İnsanın Bir Nebze İyi Hissetmeye İhtiyacı Olduğu Her An Terapi Niyetine İzleyebileceği Filmler

Gerek hissettirdikleriyle gerekse düşündürdükleriyle izledikten sonra insanda çok başka bir tat bırakan filmler.


burn after reading

izlerken "ya ne tuhaf bi film olmuş" dediğim, bittikten sonra "ne de güzel olmuş" dediğim film.

intouchables

salt samimiyet olan film. kalıplara sığdırılmaya çalışılmayan bir dostluk, öyle kelimelere de gelmeyecek cinsten. arınmaya, rahatlamaya ihtiyaç duyduğunuz bir anda açıp izleyin muhakkak. dediğim gibi kelimelerle anlatılmıyor ama, hissedeceksiniz.

big fish

tim burton'ın şu ana kadar çekip çekeceği en az masalsı ve en gerçekçi filmi. filmin ana fikri ise kanımca 'hayatın kendisi sıkıcıdır, onu süsleyin, bezeyin, masallaştırın ki (hem anlatırken hem kendi kafanızda) hayatınıza renk gelsin'dir. aynı tim burton'ın filmlerindeki gibi....

the secret life of walter mitty

çıkın dolaşın kendi dünyanızda tıkılı kalmayın şu koccaman dünyada yaşayın, tadını çıkarın diyor film. insana yaşadığını hatırlatan bir film, ben stillerın hem oyuncu hem yönetmen olarak en güzel işlerinden. filmde tam da bir doruk noktası voov diye kendinizden geçtiğiniz bir nokta yok ama kendi güzel temposunda duygusallaşıp izliyorsunuz.

the grand budapest hotel

yönetmenin her sahnesinde ne yapıp edip simetriyi yakaladığı bir film. kusursuz, hatta oldukça takıntılı bir simetri söz konusu film boyunca. çok çeşitli renkler kullanılmasına rağmen yakalanan renk uyumları da çok etkileyici. izlediğim en "düzgün" film diyebilirim.

hikayesiyle değil, estetiğiyle etki ediyor insana. sinemadan çıkınca fark etmeden koridorun ortasından yürüyorsunuz falan. alttan alttan ocd veriyor bünyeye.

3 idiots

hintliler ve türklerin espri anlayışı, dertleri, memleket meseleleri, eğitim sistemleri, çocuk yetiştirme stilleri hep hep ne kadar da aynıymış dedirten filmdir. iki saniyede bir güldürmüş ardından iki saniye göz yaşartmıştır. kendi içimizden bir hikaye... hangimiz mühendisliği bırakıp fotoğrafçı olmak istemedik ki.

the life aquatic with steve zissou

daha ilk dakikasından itibaren insanın içine kocaman bir sıcaklık yayan bir film bu. albino yunusları, cousteau bereleri, jaguar köpekbalıkları, üç ayaklı cody, david bowie şarkılarının portekizce versiyonları, adidas zissou, sigur ros, kostümleri, korsanlardan rehine kurtarma sahnesi... ve daha niceleri ile rengarenk. gerek insan ilişkilerine bakışı, gerekse olaylara eleştirel yaklaşımı ile absürtlük ile sarmalanmış ama mizahın dozunu da mantıklı bir şekilde koymayı ihmal etmemiş muhteşem bir film.

moonrise kingdom

çok keyifli bir film. özellikle sevgililere sesleniyorum. sinemada ya da evde fark etmez, zevkle izleyebileceğiniz hoş bir film bu. aptal romantik komedilerden gına gelen bünyeme ilaç gibi geldi. ayrıca ne bill murray ne edward norton ne de harvey keitel, kanımca bu filmi film yapan bruce willis. bir adama polis rolü bu kadar mı yakışır arkadaş.. kaçıncı film bu polisi oynadığı bilmiyorum ama sene 1965 bile olsa, üniforma tuhaf bile dursa üzerinde, bruce yine o bildiğimiz karizmatik polis. bayıldım.

forrest gump

ne zaman hayatımda işler sarpa sarıp da uzun uzun düşünmeye, derin derin analiz etmeye ve çok çok anlamak türünden çabalar vermeye başlasam bir şeyleri hemen sarılıyorum bu filme ve filmi bitirdiğimde şunu diyorum kendime;

hayatı yaşamak için biraz aptal olmak lazım.

ertesi gün hiç bir şey çok da karmaşık olmuyor sonra.

en az senede 4-5 kere izliyorum bu filmi. ama soundtrack etkisi de yadsınamaz tabi.

click 

yitirdiğimiz aile(buna arkadaşları dahil etmek de mümkündür) sosyalliğimiz ve kendimizi kaptırdığımız başka türlü şeyler, hırslar bu filmi izlediğimde yok olup gidiyor. işin de canı cehenneme, kariyerin de, paranın da...

yılda 1 kere gideri var, bazen 2.

blow 

bu film her ne kadar bir "suç" filmi olarak kategorize edilmiş olsa da filmin işleyişine, gelişimine baktığımızda gene ciddi alt mesajlar var. bu filmi de en çok hayatıma dair köklü kararlar vermenin arefesinde izliyorum açıp. belki cesaretlendirici bir yanı var. kadın-erkek ilişkileri ve şu freud denen zibidinin dedikleriyle de alakalı bir tarafı var bu filmin, örtüşüyor fena halde.

yılda 2 kere kesin, dönemsel olarak 4'ü görür. gene soundtrack etkisi mevcuttur.

the butterfly effect 

bir de bu film var-ama ilk film, ikinci ve üçüncü filmler beş para etmez ilkinin üzerine-. bu öyle çok sık değil ama birkaç senede bir döner ekranımda ve her defasında "vay amına koyim, attığım küçücük adımlar beni nasıl da yaşatmış" diye sorgularken bulurum kendimi. daha özenli atarım hayatımdaki küçük adımları falan ve filan.

Bu içerik de ilginizi çekebilir