Hırsa Derin Anlamlar Katan Film Whiplash'in Sonu Gerçekten de Havada mı Kalıyordu?

Mükemmelliyetçilik ve sanat hırsı üzerine harikulade bir film olan Whiplash'in finali, bazı izleyicileri tatmin etmemişti.
Hırsa Derin Anlamlar Katan Film Whiplash'in Sonu Gerçekten de Havada mı Kalıyordu?

Filmin finalini bir hatırlayalım

whiplash, sonu havada kalmayan bir filmdir

filmlerin sonunda birilerinin başarılı/başarısız olması, evlenmesi/boşanması, ölmesi/hayatta kalması, aşık olması/ayrılması vb. beklentisine insanlar kendini öyle bir kaptırıyor ki, yönetmen size "al sonunu nasıl istiyorsan kafanda öyle kurgula" deyince yadırganıyor.

bakın bu, yani filmin sonunun sizin hayal gücünüze bırakılması aslında o kadar zor ki... zira yönetmenler, filmin sonunda bir karar alması gereken karakterleri buna göre yaratmak zorundalar; bu gibi bir karar aşamasında olan karakterlerin hangi yöne gideceğinin izleyici tarafından kestirilememesi çok önemli. böyle birçok örnek var ama benim ilk aklıma gelen sideways. orada da hayattan beklentisi kalmamış dul ve başarısız bir yazar olan miles (paul giamatti), hayata tutunmayı son bir kez denemek için ilgi duyduğu kadının evinin kapısına geliyor, kapıyı çalıyor ve film orada bitiyordu.


orada kadının kapıyı açması ve birlikte mutlu mesut yaşamaları da, kapı açılmayınca adamın geri dönmesi de, inat edip kapı açılana kadar beklemesi de, kapının açılıp adamın reddedilmesi de birer seçenekti. fakat bunu yönetmen bize göstermedi. çünkü bir film aslında insanların ondan bekledikleriyle paraleldi, bir kararın göreceliliğine saplayıp kalmamalıydı izleyiciyi. karamsar bir izleyici bu noktada kötü bir sonu tasarlayabilecekken, iyimser bir izleyici mutlu bir sonu kafasında canlandırabilirdi. ayrıca yönetmen bu şekilde ebedi bir mutluluk ve mutsuzluk olmadığını, zamanın aktığını ve mutluluk ve mutsuzlukların zamanla birlikte akıp değişen evreler olduğu gerçeğini gölgelememiş oluyordu.

zira titanic battıktan sonra rose'un jack'i unutup bir başkasına aşık olduğunu hiç düşünmeyiz; o kötü bir sondur ve rose'un sonsuza kadar mutsuz yaşayacağını tasavvur ederek üzülürüz. oysa gerçek böyle olmak zorunda değildir.


bu filme dönecek olursak, yine benzer bir durum görüyoruz

zira andrew o performanstan sonra "sikerim dalavereni, ben gidiyorum" da diyebilir, kendisini bu hale ve konuma getiren hocasıyla devam etmeyi de seçebilir. andrew'un bu iki karardan hangisine yöneleceğini kestiremediğimiz için bu bence iyi bir son. hadi sonu karara bağlanmadı diyelim, ne olsun peki? andrew'un hocasına yol vermesini, sonra salonda onu izleyen bir emc yapımcısının gelip kendisine iş teklif etmesini ve devamında lincoln center'da sahneye çıkarak, yeterince arkasında durmayan babasını ve division 3'te top koşturan akranlarını utandırmasını mı izleyelim yani? bıkmadınız mı şu klişelerden allah aşkına?

tematik bir yapım olması bir yana, gerçekten müthiş bir pedagojik incelemeye de göz kırpıyor film. karakterler fazla derin değil denmiş ancak özel hayatına ilişkin neredeyse hiçbir şey görmediğimiz fletcher karakteri o kadar başarılı yaratılmış bir karakter ki, istese de sığ olamıyor. çünkü öyle bir adamın karakterini kafanızda canlandırmamız, hatta çocukluğuna, ailesine dair yorumlar yapmamız bile hiç de imkansız değil. şahsen tanık olduğumuz ya da en azından sağda solda duyarak var olduklarını bildiğimiz, aşırı hırsın ve mükemmeliyetçiliğin psikopatiye dönüşebileceğinin gerçeğe yakınsayan bir örneği. hatta j.k. simmons'a en iyi yardımcı oyuncu oscar'ını getirecek bir karakter ve performans aynı zamanda.

Diğerlerine Kıyasla Türklerin İngilizce Konusundaki Endişesi Yersiz mi?