Dünyaca Ünlü Starlarda Bile Gözlenen Durum: Sanatsal Patolojinin Potansiyeli

Marilyn Monroe'dan Edvard Munch'a, en ünlü sanatçılarda bile sanatın getirdiği yükü ve sebep olduğu duygusal dengesizlik halini anlatan bir çözümleme.
Dünyaca Ünlü Starlarda Bile Gözlenen Durum: Sanatsal Patolojinin Potansiyeli

"insanlık, ilkellik ile uygarlık (doğa ile kültür) arasındaki çatışma sürecinde yol alır, ancak bu çatışma sırasında kişinin bilinçdışına atılmalar ya da itilmeler söz konusudur. uygarlık ilerlediği oranda bilinçdışına itilmeler de artar ve bilinçaltı giderek şişkinleşir. bu durumda, kişide ya psikopatolojik bir durum olan nevroz ya da yüceltmeler devreye girer. cinsellik de içinde olmak üzere, her türlü baskıdan çıkışı ve kurtuluşu dile getiren yüceltme, ya düş biçiminde ya da sanat eseri veya herhangi bir başarı biçiminde somutluk kazanır." - sigmund freud

bugün şizofrenik bir durum ile sanatçı vizyonunun birbirini dışlamadıkları biliniyor

alman yazar rudolf kassner, georg trakl'ı, "en büyük alman şairlerinden biri" olarak tanımladıktan sonra, "onda şizofren bir şeyler var. çalışmalarında da bu hissedilebilir; onlarda da bir şizofren duyarlılık var. evet, trakl büyük bir şairdir." diye devam eder. eski psikologlar insanın temelde sağlıklı, bilinçli ve entelektüel bir canlı olduğunu ve bu bakış açısından hareketle incelenmesi gerektiğini varsaymakla hata yapmışlardır. sağlık, bedenen, "ruhen" ve sosyal yönden tam bir iyilik hâlidir. fakat eski dönemlerde sağlıklılık teşhisi için sadece bedenen iyi olmak yeterliydi. bu yüzden, bir başka despotizmi ve bastırma girişimini temsil eden aydınlanmadan bu yana, psikopatolojinin, insan hakkında söyleyeceği çok şey olageldi. insan, dengesini kolayca kaybedebilen, tutkulu bir varlıktır; insanın ruhu "bölünmüştür". ortaya çıkan bodrum katı, halılarının altı, siperleri ve sığınaklarıyla insan, artık kendi kendinden sır saklayabilen bir varlıktır.

öte yandan, sanatın büyük öncüleri, gerçek amaçlarını ve ruhun kaynağını, kendileri üzerinde iz bırakmış derinlikleri (travmaları) en açık şekilde ifade etmişlerdir. tüm bu sanatçıların hayat hikâyelerine bakıldığında, çocukluk dönemi travmaları, hasta bir ruhun temellerini atmış; gitgide karanlığa doğru çekilen zihinleri, doğanın bütün imgelerini de kendisine katarak ve freud'un sözünü ettiği gibi, şişkinleşerek, resimde, müzikte ve insanın insan olmaktan kurtulamadığı diğer bütün etkinliklerde, arka planı tekrar etmeden, gizil olarak algılananı resmetmiştir (ifşa etmiştir).

örneğin, ayyaş bir baba ile hasta bir anneye sahip dostoyevski; yazılarında "babam" kelimesiyle yatıp kalkarken annesinden hiç bahsetmeyerek, adeta bir süper metin olarak bilinçdışını sezdiren søren kierkegaard ve yaşamının büyük bölümünde annesi ve kız kardeşiyle ilginç bir oedipal mücadeleye girişmiş olan friedrich nietzsche'yi izleyen modern psikoloji (vay haline), insanın hem kendisine hem de başkalarına acı veren bir varlık olduğunu; hem mazoşizmin hem de sadizmin onun özellikleri olduğunu keşfeder ve neredeyse bütün bir ihtilal çağının bilinçdışı ve kara kutusu olan marquis de sade'ı anıştırır. bunlar soylu şeyler olarak sahneye çıkabildiği gibi, bir takım nevrozlara dönüşüp kişiyi hasta da edebilir. insan, belki de kendisine acı veren şeyi algılayıp bilincin sağaltıcı gücü ile ortaya koyabilirse sanat yapabilir.

