İlkokulda Hitler ile Aynı Sınıfta Okuyan Büyük Filozof: Ludwig Wittgenstein

1889-1951 yılları arasında yaşayan, 20. yüzyılın en önemli filozoflarından biri olarak gösterilen Ludwig Wittgenstein'ın hayatı.
İlkokulda Hitler ile Aynı Sınıfta Okuyan Büyük Filozof: Ludwig Wittgenstein

wittgenstein; 1900'lü yıllara geçiş heyecanının yeni yeni hissedilmeye başlandığı, "1900de bütün saatler kitlenecekmiş bütün sistem çökecekmiş, dünyanın sonu geliyomuş oğlum" geyiğinin daha ilk kez seslendirildiği, viyana'da elini sallasan filozofa, ressama, müzisyene ne bileyim daha bilumum dahiye çarptığı, ebeveynlerin çocuklarına "şu yaşa geldin hala bir felsefi disiplinin öncüsü olamadın piiii sana" diye kızdıkları derece kültürel bir dönemde, belki wittgenstein ailesi haricindeki mahalle sakinleri için sakin ve sıradan bir akşamüstünde anne wittgenstein'ın "karl bu sefer yeminle geliyo, aha yeminle geliyo, çocuk geliyo karl" çığlıklarına sanayi zengini baba karl wittgenstein'ın "üfff yap, üfff yap, hemşire çağırın, ebe getirin, üfff yap sen üfff yap" şeklinde destek vermesiyle dünyaya gelen "ismini ne koysak da nüfus memuruna söylemek kolay olsa" kaygısıyla ludwig adını alan filozoftur.

tozutmuş ebeveynlere sahip olması nedeniyle daha küçük yaşta psikolojisi bozulan, "neden hep ben ekmek almaya gidiyorum, biraz da abimler gitsin ama" isyanları ile hakkını aramaya çalışsa da annesi tarafından "bak terlik geliyo terlik" tehditleriyle susturulan küçük ludwig tüm bu gerilimler yetmezmiş gibi 3 abisinin de evdeki baskılara katlanamayarak intihar etmesinin etkisinden uzun süre kurtulamaz. bütün bu ahval ve şerait içerisinde ilkokula başlayan ludwig bir süre hitler ile bile aynı sınıfta okur. bir gün öğle tenefüsünde birkaç gün arayla doğduklarını farkedip "aaa sen de mi boğa burcusun, ben de boğayım ne tesadüf di mi" şeklinde suyuna gitmeye çalıştığı küçük adolf'un asabi tavırları karşısında "şaaptığımın memleketinde bi tane doğru adam olmaz mı!" diyerek geçmişine geleceğine sövmeye başlar. küçük adolf'un "lafını bil de konuş" çıkışı üzerine lafını bilip de konuşmak üzerine kafa yorarak dil felsefesi alanında ilk düşüncelerini türetmeye başlar.


gençlik yıllarında babasından kalan mirası "yerin dibine batsın malı da mülkü de mirası da" diyerek kardeşlerine ve çeşitli sanatçılara dağıtması avustralyalı halalar ve teyzeler tarafından "hakikatli oğlanmış bak" övgüleri karşılansa da bu ruh hafifliği iç dünyasındaki dalgalanmaları ve aileden kalan travmaların uzantısı olarak beliren intihar gelgitlerini aşmasına yetmez. tam da bu çalkantılı dönemde tanışıp dostluğunu ilerlettiği, "beni bi tek sen anlıyosun oğlum" diye koynuna kadar sokup sevgililik derecesinde bir ilişkiye girdiği david pinsent ile bile sonu trajik olmuştur bahtsız ludwig'in. david ile "oğlum amsterdam'da evleniriz, nolcak ki, kaçıncı yüzyıldayız sonuçta bunlar normal şeyler" muhabbetlerine daldıkları bir esnada birinci dünya savaşı patlak verir ve genç çift ayrı düşer-ki ne ayrı düşmek; karşı cephelerde savaşırlar.

işte bu savaş dönemi wittgenstein'ın düşüncelerini şekillendirmeye başladığı, yaşamı boyunca yayımlanacak olan tek eseri tractatus'u yazmaya atıldığı dönemdir. bir yandan savaş tüm şiddetiyle sürmekte, bir yandan ludwig david ile mektuplaşmayı aralıksız sürdürmekte, aynı anda onlarca kitap okuyup altlarını satır satır çizmekte, diğer yandan da yakında çığır açacak olan felsefesini kaleme almak için çabalamaktadır bu dönemde. takvimler 1918 yılını gösterdiğinde ise ludwig david'in uçak kazası sonucu hayatını kaybettiği haberini alır ve candan erçetin'den "dünyada ölümden başkası yalaaan" şarkısını haykırarak sadece ve sadece kitabına yoğunlaşır, bitirdiğinde de kitabı david'e adar.


