İranlı Yönetmen Asgar Ferhadî, Neden Türk Sinemacıların Örnek Alması Gereken Bir İsim?

Ferhadi, 2011'de Bir Ayrılık, 2017'de ise Satıcı filmleriyle iki kez Yabancı Dilde En İyi Film dalında Oscar ödülünün sahibi olmuştu. Sözlük yazarı "kulotsuzcorap" ise Ferhadi'nin son filmi Satıcı üzerinden İranlı yönetmenin sinemasının matematiğini ve Türk sinemasının örnek alması gereken yönlerini anlatıyor.
İranlı Yönetmen Asgar Ferhadî, Neden Türk Sinemacıların Örnek Alması Gereken Bir İsim?


farhadi çağdaşları gibi derdi olan nitelikli filmler yaparken kendi sinemasal kodlarını oluşturan ender yönetmenlerden

yani bir auteur. auteur kavramıyle ilgili olarak amerikalı eleştirmen andrew sarris “notes on the auteur theory in 1962” adlı makalesinde tüm auteur yönetmenleri diğer yönetmenlerden ayıran özellikler olarak teknik ustalık, kişisel stil ve içsel anlam kavramlarını ortaya koymuştur. andré bazin ise sarris’in kişisel nitelik kriterlerinin yanına tarihsel, toplumsal, ekonomik, üretimsel birçok değişkeni de eklemiştir. claude levis strauss’un yapısalcı yaklaşımı ise auteur analizine aktarılarak yönetmenlerin filmlerindeki benzerlikler ve tekrarlarla birlikte farklılıkların ve karşıtlıkların önemine dikkat çekilmiştir.

farhadi tüm bu tanımlamaları neredeyse eksiz bir şekilde karşılayan ender yönetmenlerden. özellikle türk sinemacılarının şiddetle, hararetle örnek almaları gereken bir deha. farhadi'nin doğup büyüdüğü kültürün türkiye ile olan benzerlikleri aşikar. her şeyden önce islam kültürünün yoğurduğu teslimiyet, sansür, günah, itaat, din-sosyoloji, din-toplum ve tüm bunların uzantısı olarak ahlak, vicdan gibi kavram ilişkilerini ve yansımalarını kültürümüzle örtüştürmek mümkün. türk sinemasının on yıllardır anlatmayı beceremediği her şeyi, didaktik olmadan, ağdalı melodramatik bir anlatıma yaslanmadan, istismara açık, uyarıcı görevi gören her türden ajitatif yaklaşımı dışlayarak ele alıyor farhadi.

türk sinemasının genel problemlemlerinden biri çok fazla şey anlatma isteğinin bir tür şablon duyguyla ele alınması, her türden ifade ve duygu aynı potada eritmeye çalışması ve en önemlisi karakterlerini ele alış biçiminde onları gerçek kılacak doğallıktan fersah fersah uzak olması. geçen senenin en sevdiğim filmleri sarmaşık ve abluka gibi iki iyi filmde de saydığım bu eksikler ziyadesiyle mevcut.

Sarmaşık filminden.

her şeyden önce türk yönetmenlerin neredeyse tamamı oyuncu yönetimi konusunda hiçbir şey bilmiyorlar. evet kesinlikle yönetmenlerimizi bu konuda çok zayıflar. çünkü oyunculuk hakkında hiçbir fikirleri yok. senaryoda yazan her şeyin oyunucunun doğal yorumu sonucu karşılığını bulabileceğini düşünecek kadar oyuncu yönetmekten bi haber yönetmenler, donuk, sönük, benzeş, mizansen noktasında rezalet derecesinde kötü oyunuculukları yönetiyorlar. oyuncu ne kadar iyi olursa olsun, karakteri ne kadar iyi yorumlarsa yorumlasın yönetmen sahip olduğu entelektüel derinlik, içkin okuma ve yaklaşımla oyuncuyu yönetebilmeli. oyuncunun üstünde hakimiyet kurabilmeli. ama bizde maalesef oyuncunun sırtını sıvazlayıp aynı perdeden, aynı tonal yaklaşımla yorumlanan neredeyse tek bir filmin devamıymışçasına benzeş oyunculuk performansları görmek sıradan bir durum halinde.