amerikalı varoluşçu psikoterapist rollo may, "yaratma cesareti" (the courage of create) adlı kitabında, "artiste manqué" gibi bir ifadeden söz eder. bu tabiri de dâhil olduğu psikanaliz camiasından aforoz edilerek bir başka kara kutuya dönüşen psikanalist, otto rank, ilk kez şu şekilde kullanır: "normal olmayı becerememenin her hâlini 'nevrotik' olarak damgalamak yerine, belirli bir nevrotik tipte -fransızlar'ın "artiste manqué" dediği gibi- yaratıcı olmayı becerememeyi ayırt ettim. sanatçıyla aynı canlı imgeleme sahip olmasıyla karakterize edilen bu tipin imgelemine engel olununca, ortaya sayrıl (marazi) biçimler çıkıyordu. bir başka deyişle, nevrotik semptomları üreten, istemin yıkıcı yanıyken, yaşatıcı tip güçlü bir istem-örgütlenişiyle kendi yaratısını ürün vermeye sevk edebiliyordu." rank'in önerisi, varoluşçu psikoterapide nevrotiğin, tedavi girdabına düşmeden bir sanatçıya dönüşmesinin öyküsü olarak okunabilir. 

vincent van gogh

kulağının neredeyse tamamını kesen vincent van gogh için resim yapmak, belki de tablolarına bakan gözlere, "cesaretiniz varsa 'ben' olun ve bu sancılı üretim sürecinin nasıl işlediğini görün!" demenin yoluydu, belki de resmine bakan gözler aslında yoktu bile; onun sanatının patolojisi, sanat eserini de bir vakaya dönüştürerek, sanatçıyı ömrü boyunca bu vakayla mücadele etmeye itiyordu. kesik kulağıyla kendini resmeden, sanatçı, ruhsal yapısının görünümüne yansıdığını söylemişti. bu dönemde vincent'in sanrıları daha da artmış ve akıl hastanesine kendi isteğiyle yatırılmıştı. vincent'in yaşamına ve davranışlarına egemen olan duygulanımlar, onun yeteneğini tetiklerken, sanat yapıtına katılamayan örtük bilinçdışı ise kendisine zarar veriyordu.

edvard munch

günlüğünde geçtiği şekilde, bipolar bozukluğa eşlik eden psikozla mücadele ederken, "çığlık" tablosunu yaratmıştır. sinestezik kandinsky ile dışavurumculuk akımının önde gelen isimlerinden olan munch, bu tabloya ilham olan deneyimini, günlüğüne şu ifadelerle işler: "yol boyunca iki arkadaşımla yürüyordum. sonra güneş battı. gökyüzü aniden kan kırmızısına dönüştü ve içimde melankoli dokunuşuna benzer bir şey hissettim. durdum, korkuluklara yaslandım, çok yorgundum. mavi-siyah fiyordun ve şehrin üzerinde, içinden kan damlayan bulutlar çağlıyordu. arkadaşlarım yürümeye devam etti ve ben tekrar durdum. göğsümde açık bir yaradan korktum. doğanın içinden büyük bir çığlık, delip geçiyordu."

