İyi Filmler Uzun Sürer Görüşüne Tepki Olarak Çekilen 90 Dk Civarındaki Nefis Filmler

Nitelikli filmlerin süresinin uzun olduğu görüşüne adeta tepki olarak çekilen, 90 dakika civarındaki nefis filmleri aktarıyoruz.
İyi Filmler Uzun Sürer Görüşüne Tepki Olarak Çekilen 90 Dk Civarındaki Nefis Filmler

geçen gün bir tartışma görmüştüm: iyi film dediğin 150 dakika ve üstü olur, daha altı çocuklar içindir diyen biri vardı. çok sevdiğim filmleri düşününce, genelinin 150 dakikadan, bazılarının 200 dakikadan da fazla olduğunu fark ettim. film süresi uzadıkça kalite artıyor mu yoksa iyi film çeken yönetmenler zaten süreyi mi uzun tutuyor bilmiyorum. bayağı kapsamlı incelemek lazım bunu. ancak bence bu bir kıstas değil. olmamalı da zaten. zira 90 dakika ve altında da çok başarılı, hatta sinema tarihine damga vurup geçmiş filmler var.

yazacaklarımın hepsi o başyapıtlardan değil, ama izlediğim ve beğendiğim 90 dakika civarındaki filmlerden bazılarını yazmak istedim.

hotaru no haka (isao takahata, 1988)

ikinci dünya savaşı'nın son aylarında, artık kırılma noktasındaki japonya'da hayatta kalmaya çalışan iki kardeşin, aslında kardeşi için çabalayan bir abinin öyküsü. ciğer sökme garantili.

sherlock jr. (buster keaton, 1924)

dedektifliğe merak saran bir makinist, sevdiği kadının babasının saatinin çalmakla suçlanır ve kendini aklamak için elinden geleni yapacaktır. aslında konusu çok önemli değil. buster keaton ile iyi bir tanışma olabilir. o yıllar için yaptıkları inanılmaz.

the general (buster keaton, 1926)

mühendis olan johnny, kuzey-güney savaşı patlak verince kendini kız arkadaşına kanıtlamak gibi mükemmel bir motivasyonla savaşın seyrini tek başına değiştirmek için trenle yola koyulur. sessiz sinemanın en nadide örneklerinden biri kabul edilmesiyle de çok önemli bir film.

dead man’s shoes (shane meadows, 2004)

eski bir asker, bir grup çete üyesinin, zihinsel engelli kardeşine işkence yaptığını öğrenince intikam almak amacıyla çocukluğunu geçirdiği kasabaya geri döner. şiddet sahnelerinin damga vurduğu film, doyurucu finali ile dikkat çekiyor.

paths of glory (stanley kubrick, 1957)

savaş karşıtı film deyince akla ilk gelen başyapıtlardan biridir bu. birinci dünya savaşı'nda, imkansız bir saldırı emri alan general, sırf kendi itibarı için saldırıyı gerçekleştirmeye karar verir. bazı askerler bu duruma itiraz edecek, general ise şuurunu kaybetmiş bir şekilde verdiği kararın arkasında durmaya çalışacaktır.

the killing (stanley kubrick, 1956)

son bir soygun için kolları sıvayan eski bir mahkum, eğer bu soygunu sorunsuz gerçekleştirebilirse artık her şeyi geride bırakacak ve sevgilisi ile yeni bir hayata başlayacaktır. bir at yarışı esnasında, bahislerin toplandığı iki milyon dolarlık bir çantayı çalmak için iyi bir plan ve kötü bir çete oluşturur.

bin-jip (kim ki-duk, 2004)

boş dairelere girip yıkanmak, yemek yemek gibi kendi kişisel ihtiyaçlarını gideren bir adam, karşılığında ise ev işlerini yapar. temizler, ütü yapar, evi düzenler. bir gün boş zannederek girdiği bir evde kocasının şiddetine maruz kalan bir kadınla tanışır. ikisi arasında başlayacak olan ilişki akıl almaz yerlere gider.

hwal (kim ki-duk, 2005)

yaşlı bir adam ve genç bir kız, açıkta demirlemiş bir teknede yaşamaktadır ve kızın dış dünya ile tek bağlantısı tekneye balık tutmak için gelenlerdir. bir gün kızın yaşıtı bir delikanlı tekneye gelince, yaşlı adam ve kız arasındaki garip ilişki su yüzüne çıkar.