sarmaşık ve abluka filmlerinde oynayan kadir çermik ve mehmet özgür'ün fiziksel benzerliklerinin de etkisiyle aynı rolü oynayan kişiler olduğunu düşünen tek ben değilimdir muhtemelen. ki bu saydığım iki film bence türk sineması için çok değerli filmler. ama her iki filmde de oyuncu yönetimi noktasında sorunlar var. böylesi iyi iki filmde bile oyuncu yönetimi sıkıntılıysa diğer filmlere girmek bile istemiyorum.

bunları yazma sebebim farhadi'nin neredeyse 125 dakikalık filminin son 20-25 dakikasında görünüp oyunuculuk şovu yapan farid sajjadi hosseini'nin performansına da dikkat çekmek. sıradan, basit bir karakteri öylesine ince, öylesine gerçek, öylesine vurucu bir şekilde oynuyor ki gördüğünüz şeyin yaşamla kesiştiği, buluştuğu alan gerçekliğini tam da deneyimlerinizin üstüne kuruyor. özellikle tipoloji olarak türklere, hatta özellikle pazarcılara (küçümsemek için vurgulamıyorum, yanlış anlaşılmasın lütfen) benzeyen naser karakterini etrafımda gördüğüm, tanışık olduğum, gözlemlediğim insanlardan ayıramadım. işte oyunculuk bu. ama daha önemlisi oyuncu yönetimi bu. 

Farid Sajjadi Hosseini

farhadi dramatik yapısını en ilkel dürtüyle kuruyor her şeyden önce. çatışmanın en basit kuralıyla. bu insanlar kim, burada ne yapıyorlar? senaryoda sorulması ve elbet cevaplanması gereken ilk sorulardır bunlar. bunlar aynı zamandan senaryonuzunu yani filminizin temel dertlerini ifade eder. yani tema- mesaj- önerme. işte farhadi'yi birçok sanatsevici yönetmenden ayıran temel şey bu. farhadi hiçbir filminde zorlama bir dramatik yapı kurmuyor. en basit sorulara, en basit cevapları verme peşinde. öyle karışık, dolambaçlı, twistli senaryolar peşinde koşmuyor. dolantıyı oluştururken sorduğu basit soruların karşılığı olan cevapları sürekli bir kişsel hesaplaşma bağlamına oturtarak karakterlerin ahlaki yaklaşımını, değişen vicdani sorgulamaları genişleterek ışık tuttuğu basit görüntünün arka planını doğal bir şekilde zenginleştiriyor. böylelikle filmlerinin kurgusunda herkesin belirttiği o akışkanlığı da sağlıyor.

daha önce söyledim, yine söylüyorum. sinema okullarımızda farhadi filmleri ve senaryoları ders niyetine okutulmalı

sanat filmi yapmak isteyen tüm sinema aşıklarının basit, doğal yaklaşımla kendi kültürlerinden hareketle nasıl evrensel bir ölçüte kavuşabileceğinin formülünü taşıyor yönetmenin filmleri. hatta tiyatro yapan arkadaşlara da kesinlikle öneriyorum. çünkü farhadi'nin tüm filmleri aynı zamanda ziyadesiyle teatral. özellikle bir ayrılık ve geçmiş filmleri karakter eksenli yoğun diyalog yapısı ve güçlü dramatik etkisiyle tiyatro sahneleri için biçilmiş kaftan. ama bizde tiyatro dehaları da hala shakespeare falan oynamaya devam ediyorlar.

bizde ise yönetmenler tek bir hikaye anlatma derdiyle yola çıkıp, hikayenin içine bir sürü baharat katarak filmlerini zenginleştirdiklerini düşünüyorlar. ve genelde hepsi de tam olarak derdini anlatamayan, mesajın, önermenin belirsizleştiği ya da temel derdin izleyicinin gözüne sokulduğu kuru, donuk, renksiz, tatsız tuzsuz filmler çekiyorlar. karakterlerine kondurdukları etiketleri adeta bir motif gibi karaktlerin üstüne giydirip içselleştiremiyorlar. filmlerdeki tüm karakterler -üstelik alegori falan olmadan- bir değerin, ahlaki bir kavramın karşılığı olarak ortada dolaşıyorlar. normatif değerlerin temsili olan bu karakterler inandırıcılıktan uzak bir şekilde ya dostoyevski romanlarından fırlamışçasına derin tipler oluyor, ya da derinliklerini işe yaramayan bir tür sessizlik ve uzaklara dalarım/cigaramı yakarım düsturuyla inşa eden yüzeysel karakterler olarak perdede boy gösteriyorlar.