lirik şair johann christian friedrich hölderlin

çocukluk döneminde yaşadığı kayıplardan sonra ruhsal bunalıma girmiş ve ileriki dönemlerde kendini şiire adamıştır. her zaman sanatçı hassasiyetinden daha fazlasına sahip olmuş olan hölderlin, sevdiği kadının ölümüyle darmadağın olur. geçmişte yaşadığı kayıplarla birleşen sevgili kaybı, bir çığ olur ve hölderlin'in üzerine çöküverir. bugünkü psikologlar, hölderlin'in başından beri yaşadıklarının, aslında şizofreni belirtileri olduğu kanısındadırlar. hayatının son yıllarını, umutsuz bir inzivada "ölerek" geçiren şair hakkında düşünülen teşhisler arasında, dementia praecox ve şizofreniye eşlik eden bir kist de bulunuyor.

fransız yönetmen, oyun yazarı ve şair antoine marie joseph artaud

1943 yılına ait bir mektubunda, "aklının şeytanlarını", ancak önemli miktarda eroinin kovabildiğini ve zihinsel esenliğini devam ettirmesine ancak bunun yardım ettiğini söylüyordu. artaud, çocukluğunda yaşadığı bir menenjit vakasının ardından (beyin fizyolojisi zarar görmüş olacak ki), sinirli ve depresif bir kişilik yapısı geliştirmiş; sanatçı kişiliği de bu mental çeşitlilikten beslenmişti. yine de artaud'u diğer vakalardan ayıran unsur, morfinlerle hayatına dâhil olmuştu. her ne kadar uyuşturucunun, sanatsal yaratıcılık potansiyelini artırdığı düşünülse de, bir sanatçının ifadelerini, gerçeğin acı verici sınırlarına sürükleyen güçleri sönümleyebilen bu tip yabancı maddeler, sanatçı kişilik için, artaud'da da olduğu gibi, bir tehdit oluşturabilir.

hildegard von bingen

kültleşmiş görüleriyle, orta çağ'ın mistik annesi olan (ve hep bir sappho reenkarnesi olarak düşündüğüm) filozof, rahibe ve şifacı. o denli şiddetli migren ataklarına maruz kalıyordu ki, bir noktadan sonra beyninde sık sık artıp düşen basınç, ona ağrı vermeyip sadece gözlerine görüler yansıtıyordu. bir çeşit algostaz hâlini andıran bu ağrısız migrenin nimetleri, daha sonra "scivias", "ordo virtutum", "liber divinorum operum" gibi eserler bünyesinde ortaya çıkacaktı.

güzelliği ile efsaneleşmiş ünlü sinema oyuncusu marilyn monroe

1926'da los angeles merkez hastanesinde doğan monroe'nun ilk adı, norma jeane'dir. norma’nın annesi, çocuğunun kimden olduğunu bir türlü çıkaramadığı için, monroe, babasının kim olduğunu hayatının sonuna kadar öğrenemez. monroe'nun anneannesi ve annesi, hayatlarının bir bölümünü akıl hastanesinde geçirmişler; dayısı ise bir iş hanının 15. katından kendini atarak intihar etmiştir. monroe 16 yaşında ilk evliliğini yapana kadar, 12 koruyucu aile değiştirmiştir. bilindiği üzere "hayatımın aşkı" dediği arthur miller ile evliliğiyle fırtınalı başlayan aşk, boşanmayla sonuçlanmıştır. miller'ın kısa sürede yeniden evlenmesi, monroe'nun genlerindeki deliliği, şizofreniyi tetikleyerek tanrı'sına doğru yola çıkmasına neden olur. var olan seksapelitesinin etrafında yaratılan ışıltılı star aurasının ortasındaki bir gökadada, bir star yalnızlığıyla aşka kadar varan; genlerindeki şizofreniyi böyle geciktiren ve aşkının da ona sırtını dönmesinin ardından, şizofrenisiyle baş başa kalan marilyn, yeteneğinin üzerini yavaş yavaş sarmaya başlayan "aptal sarışın" izlenimini, "lütfen beni ahmak gibi göstermeyin." sözleriyle reddetmiştir.

Sinemanın En Güzel Konseptlerinden: Post Apokaliptik Filmlerdeki Retrofütürizm

Sanat Nedir?