İstanbul'da Geçen Three Thousand Years of Longing Filminin Alt Metin İncelemesi

Karikatürist Erdil Yaşaroğlu'nun da rol alması ve neredeyse komple İstanbul'da geçmesi sebebiyle dikkatimizi ekstra cezbeden filmin neleri anlattığına kulak verelim biraz.
İstanbul'da Geçen Three Thousand Years of Longing Filminin Alt Metin İncelemesi

three thousand years of longing... büyükler için varoluşsal peri masallarından birine hoş geldiniz. öncelikle "ya-şa-sın!" demek istiyorum: iyi ki mitoslar var! mitoslar olmaksızın yaşam kupkuru... hatta sevdiğim bir tabirle söyleyeyim izninizle, güdük!

yalnız dikkatinizi çekerim "mitoloji" demedim. hemen bir ayrım yapalım; mitoloji nedir? (ki anlatıda da irdelenmekte zaten) mitos'ların logic'e, yani akla taşınması. niçin? çünkü mitos'un alameti farikası bu: alegoriler üzerinden kurulan dolaylı bir anlatım. düşünün lütfen, tarih boyunca "hikaye anlatıcıları" köy köy, kasaba kasaba gezmiş ve çeşitli ortak deneyimleri farklı isimlere bürüyerek tekrar ve tekrar anlatmış. yahu mesela ben bile küçücük hayatımda kaç farklı isimle nasreddin hoca fıkrası işittim farklı kültürlerden bilmiyorum ama figüre bakıyorsunuz hep aynı figür; eşeğe ters binen bir adam var muhakkak :)

mitos deyince akla gelen homeros'u bilirsiniz. yazdıklarını analize tabi tutuyorlar ve aslında tek bir homeros yok diyorlar! nereden varıyorlar peki bu kanıya? destandaki anlatım biçimi sürekli değişiyor. yani sanki yazarı bölümden bölüme değişiyor. niye böyle? çünkü bu arkadaş toplamış meğersem. sözlü kültürde ateş başında paylaşılan anlatıları bir araya getirmiş esasen. peki, şimdi bir düşünün. bugün sinema ne yapmakta? modern bir hikaye anlatıcısı işte. metinlerarası dediğimiz de bu. farklı anlatılardaki imgeleri toplayarak bir kazana atıyor ve kendi biricik hikayesinde derliyor. bir başka deyişle, sinema da ne üretiyor aslında? mitos!


şimdi bakın dikkatinizi çekerim, mitoslar açısından en yoksul toplum hangisi?

amerika. çünkü öteki kültürlere nazaran "yeni" kurulan bir uygarlık. sinemaya en düşkün olan, anlatılarında yeni mitoslar çıkaran en zengin toplum hangisi peki? evet, yine amerika. geleneğinde bulamadığı mitosları, sinemasında kendi için yaratıyor. star wars dediğiniz (joseph campbell'a başvurursanız) bir "kahramanın yolculuğu" hikayesi... binlercesinde süregelen motifler yer alıyor içeriğinde.

o halde bir filmi izlemek, temaşa etmek; mitosu duymakla bir aslında. mitos niye ve ne zaman lazım? yahu insan işte. anlamlandıracak ille de! belirsizlikten haz etmiyor. üstelik yaşamının anlamı gibi bir soru da bucağında duruyor. akıl edemediği (bilimsel bilgiyle idrak edemediği) ne varsa onu yorumlamaya bir dürtü duyuyor. metaforlar, metonimiler, alegoriler, simgeler, imgeler, söz oyunları, şiirler.. her nasılsa!

mitos'la karşılaşınca keyif alıp doyduysanız ne mutlu. fakat bazıları da ister ki, şu mitosun "örttüğü", "gizlediği" (bilerek tırnak içinde kullanıldı, aletheia ismiyle şimdiden ilişkilendirmeye başlayalım bunları) anlamları bir açığa çıkarayım. yani? çok basit, kavrayayım! hikayenin logic'ini bulayım da, onu "mitoloji" yapayım. haydaa! şair, uğraştı, emek döktü de; örttü, gizledi kavramları. bürüdü imgelere. biz de kalktık, yok arkadaş ille de anlayacağız diyoruz. niye? mitos'u kendimiz için kılacağız da ondan. onun sırrından kurtulacağız. hakikatine varacağız. eveet, yeri geldi: hakikat. antik yunan'da hakikat ne demekti? aletheia (bkz: tilda swinton). aletheia, gizil olanın açığa çıkması demek. durun gitmeyin, anlatacağım söz. hani lethe vardı, yeraltı dünyasında akan nehirlerden biri. bundan içen ayvayı yiyordu, her bir şeyleri unutuveriyordu ya. lethe, unutuş işte. önüne de "a" ekini alalım: bakınız "a" eki de, olumsuzlamadır. biz de kullanıyoruz, "asosyal" (sosyal olmayan) gibi ya da "ahaber" (habersiz) gibi. tamam ikincisi şaka. şaka derken, kanalın kendisi bence şaka. ama yersiz ve kötü...


