İnsanın Mutsuzluğunu Günlük Hayatın Boş İşleriyle Açıklayan Bir Depresyon İrdelemesi

İnsanoğlunun kendine kurduğu yapay dünya, mutsuzluğunun başlıca sebebi olabilir mi?
İnsanın Mutsuzluğunu Günlük Hayatın Boş İşleriyle Açıklayan Bir Depresyon İrdelemesi
It's Kind of a Funny Story (2010)


ayakkabımız rahatsız olduğunda ayağımızı vurur ve nereyi acıttığını istemesek de biliriz

peki toplum veya hayatımız rahatsız olduğunda neremizi vurur? çok farklı işler için tasarlanmış sistemlerde tüm ömrümüz geçtiğinde? okuma yazma, biraz da cebir öğreteyim diye sizin zamanınızı alan sistem size birden her şeyi öğretmeye kalktığında? 30 yaşınıza geldiğinizde ve gerçekten bir anlamı olan hiçbir şeye dair en ufacık bir içerikle bile karşılaşmadığınızı fark ettiğinizde? bir şeyler için çok geç olduğunu anladığınızda veya sizi öyleymiş gibi kandırdıklarında?

işte hayatlarımız bizi sıkınca da "depresyon" kavramı altına sıkış tepiş toplamaya çalıştığımız bir sürü şekilde bizi vuruyor. sadece depresyon değil aslında ama en ayağa düşmüş olan bu diye buraya yazıyorum.

bize hiç uygun olmayan, son birkaç yüzyılda derme çatma kurgulanmış acayip hayatlar yaşıyoruz. kendimizi bilmiyoruz, öğrenmemiz yönünde de hiçbir çabamız yok. saatlerimizi, haftalarımızı, aylarımızı ve sonunda yıllarımızı tamamen lüzumsuz işler peşinde koşarak geçiriyoruz ve sürecin her noktasında biraz daha bu lüzumsuz işlerin peşinde gidersek başarabileceğimize inanıyoruz. biraz daha param olursa tamam mutlu olacağım. biraz daha okursam aydınlanacağım. biraz daha direnirsem refaha çıkacağım.


bunlar hiç bitmedikçe aslında vücudun sabrı tükeniyor

tamam diyor 6 yaşından 26 yaşına kadar hiçbir şey öğrenmediğin okula gitmene izin verdim ama şimdi çıkmış diyorsun ki bir de 30 yıl boyunca bir ofiste çalışmam gerekiyormuş. niye? yemek bulayım diye. ben sana zaten yemek bulurum. ben doğadaki en becerikli canlıyım. ben kutupta ve çölde hayatta kaldım. ağaçtan mızrak yapıp 20 katım canlıyı avladım, ateş yaktım buz devrini atlattım. sen bana gelmiş diyorsun ki 50 yıllık bu çabaya gireceğiz ve sonunda yeme-içme-barınma elde edeceğiz.

işte tam burada, yani zurnanın son deliğinde, toplum araya giriyor ve bize diyor ki, öyle deme, ben sana sinema, sanat, bilim, doğa öğreteceğim, ortamlar, teknolojiler...

vücut içten içe biliyor 17. dereceden laplace denklemi çözmenin veya 14. yy katedral mimarisindeki heykellerin şeceresini çıkarmanın bomboş iş olduğunu. daha doğrusu vücut diyor ki bunları yapacaksan yap yine ama beni buna mahkum etme. kediyim ben, köpeğim ben, hayvanım ben, maymunum ben. ağaca çıkmam lazım, soyunmam lazım, alet yapmam lazım, yorulmam lazım. sanatla ilgilenmem lazım mesela ama sikko nolan'ın sikko filmleri değil ki sanat. o sadece çok spesifik bir örneği. ben ateş yakarak veya ıslık çalarak veya duvara bir şey çizerek dışa vurmalıyım kendimi. ben başkayım. ben buyum. sen de istiyorsan ufak kolyeler yaparak dışa vur, diğeri şiir yazsın.

hayat vurmaya, bizi sıkmaya, canımızı yakmaya, şeklimizi bozmaya devam ediyor ve bunun aslında ne kadar sade bir mekanizma olduğunu anlamak yerine cevabı acayip şeylerde arıyoruz. psikologlar, eğitim videoları, seminerler, ilaçlar, uyuşturucular, bitmeyen sosyallik ve ağlaşmalar, sürekli mekan veya tarz değiştirmeler, günde 4-5 kere instagram'da fotoğraf paylaşmalar, ortalama 6 saat nargile içip tamamen boş oturmalar, sırf yapmak için yapılan seks...


insan bugüne kadar yaşadığı her türlü ortamı evcilleştirdi yani kendi fiziksel özelliklerine uyacak şekle soktu

şehirlerde veya modern toplumda ise bunların zaten böyle tasarlandığına dair bir algı var. sağlık sisteminin gerçekten bizim sağlığımız özenle düşünülerek tasarlandığını sanıyoruz. veya okulların, üniversitelerin gerçekten bir şey öğretecek yeterlilikte olduklarına inanıyoruz. hatta bunun ötesinde bunları birincil otorite sayıyoruz. evlilik kurumu bizi nadiren düşündürüyor. stada gidip bizi aslında zerre ilgilendirmeyen bir rekabetin taraflarını desteklemek için anırmak bize çok normal geliyor. gün boyu elimizdeki ufak telefonları ovalıyoruz ve çok ciddi bir şeyler keşfettiğimizi sanıyoruz. telefonun önüne bir tane gözlük takıp vr diye satıyorlar, aklımız çıkıyor. gerçekliği bir dakika sorgulamıyoruz ama vr ile porno izlemeye çalışıyoruz. bizi yöneten insanların olması ilginç gelmiyor mesela. hatta ciddi ciddi beni bu yönetsin falan diyoruz, kampanyalar düzenliyoruz, sayfalarca içerik üretiyoruz. güzel olan, değerli olan ne varsa ona bir isim vermişiz ki o güzele ulaşamıyor olmamızın suçunu kendimizde aramayalım. deha, yetenek, fıtrat demişiz mesela günlerini, haftalarını, aylarını ve sonunda yıllarını ciddi bir iş yapmaya vermiş adamların emeğinin sonucu olarak çıkan şeylere. michelangelo dehaydı diyoruz yıllarca bir mermerin başında çalışmanın hikmetini bir kenara itip. deha diyoruz ki kimse bizden beklemesin bunları. bu çocukta müzik yeteneği var diyoruz ki bir tane enstrümanın başına geçip 2 saat bile uğraşmamış olmamızdan ötürü suçlu tutulamayalım.

kedi neyse insan da odur. ağaç neyse insan da odur. sağlıksız bir ağaç gördüğünüzde ağacı düzeltmeye çalışmazsınız, ortamı düzeltmeye çalışırsınız. çünkü bilirsiniz ki o ortamdaki bir şeylerden ötürü ağaç sağlıksızdır. ama konu insan olunca ufak bir hapla veya saati 200 liralık bir sohbetle her şeyin çözüleceğine inanıyoruz. ortamı değil bireyi hasta sanıyoruz.

her kim ki bunları ciddiyetle irdeler, o kişi için yakındır depresyondan veya muadili her türlü zırvadan kurtulmak, dirlik içinde bir bireye dönüşmek.

Bu içerik de ilginizi çekebilir