İnsanların Üremesine Karşı Olan ve Doğumu Kötüleyen Felsefi Görüş: Antinatalizm

Her zaman yaşam ve hayatta olmak kutsanacak değil ya. İşte, "dünyaya gelmektense hiç gelmemek daha iyi" diyen antinatalizm görüşü.
İnsanların Üremesine Karşı Olan ve Doğumu Kötüleyen Felsefi Görüş: Antinatalizm

antinatalizm: ıstırap ve haz arasında bir simetri olmadığından, dünyaya gelmeye olumsuz bir değer yükleyen akımdır. insanlar için hiç var olmamanın, var olmaktan iyi olduğu fikridir.

parerga ile paralipomena'da da kaleme alındığı gibi, ilk etapta, hiç kimse mutlu değildir, fakat çoğu kişi yaşamı boyunca kendisini hayal kırıklığına uğratacak, var olduğu iddia edilen bir mutluluk için çabalar. bu biraz da insan merkezci düşünmekten kaynaklanır, çocukluk döneminde bilinç dışına işlenmiş olan, doğanın insan mutluluğu için dizayn edildiği yanılgısından.

antinatalizmi farklı açılardan değerlendirebiliriz

utilitaryen perspektifte, iyi eylemin faydayı en üst düzeye çıkaran olduğu söylenir. lakin en az acılar kadar sürekli olan bir mutluluk, insanların yaşamlarını idame ettirebilmek için yarattıkları pragmatik bir yalansa, iyi eylemin faydayı en üst düzeye çıkaran olduğu fikrinden daha mantıklı bir düşünce biçimi çıkacaktır ortaya ki bu, mutluluğu arttırmaya çalışmaktan ziyade, acıyı azaltmanın daha doğru, daha işlevsel olacağı fikridir. bu etik kurama negatif utilitaryenizm denir, bu yönden antinatalizm, negatif utilitaryen bir felsefe olarak değerlendirilir. antinatalist etikte, yaşamı boyunca çok mutlu olacağından emin olsak bile, dünyaya bir çocuk getirmek için ahlaki bir yükümlülüğümüz yoktur. fakat mutsuz olacağını öngörebiliyor isek, dünyaya bir çocuk getirmememiz ahlaki bir zorunluluktur. bu argümanlar, narveson'a aittir. fakat kendisinden sonra gelen antinatalistler de düşüncelerini ifade ederlerken, bu argümanları sık sık kullanmışlardır.


bazı kapitalizm karşıtları da antinatalizme yönelebilirler. kapitalizm sınırlanmamış bir tüketim ihtiyacı üzerine kurulu olduğundan (buradaki ihtiyacın pek hayati olmadığını söylemek mümkün, daha çok sonu gelmeyen bir dopaminerjik şımarıklıktan söz ediyoruz.) kontrolsüz prokreasyon ile barış içindedir. yine de antinatalistlerin herhangi bir ekonomik ve siyasi sistem benimsemesi oldukça güçtür, sorunun kapitalizm olduğunu söylemek pek doğru olmayacaktır çünkü kapitalizm, özünde ekonomik darwinizmdir. darwinizm ise yaşamın kökündedir.

bunların yanı sıra, kadınların türlerini sürdürmek için var oldukları düşüncesi, ne yazık ki hâlâ dünyada yaygındır. bazı feministler de, kadınların baskılanması ve natalizm arasında güçlü bir bağ gördüklerinden antinatalizme yönelebilirler. kadınları prokreasyon için baskılamak, onları erkeklere bağımlı bir sınıf haline getirir. erkeklerin pek maruz kalmadığı bu baskılama, kadınları özgürleştirecek olan fiziksel ve entelektüel bağımsızlığın gerekliliklerine aykırı olacaktır.

bir diğer yandan kantçılar, kişinin ancak anne-babasının veya başkalarının çıkarları uğruna dünyaya getirilebileceğine dikkat çekerler.

bireysel olarak antinatalist olmama rağmen; "bu dünyaya çocuk getirmek kötücül bir eylemdir" pedantikliği ile etrafa saldırmaktan ziyade, dünyanın kaçınılmaz olan değişiminde umut ışığını söndürmeye çalışmamayı daha doğru bulanlardanım. iyiyi ve kötüyü; soyut, matematiksel bir hedonik cetvel ile ölçmenin ne kadar mantıklı olacağı kişiye kalmış olmakla beraber, mevcut hedonik cetvelin gelecekte biyoteknoloji ile daha pozitif mertebelere kaydırılıp kaydırılamayacağı da oldukça ilginç bir tartışma konusudur. hoş olmayan deneyimlerin gen editlemeleri ile aşılıp aşılamayacağı, değiştirilmiş ödül sistemleri, kadınları cinsel rollerinden kurtaran yapay rahimler, sosyal devrimler: bunlar kantçı argümanlar hariç popüler antinatalist argümanları sarsabilirler.

yine de o zamana kadar:

"mama,
i don't want to die,
i sometimes wish i'd never been born at all."

antinatalizmin temelde iki bileşeni vardır

1. “hisseden bir varlık olarak bu sefil dünyaya gelme talihsizliğini yaşayan insan, acı çekmeye mahkumdur, bir canı daha bu çileye ortak etmenin ne gereği var?” düşüncesi.