dönelim filme biz

lethe unutuşsa, öncelikle "bir şeyin" unutuşu olmalı değil mi? kendi başına unutmak anlamlı değil. bir başka deyişle unutuş, kişi için hafızanın "örtülmesi"dir öyleyse. yani kendi kendisine örtülmesi. kendi hakikati, kendisine örtülmüştür. işte bu örtünün kaldırılmasına da aletheia demiş bu arkadaşlar... eh düşünün şimdi, bir çocuk doğdu diyelim. onun ne olacağını, kim olacağını biliyor muyuz? hayır, bihaberiz! çocuk kendini biliyor mu? ı-ıh gene. peki çocukta gerçekleştireceği her şey, bir "potansiyel" olarak mevcut değil mi daha en başında? evet. potansiyel olarak mevcut olmasa, tezahür edebilir mi hiç? işte gizil denilen de, bu potansiyel olanlar. onların tahakkuk etmesi ise, alithea... ah ben ne yapayım, sıkılmayın ve uzatmadan filmden bahsedeyim istiyorum ama hakikat-tahakkuk ilişkisi olmadan aletheia'yı sabaha kadar sadece "hakikat" diye çevirelim bomboş bir sözcük durur elimizde.

evet... sadece bir isme varmak için bunca girizgah yaptık, yolda okumayı bırakanlar çok olmuştur, meraklı ruhlar ise tam da bu sırada ısınmıştır, öyleyse devam!

bir not: aletheia dediğimde antik yunan'daki kavramı, alithea dediğimde ise, filmdeki karakteri kullanacağım.

buluşmanın istanbul'da olması tesadüf değil

istanbul... doğu'nun tüm mistik yanlarını taşıyor batı için. yani bir "farklı", "öteki" olarak istanbul "mistik" bir evren tasavvuru ve dahası deneyimini sunuyor. ne demek bu? ne demek mistik? herhangi bir batı toplumunda (aklın egemenliği üzerinde inşa edilen yani), gerçekleşmesi mümkün olmayan masallar, istanbul sokaklarında ansızın karşınıza çıkabilir. burada mümkünler yani imkanlar var sevgili dostlar! batı burada rasyonaliteyi temsil eden, akla uygun yaşamıyla bir yandan "hedef" olarak konumlanan ama öte yandan tıpkı alithea gibi, insanları yapayalnız ve bir yanıyla güdük bırakan bir konumlandırmaya sahip. filmdeki alitheamız, derya deniz: cv'sine baktık, bir sürü dil biliyor, nerelerde okumuş, etmiş. lakin ne yok elinde? sevgi yok ve arzularını da büsbütün inkar var. hatırlayın, boşanmış ama "ben iyiyim ya", "süper oldu böylesi", "mutluyum zaten baksana ne kadar mutluyum uhuuu uçuyorum haberiniz yok" falan filan diye uyduruyor. arzular, sevgi olmayınca oysa ne yok? eh, yaşam yok. kupkuru bir akıldan ne anladım öyleyse... ama alithea ne yapmış? örtmüş kendini işte. lethe'den içmiş. yadsımış kendi tutkularını... gizil kalmış arzuları tahakkuk edememiş. kendini kandırmış, kendine ihanet içinde! (bakın başta kurduğumuz her malzemeyi kullanmaya, meyvelerini toplamaya başladık bile)

ihanet kelimesini niye kullanıyorum özellikle? gerek alithea kariyerini inşa edip maddi refahını sağlarken gerekse boşandıktan sonra yapayalnız kalmayı seçtiği için. bu yalnızlık "tukaka kötü", birlikte olmak "çok iyi" gibi bir mesele değil. alithea'nın esasen arzuladığı biriyle olmak çünkü. her ne kadar inkar etse de üstelik. sürekli çiftlere şaşkaloz halde bakışını boşuna göstermedi bize yönetmen. arzusu bu olmasına rağmen, değil-miş gibi yapıyor. -miş gibi yapmak, karşımızda çağın en büyük lanetlerinden biri...