bilindiği üzere wittgenstein felsefesi iki dönemde incelenir. ilk dönemi için gidilecek adres bellidir; bu bahsini ettiğimiz tractatus. asıl adı daha uzun aslında da onu yazması güç şimdi, bkz'lar oraya götürür seni. ya da dur ya üşenmeyeyip bakayım iki dakika. bekle bakıp geliyorum hemen. heh geldim. tractatus logico philosophicus

şimdi bu ilk döneminde "madem ki sözcüklerle düşünüyoruz, madem ki dünyayı sözcükler ile ilişkilendiriyoruz, şu dili bir arındıralım, dil üzerinden düşüncelerimizin de sınırlarını bir belirleyelim, kelimeler ile düşünceler ve dünya arasındaki bağı bir kuralım bakalım ne olacak" düşüncesi ile yola çıkmıştır. çünkü düşünceleri, olguları dil denilen bir kodlamadan, bir sembolizasyondan geçirip karşındakine aktarıyosun. e haliyle bu kodlamadaki bir yanlış düşüncedeki yanlışa yol açıyor. işte ludwig de basitçe diyo ki; sarfettiğin her cümle, kullandığın her kelime içinde bulunduğun dünyada basit bir karşılığa, yani bir nesne ya da bir olguya denk düşer. yani dil esasında sadece dünyayı resmetme ve ifade etme aracıdır. haliye dilin ve dolayısıyla düşüncenin sınırları da bu resmedilebilir, herkes tarafından aynı şekilde kavranılabilir kısmından ibarettir. fekat, atıyorum sen ahlaki, etik ya da ne bileyim dini bir konuda tartışıyorsan dilin sınırlarını aşarsın, sabaha kadar konuşsan bir sonuca varamazsın. sebep? çünkü o kullandığın dil gerçek dünyada bulunan mantıksal bir yapıya atıfta bulunacak geri plana sahip değil, müşterek olunamayacak kavramlar üzerinden konuşmaya kasıyon, kendin çalıyon kendin oynuyon. totolojik takılıyon. resme benzetmişti ya hani dili, işte bunu yaparsan olmayan bir rengi tartışmış oluyorsun. ee napcan? susacan. konuşamıyosan susacaksın. onun diliyle söyleyeyim; (bkz: üzerine konuşulamayan konusunda susmalı) konuşursan kavram kargaşalarında, kendi türettiğin yarım anlamlar içerisinde boğulmaya mecbursun diyor şair. bir nevi doğrulamacılık.. bu düşünce bir yerlerden kant'ın düşüncenin sınırları noktasında söylediklerine de denk düşüyo aslında da şimdi orası biraz uzun hikaye. hee "sus" diyen filozof olur mu? bu noktada wittgenstein'ı yerden yere vuran, "adam değilsin wittgenstein" diye üzerine yürüyen eleştirmenlerin tek tek isimlerini verip de onları burada rencide etmek istemiyorum ama bunlar var, bu eleştiri zaten yapılmış.


bu felsefeyi eşe dosta duyurup büyük bir ilgi uyandırdıktan sonra "felsefe budur usta, jübilemi yapıyor ve öğretmenlik alanına kayıyorum, hadi ben kaçar" diyerek bir süre ortamlardan kopan ludwig yıllar sonra "ulan biz bi halt yedik ama işin aslı öyle değilmiş" çıkışıyla ikinci bir felsefeye imzasını atıyor. he burada bir parantez açmak gerek, dur hatta açayım;

(bu ludwig iki dönem halinde incelenir dedik de esasında bu konuda öyle tam mutabık kalınmış değil. bir grup insan"ludwig gençliğinde iyiydi de sonradan çok bozdu, ünü bulunca şımardı, son felsefesini dikkate almıyorum" diyerek ikinci felsefesini yoksayar-ki bunlar arasında hocası bertrand russell da var. ikinci bir kısım da "o ilk dönemi topoş dönemini yoksayıyorum ama sonradan doğruyu buldu çok şükür" demekte. üçüncü bir kısım var ki "aslında hepsi aynı ludwig, iki felsefe o kadar da çelişmiyor, ama ludwig kendini çok geliştirdi" iddiasında bulunmakta. bu üçüncü kesim ortamlarda pek ciddiye alınmamış açıkçası. ben olsam ben de almam zaten. öyle saçma yaklaşım mı olur? neyse konu o değil. kapa parantez.)