fazla fazla anlatma arzusuna yenik düşen yönetmenlerimiz ya işe yaramaz sessizlikler, uzun planlarla fazlasıyla simgesel bir anlatımın tuzağına düşüp neredeyse hiçbir şey göstermeden yani ima ederek ''hadi bakalım seyirci, tahmin et ne söylediğimi'' oyunu oynuyorlar, ya da bir sürü imaj, kavram, durumu gözümüze sokarak bizlere üstüne düşünmek, yorumlamak için alan bırakmıyorlar.

farhadi ise peşine düştüğü sorulara cevap ararken sadece cevabın kendisiyle ilgilenmiyor elbet. cevabın etki alanıyla, yaratacağı yüzleşmeyle, meyil ettiği kötülük ve normalleşmeyle ilgleniyor. zaten kendisinin de ifade ettiği gibi cevaplardan ziyade sorularla ilgileniyor.

kriminal yaklaşımını oturttuğu polisiye şablonları fazlasıyla tanıdık farhadi'nin. ister salt bir kadın-erkek ilişkisini anlatsın, ister bir tecavüz ya da kayıp vakasını. hep aynı noktadan başlayarak yüzleşmenin perdesini aralıyor. her defasında toplum, aile, din, devlet, kimlik gibi kavram ve kurumların birey üstünde belirleyici olan yapısal formunu parçalamaya çalışıyor.

kötülüğü salt bir eylem, bir ifade gibi ele almıyor. kavramları şablon, formülize bir bakışla somutlamıyor. göstermek yerine ima ettiği şeyleri havada bırakmıyor. hem seyircisine bir çözümleme alanı bırakıyor hem de düşünme, yorumlama payı.


nitekim son filmi de tanıdık farhadi formülüyle işliyor

tam olarak görmediğimiz kriminal bir durum, bu durumla yüzleşme safhası ve durumun açıklığa kavuşması. bu üç ayaklı anlatıyı tarihsel, toplumsal gerçeğin payandasıyla somutlayıp, içini, dışını, sağını, solunu, yaşamın, gerçeğin, insanın doğal harcıyla örüyor.

satıcı ifadesi bir çok anlam taşıyor filmde. miller'ın meşhur oyununa yaptığı göndermeler bariz -elbet bizde hiç kimse okumamıştır oyunu orası da aşikar.- burada satmak fiilinin birçok işlevi var. arabasını satan, evini kiralayan, bedenini satan, don, kazak satan. kendini gururlu biri olarak satan, mağrur ve mağdur olarak satan. hem somut hem felsefi bir yaklaşım var bu sözcüğe. sözcüğün anlamı filmin içinde -elbet oyunun da ismi ve konusu- birçok simetriyi ortaya çıkarıyor.

bir eğitmenin yani öğretmenin başlarda müşfik ve anlayışlı portresi içine düştüğü durumla giderek devletin tahakkümüyle benzeş bir şiddetçil, sansürcü zihniyete dönüşüyor örneğin. başlarda takside maruz kaldığı neredeyse tacizci yaftasına bile sinirlenmeyen ve bunu olgunlukla karşılayan entelektüel, toplumsal baskının, saflaşmanın, ayıplanmanın girdabına düştüğünde önceki fikirlerine ters bir yapıya bürünüyor. burada elbet devlet, din ve kanunlar ekseninde bir eleştiri var. birey ve toplum ilişkisinde sağlıklı bir ahlaki zemin hazırlanmadığında, devlet, yasaları usun, kişisel hak ve özgürlüklerin yani aklın ve bilimin gerektirdiği bir evrensellik yerine, baskılanan, ayıplanan, itaat eden, boyun eğen bir gerçeklikle yani dini teamüllerle kurduğunda birey başına gelen olaylarla yüzleşmek yerine onları inkar etmeyi, bastırmayı seçiyor. bu da hem psikolojik hem sosyolojik bir değişim yaratıyor. bireyden, topluma derdini anlatamayan insanların gerçekle yüzleşmek yerine bastırdıkları gizli bir toplumsal sözleşme kabul görüyor. ve böylelikle otoriter devlet yapısı onaylanıyor.

