Hüzün Kokan Ayrıntılarıyla Jeff Buckley'nin Müzik Dolu Hayat Hikayesi

Sözlük yazarı "bu bir yazar degildir", kendini Jeff Buckley'nin yerine koyarak onun ağzından insana ister istemez bir hüzün veren hayat hikayesini anlatıyor bizlere, Buckley'nin aramızdan ayrılışının 20. yılı anısına.
Hüzün Kokan Ayrıntılarıyla Jeff Buckley'nin Müzik Dolu Hayat Hikayesi


merhaba, ben jeff buckley!

annem mary guibert, babam... tim buckley derler bir adam. babam ben 6 aylıkken terk etmiş bizi. annem daha sonraları bir müddet hiç ondan bahsetmedi. ben scotty moorhead olarak büyütüldüm, oradan oraya taşınıyorduk sürekli, nerde bir arkadaşım olsa kısa zaman sonra taşınırdık. annem piyano çalardı, lisede çello da çalarmış. zaten babamla annem de lisedeyken tanışmışlar, fransızca dersinde. annemin tarafından dedem yarı fransız-yarı panamalı. ben şansonları da severim, nusret fatih ali han'ı sevdiğim gibi.

nusret fatih ali han'ın sesi...beni depresyonun dibinden yeryüzüne çıkardıydı. onu ilk dinlediğim anı dün gibi hatırlarım. iyi müzik nerdeyse, onu bulmaya çalışırım. müzik olmasaydı ne yapardım?.. müzik benim tek konfor alanım. ilk gitarımı aldığımda 14'ümdeydim, o zamanlar bir gitar tanrısı olmak istiyordum. şarkıcı olmak gibi bir niyetim yoktu. sonraları biraz biraz söylemeye de başladım gruplarda. bir ara hiç söylemedim bi iki-üç yıl kadar. kendimi cezalandırmak için ya da tedavi etmek için, -bakış açısına göre değişir, artık nerden bakarsanız-.

6 yaşımdaydım annem bana bir şarkı dinletti o adamdan, tim buckley'den. ilk dinlediğim tim buckley şarkısı once i was'dı, ben susam sokağındaki sesle karşılaşmayı beklerken, bu biraz hayalkırıcıydı benim için. garip bi ses. bu o'nun sesiymiş, bunlar o'nun şarkılarıymış... sonra, annem ikinci eşinden de ayrılmıştı -ron moorhead-, ben 8 yaşımdaydım, hayatımda ilk kez tim buckley ile tanıştım.(yani eğer bebekliğimde ben uyurken içeri gizlice girip beni izlediği günleri saymazsak). onun sahne alacağı yere götürmüştü annem beni, ve ben tim buckley'i ilk kez orada o gün ve ilerleyen birkaç günde tanıdım. ve 2 ay sonra öldü.

Tim Buckley

91'de new york'ta st. anne's kilisesi'nde tim buckley anma gecesi (greetings from tim buckley) düzenlenecekti, beni de aradılar, davet ettiler, ilk başta reddettim, sonradan kabul ettim. yıllarca babamın hayaleti beni kovaladı. insanlar bende o'nu görürdü. ben o değildim. ve ondan nefret ederdim. yüzüm, elmacık kemiklerim, saçım, jest ve mimiklerim bile ona benzermiş. laf... söylediğimde onun sesini isterler benden. laf. ben benim gibi, kendi zamanımın müziğini söylerim, o ise onun zamanının müziğini söylemişti bir zamanlar. neyse... 18 yaşımda bir gün rüyamda babamın hayaleti evin penceresini kırıp içeri giriyordu. ondan sonra tekrar şarkı söylemeye başlamıştım. (bu belki nusret fatih ali han'ın babasının ölümünden sonra bir gün rüyasında babasını görmesine, babasının onun boğazına dokunmasına,ve onu şarkı söylemeğe teşvik etmesine benzemiyor ama napalım, benimki de böyle bi rüyaydı.)

o gün tim buckley anma gecesi düzenleneceği haberini aldığımda ve bunu kabul ettiğimde, kendim için zor bişey yaptığımı önceden biliyordum. fakat artık değişik bişeyler yapmak istiyordum bu konuda, ve belki böylece biraz bağ kurabilirdim babamla. o gün sahneye çıktım ve ağzımı açtım, ilk söylediğim şarkı i never asked to be your mountain'dı. (madem ki burada babamı anacağız, babamın anneme ve bana yazdığı bu şarkıdan başka neyle başlayabilirdim ki? yıllarca içimde tutmuşum, gizlemişim, sonunda günü gelmiş ve söyleyeceğim, tabii ki ilk seçimim bu şarkı olacaktı.) dinlemediyseniz o kaydı lütfen bir kere dinleyin, ve benim yıllarca içimde taşıdığım çatışmalarla, ikircimlerle birlikte dinleyin, lütfen. o gün sanki ağzımı açtım ve bir fışkırış... hepsi orada fışkırdı. her şey oradaydı. gerisini pek hatırlamıyorum, gerisi aktı zaten. (orada gary lucas ile de tanıştım.)