wristcutters a love strory (goran dukic, 2006)

etkileyici bir intihar sahnesiyle başlayıp eğlenceli bir yol filmine dönüşüyor. tom waits dahil olup şarkılar söylüyor. yol hikâyesi iyi yerlere gidiyor.

night of the living dead (george a. romero, 1968)

zombi filmi ama aslında değil. zaten zombi kelimesi geçmiyor. ismiyle müsemma yaşayan ölü deniyor. mihenk taşı bir film. eğer doğru hatırlıyorsam yaşayan ölülerin insan eti yediği ilk film. üstelik ölüleri dirilten şey bir virüs, hastalık vs. değil.

locke (steven knight, 2013)

bir adam arabasına biner ve telefon konuşmaları yapmaya başlar. işi, eşi ve ilişkisi olduğu başka bir kadın arasında gidip gelen telefon görüşmeleri adamın hayatını yeniden şekillendirecektir. film yalnızca bir aracın içinde geçmektedir. tom hardy sevenler bu filmde toplanıyor. çünkü tom hardy'den başka kimse yok.

the vast of night (andrew pattinson, 2020)

2020'nin en iyi filmlerden biri olmuş. zaten düşük bütçeye sahip genç yönetmen deyince duracaksın. tehlikeli ikili. çünkü varlarını yoklarını dökerler ortaya.

l'annee derniere a marienbad (alain resnais, 1961)

bu önemli bir film. resnais sinemasına girmek için de iyi bir seçim olabilir. bir adam ve bir kadın görkemli, eski bir şatoda karşılaşırlar. adam, geçen yıl burada tanıştıklarını söyler, ama kadın böyle bir şey olmadığını iddia eder. konuştukça adam da bildiklerine şüpheyle yaklaşmaya başlar. isimleri yoktur. geçmişleri yoktur. geçmiş, gelecek ve bugün iç içe geçmiştir. tekrarlanan sahneler ve repliklerle birlikte fonda hiç bitmeyen müzik neyin gerçek, neyin doğru olduğunu sorgulatır.

mary and max (adam elliot, 2009)

animasyondur, iyidir, güzel vakit geçirtir diye ekran karşısına geçip hayatı, insanları, çevrenizi ve dahi kendinizi sorgularken buldurur bu film. avustralyalı 8 yaşındaki bir kız ile herkesten ve her şeyden tamamen izole olmuş, ruhsal olarak çökmüş, sağlık problemleri yaşayan bir adamın mektuplaşarak kurdukları benzersiz dostluğu anlatıyor.

clerks (kevin smith, 1994)

yan yana dükkanlarda tezgahtarlık yapan iki arkadaşın gündelik, bazen çok komik, bazen ise düşündüren sıradan sohbetlerine konuk oluyoruz. düşük bütçe harikalarından.

song of the sea (tomm moore, 2014)

kederli babalarıyla birlikte bir adada izole halde yaşayan iki kardeş ben ve saoirse, babaanneleriyle birlikte yaşamak üzere adadan ayrılır. ancak saoirse'nin bir deniz perisi olduğunun anlaşılmasıyla birlikte sürükleyici, fantastik, çok güzel bir masal başlar.

aguirre der zorn gottes (werner herzog, 1972)

sanırım sinema tarihinin en görkemli ve etkileyici açılış sahnelerinden birine sahip. ilk izlediğimde ağzımın açık kaldığını anımsıyorum. film ise 16. yy'da, altın şehir el dorado'yu aramak üzere yola çıkan bir birliğin, yol boyunca karşılaştıkları zorlukları anlatıyor. her şeyi ile garip bir film. sonlara doğru, izleyenlerin bile gerçeklik algısı şaşıyor.

in a lonely place (nicholas ray, 1950)

ünlü ama ünü eskilerde kalmış aksi bir senaryo yazarı olan dixon, kendisine senaryolaştırması için verilen kitabı okumak istemez. bir bar çalışanından kendisine kitabı özetlemesi için yardım ister ve eve götürür. ancak kadın ertesi gün evinde ölü bulunur. dixon tüm şüpheleri üzerine toplasa da aleyhinde delil yoktur. ancak bazı hareketleri şüpheleri perçinler.

the invisible man (james whale, 1933)

bildiğimiz görünmez adamın ilk versiyonu bu. zamanına göre efektleri çok etkileyici. sadece bu değil tabii, olay örgüsü de çok başarılı ve bayağı sürükleyici.