2. dünyaya gelen her bir yeni insan, diğer insanlar ve genel olarak dünya üzerinde olumsuz etki bırakma ihtimalini barındırır; bu bakımdan dünya üzerindeki insan nüfusunun azaltılması hatta mümkünse yok edilmesi gerekir inancı.

yanlış anlaşılmasın, 2. bileşen üzerinden yürüyen argümanlar, hep birlikte intihar edelim ya da patlatalım nükleeri, dümdüz olsun gezegen demezler. çocuk yapmanın vergilendirilmesini, doktor-destekli intiharın yaygınlaşmasını, hayvanlara verilen zararın minimize edilmesi için tüketilen etin sınırlandırılmasını vs. savunurlar.

bu yazıda ben daha ziyade ilk bileşen üzerinde duracağım.

bir antinatalist için dünyaya gelmek ve yaşamak, hiçbir koşulda çekilen acıya değmez. hayatın sunabileceği kısıtlı zevkler, varoluşun neden olduğu sıkıntılarla hiçbir şekilde boy ölçüşemez. zevkin yokluğu nötr bir durumdur; oysa acının yokluğu iyidir. ve iyi, nötr’den üstündür >> ergo >> doğmaya ne gerek vardı?

bunun için elbette, yaşamın acı çekmekten ibaret olduğu, acı çekmenin de – ecnebilerin deyimiyle “suffering” – kötü olduğu önkabulüne sahip olmamız gerekir. bu da bizi, kaçınılmaz olarak, biraz indirgemeci yapar. çile çekmenin kemale ermek için gerekli ve hatta ilahi bir şekilde “güzel” olduğunu; zorlukların kendilerini güçlü kıldığını savunanlarımız olacaktır. romantizmlerini takdir etmekle birlikte “hadi ordan” deme hakkımı da saklı tutuyorum. rasyonel düzlemde kabul edebileceğimiz ve bizi indirgemecilikten kurtaracak tek şey varsa, o da acının ve zevkin ölümüne göreceli olduğu gerçeği olabilir. ama yine de acının varlığı ve tüm yaşama nüfuz etmişliği yadsınamaz.


“vardır bunda da bir hayır”
diyen optimist yaratıklar olarak evrimleşmiş olmamız, gerçekten her şeyde bir hayır olduğu anlamına gelmiyor maalesef. hayatta kalabilmek ve yaşamımıza bir anlam verebilmek için buna ihtiyaç duyuyoruz. oysa koi balıklarından, macaw papağanlarından hatta bazı midye türlerinden bile kısa bir yaşam süremiz var. 80 yılın her günü bir anlam üretsek ne olacak? insanın kibri gerçekten çok gülünç olabiliyor. ilkel bir çoğalma, korunma ve soyunu devam ettirme içgüdüsüyle yaptığı şeylere (çocuk yapmak), ulvi ve romantik anlamlar yüklemeye çalışmasını izlemek oldukça eğlenceli esasen. temelde, eşcinsel ilişkinin toplumlarda kabul görmemesinin nedeni bile üretken (reproductive) olmamasıdır. sisteme dişli üretmeyeceksen sevişmenin ne anlamı var öyle değil mi?

antinatalizm hakkında web’de hızlı bir arama yaptığınızda karşınıza sıklıkla david benatar ve nadeem ali gibi isimler çıkacaktır. ama kanımca, varoluşu bir “yük” olarak gören schopenhauer’ın, “yok etmek nasıl şiddet içeriyorsa, eninde sonunda çürüyüp gideceğini bildiğin bir şeyi var etmek de aynı şekilde şiddet içerir” diyen gandhi’nin ya da “beni döllendirenin günahını çekiyorum, kimse benim günahımı çekmeyecek” diye söz veren ebu'l-a'la el-ma'arri’nin de onlardan aşağı kalır yanı yoktur.

ve elbette ömer hayyam’ın…

gelişim elimde olsaydı, dünyaya gelmezdim.
gitmem de elimde olsaydı, nasıl giderdim?
bu harap dünyada daha iyisi olur muydu;
ne gelseydim, ne gitseydim, ne de var olsaydım.

hiç rızam olmaksızın, dünyaya getirildim.
hayretlerimden başka, artmadı hiçbir şeyim.
bir gün yine aniden gideceğim dünyadan;
maksat neydi gelmekten, hiç anlamış değilim.

can verinceye dek, bu çorak yerde,
dertten başka, ne edilir elde?
ne mutlu, çabuk gidene dünyadan!
anasından hiç doğmayan kişidir asude.

İki Çocuk Annesi Bir Kadının Gözünden: Çocuk Yapmak Gerçekten de Hiç Pişman Olunmayacak Bir Şey mi?