O Kayıt / Jeff'in "Greetings From Tim Buckley" Performansı


o geceden sonra artık biraz daha tanınır oldum new york'taki müzik çevrelerinde.
ben 90'da new york'a geldim annemi bırakıp, şarkıcı olmak için, tıpkı bir zamanlar babamın annemi bırakıp new york'a gidişi gibi. şimdi artık sin-e diye bir kafede çalıyorum akşamları. iki saat boyunca bişeyler çalıyorum, dylan'ın, cohen'in şarkılarını, kendi şarkılarımı çalıyorum. burası benim kendimi evimde hissettiğim yer, burası güvenli alanım, burada söylemeyi seviyorum. sonra günün birinde sony'den adamlar geldiler, columbia records, anlaşma teklif ettiler. anakımlaşmak ya da anaakımlaşmamak... sony büyük şirket. bir daha karşıma bu fırsat çıkar mı bilmiyorum... kabul ettim. sonuçta dylan orda, miles davis orda, monk orda, cohen orda... onlarla birlikte columbia'da olmak. evet buna varım!

grace piyasayı salladığında sene 95'ti. babamın ölümünün 20.yılı. babamla ilişki kuramayışımıza pek şaşmıyorum aslında, o da kendi babasıyla hiç ilişki kuramamış, çok soğukmuş onun peder, savaş görmüş falan, kafasında hayaletlerle-şeytanlarla dönmüş askeriyeden, sivil hayata tutunmaya çalışmış bir fabrikada ama orda da bi gün düşüp yere kafasını çarpıyor ondan sonra hepten zıvanadan çıkıyor, büyükannem elaine'ye hayatı dar ediyor falan. sonra zaten yeniden savaş olunca bir daha normale dönmüyor...yani bir şeyler kuşaktan kuşağa aktarılıyor. çatışmalar da aktarılıyor, tıpkı ses renkleri gibi.

Jeff Buckley - Lover, You Should've Come Over


grace'te gary lucas'la birlikte çaldık. ilk yaptığımız şarkı dream brother'dı. grace zaten hit oldu. mojo pin vardı, hallelujah vardı cohen'den, last goodbye vardı. grace çıktıktan sonra bir buçuk yıl kadar dünyayı turladık. fransa turunda, bir gün alim qasimov'la tanıştık. o gün soundcheck için biz what will you say çalıyorduk ve o bunu duyup çok beğendiğini söyledi, akşamına da birlikte sahneye çıktık. çok özel bir andı bizim için. onu tanıdığıma çok memnunum. avrupa dinleyicisi daha çok ısındı sanki bize, amerika'dansa. fransa'da olympia konserinde (live a l'olympia) edith piaf taklidi yaptım, hemen tav oldular:) sesimin sınırlarını zorlamayı, o sınırları bilmeyi çok severim. led zeppelin ile nusret fatih'i birleştirmeye çalışırım, cohen ile alim qasimov'u, dylan ile nina simone'u... hepsinden bir şeyler almışımdır. sony'deki adamlar tiz seslere çıktığımda "ah işte şurda bir uçanjeffbuckley var, işte geliyor" derler... sesimi kullanmayı severim.

tim'in bir şarkısı vardı , song to the siren. 83'te this mortal coil'den elisabeth fraser yeniden yorumlamıştı onu. ilk duyduğumdan beri garip bişey hissettim. içimde ona karşı bir tutkuyu büyüttüm, günü gelince liz'le de tanıştım ve bambaşkaydı her şey. yani bambaşka gibiydi ama sonradan yine her zamanki gibi ayrı kalmak istemeleri yaşıyordum. nedense hep bu döngü devam ediyordu. neyse ki yaşamımız sadece hüzün, acı, depresyon, öfke ve melankoli'den ibaret değildi, güzel şeyler de oluyordu, mesela all flowers in time bend towards the sun'ı onunla söylemiştik.

Jeff Buckley & Elizabeth Fraser - All Flowers In Time Bend Towards The Sun


97'de, artık sony ikinci bir albüm istiyordu, yeni hit parçalar istiyordu benden. ben de şarkılar yapmak istiyordum ama bu baskıyla nasıl yapacaktım ki? ayrıca bu şöhret iyiydi hoştu bir yandan ama, bir yandan da ben o eski ünlü olmadığım günlerimi özlüyordum. o zamanlar en azından daha rahattım, mesela sin-e günlerimde. sadece belli bir izleyici kitlesine seslenirdim ama samimi olurdu. bütün bu marketing, piyasa, büyükşirket zırvaları falan bana pek gelmiyor. olmuyor. ayrıca şimdi yapacağım albüm grace'in tekrarı mı olacak, deneysel birşeyler mi yapacağım? nasıl yapacağım? babam lorca söylemişti, ben bi tanesinde edgar allan poe'ya yöneldim.

sweetheart the drunk olacak yeni albümün adı. bizimkilerle memphis'e geldik, stüdyoya girdik. hayat biraz boş. bundan sonraki adımım ne olacak? her seferinde bu baskıyı yaşayacak mıyım? babam 9 albüm yapmıştı o kısa dönemde, bense henüz bir tane yapabildim. bilmiyorum. her şey farklı olsaydı nasıl olurdu, bilmiyorum. babam bizi bırakıp gitmeseydi, yine de şarkı söyler miydim? içimdeki bu şeyleri çözebilseydim, anlayamadığım bu kaosu tanımlayabilseydim, değişik olur muydu hayatım? biri "seni anlıyorum jeff" deseydi gözlerimin içine bakıp, bana dokunsaydı? farklı olur muydu? bilmiyorum.

stüdyodan çıktık bizimkilerle. mississipi nehrinin kıyısındayız. onlar geride kaldı. ben nehre girmek istedim. yorulmuşum. suya girdim. bir mississipi, iki missisippi, üç missisippi...

babam, annem çok gerilerde gibi...
song to the siren çalıyor gibi...
ben kimim unuttum gibi...
bir missisippi, iki missisippi, üç missisippii...
odysseus kendi kollarını bağlamış gibi,
bir missisipi,
denizcilerin kulaklarını tıkamış gibi,
iki mississippi,
29mayıs1997,
üç mis
sis
ip
p

i...

*siren'lere doğru gidişinin yirminci yılında, güle güle jeff buckley. saygıyla...