pickpocket (robert bresson, 1959)

bresson tarzı nihilizmin en iyi anlatıldığı film olabilir. bresson'ın dünyasında yankesicilik yapan biri bile bir yerde hayatın anlamsızlığını sorgulamaya başlıyor.

stand by me (rob reiner, 1986)

bu filmin ismini görünce bile aklıma çocukluk yıllarım geliyor. nedense güneşli bir pazar sabahı izlenmeliymiş gibi hissediyorum. dört çocuk; gordie, chris, teddy ve vern, yaşadıkları küçük kasabayı sarsan cinayet haberi ile birlikte, cinayete kurban giden kişiyi görmek amacıyla yola koyulurlar. zararsız ve sıradan görünen yolculukları çeşitli maceraların kapısını aralayacağı gibi onlarda da derin izler bırakır.

flipped (rob reiner, 2010)

güzel, sıcak bir hikâye bu. aynı zamanda aşk hikâyesi aslında. juli, bryce ile çok küçük yaşlarda tanışıp ergenlik yıllarına kadar ona olan aşkını taze tutar. ancak bryce'ın onu sevmediğine ikna olmasından sonra, bryce juli'ye olan ilgisini bir türlü dizginleyemez. biz de onların bol gel gitli ve bol kavgalı ilişkilerini izleriz. arka plandaki yetişkin sorunlarını da gözümüzden kaçırmayız.

living in oblivion (tom dicillo, 1995)

bu film muhteşem. steve buscemi'nin harika performansları var ama bunu ilk sıralara yazarım. bir yönetmenin bir gününü anlatan film, çekim sırasında karşılaşabilecek her aksilikle karşılaşmasına rağmen çekimleri tamamlamaya çalışan sabır küpü bir yönetmeni anlatıyor. düşük bir bütçeyle ne harikalar yaratıldığını görmek için mutlaka izlenmeli.

beççeha-yı asuman (mecid mecidi, 1997)

ali, bir şekilde kardeşinin ayakkabılarını kaybeder. kardeşinin başka ayakkabısı olmadığı ve ailesinin de yeni bir ayakkabı alacak durumu olmadığı için, iki kardeş aynı ayakkabı ile okul hayatlarına devam etmeye çalışırlar. bu süreçte ali'nin karşısına yeni bir ayakkabı kazanma fırsatı çıkar. hassas bünyeleri yamultur.

the iron giant (brad bird, 1999)

çok güzel bir animasyon bu. sadece çocuk filmi olmaktan öte, bir çocuğun dev bir makine ile kurduğu arkadaşlık üzerinden, insanların önyargılarını ve o önyargıların yol açabileceklerini anlatmasıyla da benzerlerinden biraz ayrılıyor.

cleo de 5 a 7 (agnes varda, 1962)

kanser olup olmadığını öğrenmek için test yaptıran cleo, test sonucunu bekleyene kadar gündelik hayatına devam etmeye çalışır. fransız yeni dalga akımının özgün temsilcisi agnes varda imzalı film, gerçek bir başyapıt. gece gündüz övsem az.

ladri di biciclette (vittorio de sica, 1948)

sadece italyan yeni gerçekçiliğinin değil, sinema tarihinin de en önemli filmlerinden biri olan bisiklet hırsızları, işsiz bir adamın tek iş sermayesi olan bisikletinin çalınması ile izleyiciyi acı ve yıkım dolu bir hikâyeye ortak ediyor.

vals im bashir (ari folman, 2008)

yönetmen ari folman, 1982 lübnan savaşı esnasında yaşana sabra ve şatilla katliamına dair kesik ve belirsiz hatıralara sahiptir. bazı arkadaşları ile konuşarak anılarını birleştirmeye ve o yıllarda tam olarak neler yaşandığını anımsaya çalışır.

beau travail (claire denis, 1999)

bir tarkan şarkısı ile başlayan film, komutanının gözdesi olmaktan oldukça hoşnut olan bir subayın, yeni bir askerin gelişi ve komutanının ilgisini çekmesi ile sürüklendiği kıskançlık girdabından debelenmesini anlatıyor. bence claire denis'nin en iyisi.

zimna wojna (pawel pawlikowski, 2018)

tutkulu aşıkların imkansız aşkları. siyah beyaz. görüntüler adeta kartpostal. aslında hikâye sıcak, ama arka planda soğuk savaş var. şarkılar var. bir de hiç bitmeyen engeller ve zorluklar var.