oysa çocukken bile kendine düşsel bir arkadaş yaratmamış mı yalnız kalınca?

cin, kendi hikayesini anlatırken fiziksel olarak tutsak kaldığı zaman için; "kimse beni bilmiyor, tanımıyor, hissetmiyor, görmüyordu, nasıl bir durumda olduğumu tahmin dahi edemezsin" deyince alithea ne cevap veriyor? "edebilirim." ulan içim parçalandı bak gene. olsun, en azından tahmin edeceğiniz üzere bu bir yüzleşmedir. gizil olan alithea için açığa çıkmaya başlamıştır yani! bir başka deyişle de alithea, aletheia kavramını ete kemiğe bürümeğe.


işte bu yüzden aslında kalkıp istanbul'a geliyor (getiriliyor veya, o da uygun)

herhangi bir tatile çıktığınız zamanı düşünün, bazı alışkanlıklarınızı kolayca "askıya" alabilirsiniz. üstelik sadece farklı bir yere gittiğiniz için. şimdi de bunu, lütfen alithea özelinde düşünün. yalnızca "farklı bir yer" değil, toposu değişmedi bir tek; aynı zamanda farklı bir "dünyaya" gitti. yani farklı bir anlama. mistik dünyaya. bu yüzden yaşanması mümkün olmayan her deneyime "açık" hale geldi. bir sihir nasıl mümkün olur? inanmam lazım öncelikle... inanmaya açık olmam lazım hatta. yoksa sihir, nasıl tesir etsin? "kesin ip var" meselesine döner kolayca... bakın akıllıymış gibi gezip, sürekli "ip var" diyende de zevk yok işte.

özetle bizim alithea, istanbul'da "rasyonalitesini" askıya alabildi. cinlere inanmayı seçti.

peki cin ile karşılaştık, kabul de ettik bu deneyimi yaşamayı. ne çıktı karşımıza? cin'in de esaret altında olduğu kendi hikayesi! haydaa... sanıyorduk ki, cin gelecek, dertler bitecek. kusura bakmayın kelin merhemi olsa kendine sürer! peki cinimiz ne arıyormuş? o da özgürlüğünü arıyor değil mi? bu sırada yarenini, dostunu, aşkını da... nasıl ki cin, kendi hikayesinde başkalarını kendisini sevmeye, kendisini özgür bırakmaya vs. sürekli "zorluyorsa", bizim alithea ne yapıyor arzularına ilk kulak verdiğinde? cin'e "zorla" sahip olmak için, "emir" veriyor... bu da çok normal tabii: çünkü "arzunun gözü kördür", mutlak bir hükümdarlık ister. hele yıllarca göz ardı edildikten, yadsındıktan sonra.

anlayacağınız bizim cin, oldu kul, köle
alithea aldı onu, getirdi hem de eve
fakat günden güne dönüştü bir küle

niye? dilimizde var cevabı: "zorla güzellik olmaz" da ondan be kardeşim

sinyaller, wi-fi ağları vs. cin'i yorduğu iddia edilen her nelerse bunun bahanesi yani. bir metafor daha. bunu fark ettiğinde alithea, üçüncü dileğini kullanarak cini serbest bırakıyor aslında. böylece bir önceki emri, yani salt kendi "bencilliğini" taşıyan dileğinden de vazgeçmiş oluyor! gizil olan arzuları tahakkuk ettikten sonra başta oldukça zorbaydı "ötekine"; fakat gözleri açıldı ve "mutlak sahip olma arzusu" sevgiye dönüştü. gerçek sevgi de budur işte. kendini öncelemeyen. "ne olursa olsun beni sevsin" değil; o iyi olsun, o sağlıklı, mutlu olsun yeter diyebilen...

ne diyeyim? darısı cümlemize.

benzer tatta içeriklere göz atmak ya da okumak yerine izlemek isterseniz, sizi youtube'a da bekleriz