Eğitim İçin Orada Yaşamış Birinden: İsveç'te Hayatın Pek Bahsedilmeyen İlginç Zorlukları

Bu yazıyı okuduktan sonra İsveç'e farklı gözle bakmaya başlayabilirsiniz.
Eğitim İçin Orada Yaşamış Birinden: İsveç'te Hayatın Pek Bahsedilmeyen İlginç Zorlukları
iStock

isveç türkiye'de belli bir hayat standardının üzerinde olup, ciddi ciddi buraya yerleşmek isteyen insanlar için sıkıntılı bir ülkedir

baştan söyleyeyim, elbette yerleşen, şansı yaver giden veya çok iyi şartlarda gelen bir teklifle göçüp rahat eden vardır. bunun yanında, yurtdışında yaşama arzusu insanlık onurundan daha yüksekte olan kişiler de vardır. hepsine saygım sonsuz, kimse kimsenin hayatına da tercihine de karışamaz.

dünyada çok sayıda ülkeyi görme, deneyimleme imkanım vardı, sonuna kadar kullandım. kimisinde çalıştım, kimisinde okudum, kimisinde sadece boş boş gezdim. sokaklarda, tren garlarında evsizlerle sabahladığım da oldu, favelalarda öğretmenlik yaptığım da, 5 yıldızlı otellerde, deniz kenarı villalarda kaldığım da. üniversiteyi bitirirken aceleci davrandım. final projemi bitirmeden, hatta araya belki bir deneyim kazanma senesi koymadan master başvurularımı yaptım. uluslararası ilişkiler ve tarih bölümlerini türkiye'nin en üst seviye üniversitelerinden birinde, iki bölümde de ilk üçte dereceyle bitirdim. üniversite yıllarında isteğim rusya uzmanı olmaktı. bölümlerime göre akademide güncel türk-rus siyaseti ve tarihsel türk-sovyet ilişkileri konularında çalışmak istedim. rusça öğrenmeye başladım, rusya'ya gidip uzun bir dönem kaldım.

derken rus uçağı vuruldu, moskova'dan türk öğrencilerin dayak yediği söylentileri gelmeye başladı, planlanmış bir ziyaretim, alınmış uçak biletlerim vardı, konsolosluğu arayıp sorduğumda muhtemelen rusya'ya giriş yapamazsın dediklerinde, yöneldiğim alandan vazgeçme sürecim başladı. üniversitenin sonuna doğru, yönelim alanımı güncel siyasette popülizm olarak belirleyip sıfırdan başlamak zorunda kaldım.

tüm bu karmaşada biraz psikolojik olarak çöktüm, daha az çalışmaya başladım. seçtiğim yeni alana yeterince eğilmedim. master başvurularımı yaparken, aceleci davranmanın yanı sıra iyi bir seçenekler stratejisi izlemedim. oxford, cambridge, king's college, toronto gibi üst düzey okullara başvurdum, kimisinde çalışmalarımın yetersizliğinden reddedildim, kimisinden de popülizmde seçtiğim spesifik alanda hocalarının olmayacağı sebebiyle başvurumu yenilememi istediler, yedek seçeneğim isveç'te dünyada ilk 100'de bir üniversiteydi, yurtdışına bir an önce gitme sevdam ağır bastı, isveç'ten direkt kabul aldığım için orayı seçtim. hem biraz iç dökmek için, hem de "ayak uyduramaman senin problemin" diyecekler için bu kadar detayıyla anlattım.

bütün bu olan biten beni oldukça yıprattı, vücudumda iltihaplar çıkmaya başladı, uzun bir süre de devam etti. en son isveç'te master'a başlamadan önce ufak bir operasyon geçirdim. iltihap aksın diye açık bırakılan 5 cm'lik neşter kesiği kanaya kanaya isveç'te kalacağım yere gittim. valizimi bırakır bırakmaz en yakın sağlık merkezine koştum. durumu anlattım, randevun yoksa alamayız dediler. 10-15 doktorun ve bir o kadar hemşirenin çalıştığı, devlete ait bir klinikte, yalvar yakar kanamayı durdurmaları için ikna ettim. sağolsunlar içlerinde bir tane insan (!) varmış, yaptı. birkaç gün sonra tekrar yoğun kanamam oldu, aynı yere tekrar gittim. maalesef yardım edemeyiz, şehrin dışında bir hastane var, randevusuz ancak oraya gidebilirsin dediler. taksi çağırdım, kaldığım yurda gittim. mecburen evde kendi kendime durdurdum. isveç maceram böyle başladı.

gittiğimde kur çok yükselmişti, maddi durumum da çok parlak değildi. iş bakmaya başladım. sıfır eğitimli türk/kürt pizzacı ve dönerci piyasasına bulaşmadan temiz temiz isveç'teki şirketlere başvurdum. master'dan oldukça güzel bir vakit kalıyordu, getir götür kafasında, uluslararası öğrencilerin başvurularına açık, düşük statüde ofis işlerine yaptığım belki yüz başvurunun hepsi olumsuz sonuçlandı. kafaya takmadım, nispeten düzgün, kürt bir abinin işlettiği bir kafe buldum, garsonluk için başvurmaya gittim. bizim memleketten değilsen iş yok mesajını net bir biçimde alınca, üstelemedim.