bu ikinci dönemde wittgenstein "yediniz mi lan? ben sizi denemek için 'dilin özü değişmez, dünyanın resmedilebilirliği ile sabittir' demiştim ehehe" diyerek kıvırmaya çalışır ve "vallahi bu son bak" diye yeni felsefesini dillendirir. ikinci döneminde dediği özetle şudur ki; dil toplumsal bir olgu, insan faaliyet ve davranışları ile ilişkilendirilebilecek bir kavramdır. haliyle dil ve anlam değerlendirmelerinde sınır dünya değil insandır. böylece önermelerin anlamlarını doğru kavrayabilmek ancak dilin kullanıldığı toplumun yapısı ve dinamikleri ile birlikte düşünülmeleriyle sağlanabilir. her cümle her zaman her yerde aynı anlama gelmez senin anlayacağın. bak yarım saattir anlam diyorum farkettiysen. bu ikinci dönemde wittgenstein "anlam" üzerine yoğunlaşmış çünkü. iki dönem arasındaki fark da genellikle resim/alet benzetmeleriyle anlatılır zaten. wittgenstein ilk dönemindeki dil-resim benzetmesinden vazgeçmiş, ikinci döneminde dili bir alete benzetmiştir. dolayısıyla dil insan hakimiyetinde, onun sınırları çerçevesinde bir araç olarak tanımlanır. he tabi nasıl ki eski uygarlıklar incelenirken yok şu uygarlık şu aletleri kullanmıştı, bu uygarlık bunu keşfetmişti deyip o uygarlıklar perspektifinde o aletleri değerlendiriyorsak dili değerlendirirken de aynı şeyi yapmalıyız. hatta biraz daraltıp mikrolaştırayım; bir kişi bişe diyosa "ne diyo"dan önce düşünecen neden diyo, nerede diyo, ona bunu söyleten durum ve davranışlar neler falan. eğer bunları sorgularsan anlama ulaşırsın çünkü. ben demiyorum o diyor. nerede diyor? sağlığında yazdığı bir kitabı yok bu düşünceleri için fakat ölümünden sonra ortaya çıkan yığınla kitap var. felsefi soruşturmalar var mesela, bu döneminin en önemli kaynağı da o heralde. bak şu da enteresan; ona göre bu felsefenin temel soruları ve sorunları falan sırf fasa fiso. filozoflar paradoks yaratmaya kasmışlar demeye getiriyo bi nebze. nasıl yaratmışlar? dildeki bu deminden beri bahsettiğimiz boşluklara düşmüşler. bilinçli olarak değil tabii. felsefi problem dediğin şey diyo, kötü ifade edilmiş, yanlış temellendirilmiş önermedir. felsefe de bir tek bu işe yaramalıdır. yani şu dili arındırmalı, temizlemeli, bu tip saptırıcı durumlardan onu çekip kurtarmalıdır. kurtarmalıdır ki üzerinde uzlaşılabilir, tartışılabilir kavramlar üretilebilsin.


1930'lu yılların hemen başında cambridge'den doktorasını alan ludwig "şimdi biz kadrolu mu yoksa sözleşmeli mi çalışıcaz, doktoralı işsiz olmak istemiyoruz" diye sohbetlere katılırken diğer yandan da fikir üzerine fikir, çalışma üzerine çalışma, yazı üzerine yazı üretir. yazdıkça yazası gelir, yazdıklarını okudukça "off yazamıyom yaaa" diyip çöpe atar, mükemmelliyetçi yapısı nedeniyle hiç bir kitabını tamamlayamaz, tamamlanmamış hiç bir yazısını da yayımlatmaz. eşi dostu "oğlum salla geç, efsanesin ne de olsa yerler yerler, rahat ol biraz yaa" diye kendisini rahatlatmaya çalışsa da o "olmuşken güzelinden olsun oğlum, sonra toparlaması dert oluyor" diye işini sağlama alır. o böylesine bir tempoyla çalışırken eski sınıf arkadaşı hitler ikinci dünya savaşını çıkartır ve "bir tane yahudi görmiycem buralarda" diyerek dünya görüşünü özetler. bu durum wittgenstein için büyük bir problem teşkil eder zira kendisi sonradan caymış olmasına rağmen tüm ailesi yahudidir ve onları kurtarmak da yine ona düşer. ilgili makamlara başvurup ailesi için 'yahudi değildir' belgesi çıkartmaya çalışan ludwig bu uğurda çok gerginlik yaşar, bolca rüşvet verir fakat sonunda bir şekilde amacına ulaşır.

bu wittgenstein gerçekten ilginç bi adam. sen yaşını başını almış, dünyaca ünlü bir profesör ol, sonra savaş çıkınca "ben hasta bakıcı olucam" diye tutturup cepheye git. olacak iş mi? oluyor. bununla kalmayıp cephede kimliğini gizliyor, "dayı sen o meşhur feylozof değil misin" diye soranlara "yok kardeş karıştırdın sen" diye cevap veriyor. savaş sonrası ise bir süre daha cambridge'de takıldıktan sonra "yok hacı bizden geçmiş yaa" diyerek gençlerin önünü açıyor, emekliliğini istiyor bu güzel insan. yine ıssız bir kulübede manyak manyak çalışmalar yaparken kansere yakalanıyor ve 1951 yılında arkasında bıraktığı akımlar ve ilginç hayat hikayesi ile "üstü kalsın" diyerek hayata gözlerini yumuyor.

Adolf Hitler, Yahudilerden Neden Bu Kadar Nefret Ediyordu?