yaşanan tüm bu değişim doğal olarak kişisel ilişkilerde dönüşsüz bir yola girilmesine sebep oluyor. kanunlar karşısında haklı olmasına rağmen, fiili toplumsal baskının angajman alanına dahil olmamak için başına geleni itaatkar şekilde kabullenen birey öfkesini, nefretini başka bir şeye yöneltmek ya da dönüştürmek zorunda. tıpkı eşinin başına gelenlerden ötürü onlara evi bulan rol arkadaşı babak'ı suçlayan emad'ın sahnede yazılı olan repliklerin dışına çıkıp, içinde büyüttüğü öfkeyi kusması gibi.


burada çarpıcı olan şey şu; kötü bir durum sırf kanunlara olan güvensizlikten ötürü ve elbet toplumun her türden ayıplamasına karşın korunma içgüdüsüyle bastırılıyor. polise, kanuna, devlete yapılacak izahatların işe yaramayacağı fikri bireye öyle bir işlemiş ki başına gelen kötülüğün cezasız kalması kaçınılmaz. al sana türkiye işte. dövülen, öldürülen, tecavüze uğrayan kadınların genel durumu tam da bu işte. kocalar, evlatlar, sevgililer, babalar, abiler kişisel intikamın peşine düşmeli mi, düşmemeli mi ikilemi bu topraklar için lüks bir soru değil. hatta bizim şanlı sinemacılarımızın bugüne değin hala bu meseleye gereken nitelikli bakışı atmamış olmaları da bizlerin eksikliği.

her türden korkuyla kurulan ve ötekinin tamamlayıcı fantezisi olan sansür kendi gerçeğini yaratıyor elbet. evet sansür aynı zamanda onu gerekli görüp, uygulayanların gizli fantezisidir. yaşamın içinde giremediği, erişemediği, kabul görmediği her türden kimliğe, bakışa, ifadeye karşı oluşturulmuş şiddetçil bir cephedir sansür. insanı kırıp, parçalarına ayırırken, kendiyle çelişmesine, ahlaki ikilemlere düşmesine, mücadele gücünün ondan alınmasına, her türden haksızlık karşısında çaresizliği tatmasına ve elbet yenilmesine aracılık eder. böylelikle yapılan haksızlıklar karşısında dik durup, mücadele etmek yerine, bu haksızlıklarla mücadele edenlerin şeytanlaştırıldığı, düşmanlaştırıldığı, saflaştırıldığı ikiyüzlü bir toplum yaratılıyor.

kısacası farhadi'nin filmi, algısı biraz açık her türden insan için, bizlerden birinin bu topraklarda çekip, derdini anlattığı bir filmden farksız

her şeyiyle bu kültürün kodlarıyla kesişiyor. filmi neresinden okursanız okuyun günümüz türkiye'nin izlerini görüyorsunuz. işte farhadi böylesine evrensel bir gerçeklik yakalayabildiği için bile örnek alınması gereken bir yönetmen. umarım bizim sanatsevici yönetmenciklerimiz bu adamdan biraz olsun feyz alırlar.

meselesi olan filmler çekmek için gereksindikleri o taş devrinden kalma sinemasal ifadeler yerine kendi sinemasal ifadesini bulmaya çalışan yönetmenlerin filmlerini görmeyi iple çekiyoruz bu topraklarda. elbet iyi yönetmenlar var bu topraklarda. ama özellikle çağcıl yönetmenler içersinde hala dört başı mamur sinema yapanı mevcut değil. işte farhadi gibi bir örnek bence sinemayla ilgilenen herkes için bulunmaz bir nimet. etinden, sütünden faydalanmalı. the salesman yönetmen sinemasının bir ürünü olarak sinema tarihine adını altın harflerle kazıyor kısacası.

ABD'de, Siber Zorbalık İçin İlk Eyalet Yasasının Oluşturulmasına Sebep Veren Ölüm: Megan Meier