üniversitenin start-up merkezine daldım, tanışma/buluşma toplantılarına katılmaya başladım. yeni gelmiş biri olarak isveççe bilmiyordum, çoğundan reddedildim. bir tane start-up kurucusuna grafik tasarımı yapabiliyorum diye numaramı bırakmıştım, 2 ay sonra aradı. birkaç ufak iş aldım, akmasa da damladı. daha fazla kazandıracak bir şeye ihtiyacım vardı. kaldığım üniversite yurdunun aslında kocaman bir parti mekanı olduğunu, perşembeden pazara herkesin sabahlara kadar partilediğini, binlerce bira tenekesinin de bu akşamlarda çöp odasında geri dönüşüm kutusuna atıldığını gördüm. geceleri çöp odasına girip, tenekeleri geri dönüşüm otomatlarına götürmeye başladım. tanesi 3-5 krondan makineye atıp, karşılığında yereldeki süpermarketten alışveriş kuponları alıp, en azından eve aldığım yiyeceği içeceği kazandım. elimdeki parayla da beraber geçimimi sağladı.


para konusunu nispeten çözdükten sonra, biraz sosyal hayata karışayım dedim. isveçlilerin böyle bir kavramının olmadığını gördüm. benim gibi başka ülkelerden gelen insanlarla takıldım. isveç'te temel yaşam ucuzdu. markete gidip makarna, süt, şampuan falan gibi şeyleri alırken, bugünkü kurlarla bile çok pahalı olduğunu söyleyemem. ama işin içerisine en ufak bir "lüks" girsin, mesela oturup bir yerde kahve içmek isteyin, birinin size hizmet verdiği herhangi bir aksiyon içerisinde olun, fiyatlar bir anda katlanmaya başlıyor. zaten isveçliler de öyle ingilizler, hollandalılar gibi akşam iş çıkışı barları kafeleri hınca hınç doldurup sohbet eden, gülen eğlenen tipler değiller. belki stockholm'de vardır, bilemem. ama malmö'de durum bu değildi.

benim tecrübem pandemiden önceydi ama sosyal mesafeyle isveç'te tanıştım. buradan otobüs durağında birbirine uzak uzak sıralanan insanların fotoğraflarına bakıp ne güzel herkes birbirine yaşam alanı bırakıyor demesi kolay. bütün ülkenin sosyal anksiyete semptomları gösterdiğini, iletişimde ürkek ve aşırı mesafeli olduklarını anlayınca durum değişiyor.

kafamda türkiye ile değil, avrupa ile kıyaslayarak yazıyorum

evet, türk insanı kalabalık sever, temas sever, kim ne yapmış ne demiş duymayı sever. standart bir orta/kuzey avrupalıda bunlar çok bulunabilecek özellikler değil. kıyaslamayı hollanda, danimarka, belçika gibi ülkelerle yapıyorum. hollanda'da yoldan geçen herhangi birini, standart bir isveçliyle karşı karşıya getirsek hollandalı bildiğin marmaris zırtlanı kalır... neyse sorun değil, söylediğim gibi, uluslararası öğrencilerle arkadaş olurum, ne olacak. kafeler 5'te 6'da kapatıyor, kahve pahalı. bu da sıkıntı değil, bara gideriz. yahu alman arkadaşlar bile ikinci biradan sonra üç defa düşünüyor pahalılıktan. kulübe gideriz, kapıda sıra var. neymiş, dans pisti olan mekanlarda yangın yönetmeliğinden dolayı içeri sınırlı sayıda kişi alınıyormuş. tamam mantık güzel, ama mekan boş. kocaman alanda 40-50 kişi ya var ya yok ama kulübün kapısındaki sıra sokaktan taşıyor. bunu da bir kenara bıraktık. evde/yurtta muhabbet edelim, takılalım dedik. bir tane bira almak için devletin belirlediği ve küçük şehirlerde öyle her köşe başında falan bulunmayan, üç dört noktada satış yapan systembolaget diye bir dükkan var. biranı gidip oradan alıyorsun, saat 5'te 6'da falan kapatıyor. ya oraya gideceksin, ya da evinde oturup kahveni içeceksin bu kadar.

