleri savunuyor gibi bir algıyı destekler. Oysa Kürkçü'nün benzer ifadeleri bulunmuyor.

Kürkçü de durumu "Evet ben onlarla birlikte kaldım. Fakat 'yanlış şeyler savunmuşuz, aslında Demirel ve ekibi üretici güçleri temsil eden üretici güçler ve onları desteklemeliyiz.' türünden zırvaladıklarını duyunca onlardan uzaklaştım." diye açıklayacaktır.

Gerçekten de dönemin arşivleri tarandığında Kürkçü'nün Abdülhamit ve Adnan Menderes'i olumlayan herhangi bir ifadesine rastlanmıyor. Yani Doğu Perinçek'in "Sen Abdülhamit'i savundun! Sen Menderes'i savundun!" sözlerine karşılık "Çıkar göster!" yanıtı halen güncelliğini koruyor.

Kaynak: Serkan Öztürk @ Twitter

Kolpaçino Kumar Sahnesinde Ekrem mi Haksız, Hüseyin mi?