sosyalleşmek, muhabbet etmek, insanlarla iki görüşüp aktivite yapmak bu kadar emek gerektirmemeli ama tamam, peki. daha az sosyalleşirim, okulumu okur oradan başka bir ülkeye doktoraya falan giderim, sorun yok.


master'a başlayacağım, ilk hafta dersler iptal oldu

üniversite'de benim bölümün bağlı bulunduğu araştırma merkezinde organizasyonel bir sıkıntı varmış. ulan sanki anadolu meslek lisesi. her gününe krona krona para ödeniyor, telafi dersi yok bir şey yok, organizasyonel sorun deyip ilk haftayı iptal etmişler. neyse, bir hafta keyfime bakıyorum, program başlıyor. bölüm orta doğu ile ilgili, siyasetten sosyolojiye, dilden kültüre bir ton farklı alanı bütünleştiriyor. sabah derse giriyorum, hoca lübnanlı. öğlen bir başka derse giriyorum, hoca lübnanlı. akşam başka bir derse daha giriyorum, hoca yine lübnanlı. derste başlıyoruz suriye'den, ürdün'den, çıkıyoruz mısır'dan, ırak'tan. haftalar geçiyor, bir iki kere türkiye falan lafı geçiyor, 2 gün sağolsunlar iran'a ayırıyorlar. allah allah diyorum, bölümü seçerken hocalarda yunan'ı da vardı, türk'ü de, fars'ı da... başvuruda şu hocayla şöyle çalışmak isterim, bu hocanın araştırmaları böyle bana yardımcı olur falan dediğim kim varsa, ya bir seneliğine ders vermeyip araştırma görevine geçmiş, ya araştırma izni alıp gitmiş, ya da sadece tez süpervizyonu kabul edip ders mers vermiyor.

lübnanlıların anlattığı da ders değil, indoktrinasyon. yahu ben bölgenin tarihini biliyorum, dereceyle bitirmiş gelmişim, osmanlıcam var. orta doğu tarihi anlatıp osmanlı'dan nasıl bahsetmezsin? hadi buna da tamam, koskoca iran'da sadece bir islam devrimi mi oldu? nerede iran tarihi, kültürü? eyvallah ediyorum, farklı bir bakış açısı kazanırım diyorum, sesimi çıkarmıyorum. makale ödevleri geliyor, perspektif katıyorum, literatür tartışıyorum; halil inalcık'a referans veriyorum, pat kağıt üzerine kırmızı çarpı. neymiş, ders materyali dışında kaynak kullanmamalıymışım. leslie peirce'ı kaynak veriyorum, pat kırmızı çarpı... makale tenkidi, incelemesi ödevi geliyor; hocanın verdiği okunup incelemesi yapılacak makalede mantığıma oturmayan bir kavram kullanımı görüyorum, bakıyorum makalede kavramın kökeni iran olarak verilmiş. izini sürüyorum, başka bir ton literatürde kavramın kökeni hindistan'a dayandırılıyor. kaynakları tarayıp referansını verip, alıntılarımı ingilizceye çevirip, anotasyonunu düşüp eleştirisini yapıyorum; pat kırmızı çarpı. neymiş, verdiğim referans ingilizce bir makaleden değilmiş.

diyorum ben üniversitemi olabilecek en iyi şekilde çift bölüm okuyarak bitirmişim. hollanda'da yan dal yapıp programı tez yazarak tamamlamış, tezimle onur öğrencisi seçilip rektörün falan katıldığı 500 kişilik bir konferansta sunmuşum. neyi nasıl yazacağımı falan biliyorum. bu mabattan icat, akademiye ve bilime ters saçmalıklarla lübnanlı hocalar göz göre göre hakkımı yiyor. derken, aynı hocalardan biri haftasına kıbrıs türkü bir arkadaşı aşağılıyor. sonra diğer hocalara, öğrencilere falan sorup soruşturup bir öğreniyorum ki bölümü 4-5 kişilik, aynı bölge ve üniversiteden çıkma hoca grubu babasının çiftliği gibi yönetiyor.


iyice kapatıyorum kendimi, arada bir kopenhag'a geçip insanlığımı hatırlıyorum. 20 kilometre ötede, danimarka'da insanlar çok daha sıcak, hayat çok daha canlı.

isveç'te bir iki restorancıyla daha muhabbetim oluyor. yurttan daha ucuz bir ev arıyorum. malmö'de isveçlilerin "no go zone" dedikleri göçmen mahallesini söylüyorlar. gidiyorum üç beş kişiyle konuşuyorum, aman allahım. merak ediyorum nedir ne değildir diye, isveçli, türk tanıdıklarıma falan soruyorum. sordukça daha çok çıkıyor, adamlar bütün barış elçilerini, hümanizm uğrunda kafa kesenleri doldurmuş ülkeye. tamam diyorum, yurdumda oturup planımı yapıyorum. iki sene master yapacağım, ilk seneyi bitirip yazın türkiye'ye dönerim. ikinci sene de tez araştırması için de istanbul'da kalır, tez savunması için isveç'e gider tamamlarım. bu arada soğuklar basmış, deniz rüzgarıyla da beraber nemli nemli vuruyor. 5 dakika alt kata çamaşır yıkamaya iniyorum, dönünce yarım saat suratımda mimiklerin geri gelmesini bekliyorum.

odayı ısıtayım, sıcak sıcak oturup film izleyip zaman geçireyim bari diyorum, yok. termostat 20 dereceye geliyor, pat. kaloriferler kapanıyor. ertesi gün yurt merkezini arıyorum, tamirci gerekiyor diyorum. kurala göre diyor, enerji tasarrufu için diyor, devlete ait bir binada odanı 20 dereceden fazla ısıtamazsın. iyi de, ev hiçbir zaman 20 dereceyi bulmuyor ki! 20'ye gelince ısıtma sistemi kapanıyor, tekrar açılması yarım saat sürüyor. içeride de sıcaklık 10-15 derecelerde gidip geliyor. yeni zelandalı bir de oda arkadaşım var, herif odasında botla, gocukla takılıyor. ısınmak için evdeki fırını 200 dereceye getirip, kapağını açık bırakıyorum.

fırının önüne oturduğumda yaşadıklarım gözümün önüne geldi. bugüne kadar yaptığım şeylerde başarılı olmuşum, elbette yukarıda bahsettiğim gibi hatalarım da olmuş, bedelini de ödemişim. gittiğim herhangi bir ülkeye, koşula, duruma da bir şekilde ayak uydurmuşum.

dünyada ilk 100'de, saygın akademisyenlerin çalıştığını düşünerek geldiğim okul bayağı bildiğin tırt. geceleri çöp toplayıp para kazanmaya çalışıyorum, ki en az dert ettiğim nokta bu. çöp toplamak onurumla, gururumla yapabileceğim bir iş.

sosyal hayatlar eve tıkılıp yaşanıyor, ülkenin de yarısı asosyal. kendi odamı kaç derecede ısıtacağıma bile karar veremiyorum. orta doğu'da bile barınamayacak tipler kendilerine mahalleler kurmuş, bir karton bardakta kahveye bile hasret kalmışım. "ülkesini de, okulunu da..." deyip 1 hafta sonrasına biletimi aldım. okulla ilişiğimi kesip, oturma izni kartımı güle oynaya teslim ettim.

isveç'ten hiçbir şeye eyvallahı olmayan, depresyonda, saçma sapan bir halde döndüm

kişiliğim, karakterim değişti.

türkiye'ye geldim. tarihle, siyasetle uğraşmayı, akademi peşinde koşmayı salıp medya sektöründe şirket kurdum. oturttum, kar etmeye başladım, araya pandemi girdi, kapattım. isveç'in üzerinden 3 yıl geçti, daha kendimi yeni toparlayabiliyorum.

bana sorarsanız; ikea'dan, volvo'dan falan teklif aldıysanız, gidin. size onurlu bir yaşam ve kazanç vaat eden başka bir mesleğiniz, yeteneğiniz varsa, yukarıda saydığım şeylerin hiçbir şekilde problem olmayacağı bir kazancınız, güvenceniz mevcutsa gidin. türkiye'den ve orta doğu'nun kalanından yasa dışı örgüt artıklarıyla aynı mahallede yaşamak zorunda kalacağınız, veya bu şartlarda yaşamamak için benim gibi dişinizden tırnağınızdan arttırıp tüm paranızı kalacak yere vereceğiniz bir durumdaysanız gitmeyin. öğrenci olacaksanız, avrupa'da gideceğiniz herhangi bir üniversiteyi 2 kez kontrol edecekseniz, buradaki bir üniversiteyi 10 kez kontrol edin. hatta burs falan vermiyorlarsa da gitmeyin, başka bir yerde okuyun daha iyi.

çok gitmek istiyorsanız da herkesin kendi tercihi, yolunuz ve bahtınız açık olsun.