fantastic mr. fox (wes anderson, 2009)

wes anderson isimli ruh hastasının stop-motion şaheseri. çiftçilerden sürekli tavuk, ördek çalan mr. fox, çiftçilerin tüm gazabını üzerine çeker ve onu öldürmek için her şeyi göze alan çiftçilerle arasında bir kovalamaca başlar. klasik anderson filmlerinin bütün özellikleri var. hatta daha fazlası var.

frances ha (noah boumbach, 2012)

frances en iyi arkadaşı ile konuşmuyor. neye elini atsa kurutmayı başarıyor. bir günlüğüne paris'e gitmeyi göze alabiliyor. düzenli bir işi yok. dans topluluğunda çalışıyor ama dansçı da değil. o, böyle biri, ama hep neşeli. frances'i tanımak iyidir.

the nightmare before christmas (tim burton, 1993)

yılbaşı zamanlarının ya da karlı günlerin vazgeçilmezlerindendir bu film. cadılar bayramı'ndan sıkılan bir balkabağının, ekibini noel kutlamalarına katmaya çalışmasını anlatır. ömründe tim burton ismini duymamış birine izletsen ''bu tim burton'ın filmi'' der.

kedi (ceyda torun, 2016)

istanbul'un kedilerini anlatan muhteşem bir belgesel. bir yandan uzun soluklu bir kedi videosu izlemek gibi, diğer yandan ise istanbulluların toplumsal belleğine çok iyi katkı sunuyor.

the red turtle (michael dudok de wit, 2016)

fantastik bir animasyon. bir adamın ıssız bir adaya düşmesi ile başlıyor ve tek bir replik konuşulmadan bitiyor. sakin, dinlendirici, ilginç bir film.

lola rennt (tom tykwer, 1998)

bir adam suç örgütüne ait 100 bin markı kaybeder. kız arkadaşının ise 100 bin mark bulup erkek arkadaşına teslim etmek için 20 dakikası vardır. lola, elefonu kapatıp koşmaya başlar.

rope (alfred hitchcock, 1948)

kusursuz bir cinayet nasıl işlenir? bu cinayet meydan okurcasına gerçekleşirse neler olabilir? hitchcock'ın bu meydan okuması tek mekanda, hatta sadece tek bir odada geçmesine rağmen seyircinin ilgisini bir dakika kaybetmiyor.

trouble in paradise (ernst lubitsch, 1932)

gaston ve lily, hırsızlık konusunda oldukça ustalardır. birbirlerini soymaya çalışırken birbirlerine aşık olurlar. bu aşkın meyvesi olarak güçlerini birleştirip oldukça zengin olan madam colet'yi soymak için plan yaparlar. gaston ve colet'nin arasında bir duygusallık başlayınca aşk, para, hırsızlık, sadakat, aldatma arasından en iyi seçimi yapmak için uğraşacaklar.

viaggio in italia (roberto rosselini, 1954)

orta-üst sınıf bir çift, sorunlarını halletmek için seyahate çıkarlar ancak henüz seyahatin başlarındaki o gerginlikleri ve sıkıntıları git gide artmaya devam eder. bir yerde boşanmaya dahi karar verirler. birçok yönetmenin favori filmleri arasında gösterdiği film, modern sinemanın ilk iyi örneklerinden de kabul edilir.

high noon (fred zinnemann, 1952)

bir kasabaya eski mahkumlardan birinin tahliye edildiği ve kasabaya doğru yola çıktığı haberi gelir. amacı şerifi öldürmektir. şerifin ise kaçmak için bolca zamanı vardır. ancak o kalmayı tercih eder. bildiğimiz western filmleri gibi değil. daha tatavasız. zaten bildiklerimiz bu filmden sonra çıktı.

viridiana (luis bunuel, 1961)

viridiana, rahibe olmadan önce bir akrabasını ziyaret eder. teyzesinin kocası olan don jaime ise viridiana'ya aşık olur. viridiana bir şekilde ziyaret ettiği evin sahibi olunca, bunu iyilik yapmak için kullanmaya karar verir. bunuel'in hiç acımadan herkesin içinden geçtiği film, eleştiriden nasibini almamış hiç kimseyi bırakmıyor.

mujeres al borde de un ataque de nervios (pedro almodovar, 1988)

her şeyden önce ismini çok seviyorum bu filmin. "sinir krizinin eşiğindeki kadınlar." sevgilisinin terk etmesi ile bunalıma giren pepa, intiharın eşiğine gelir. ancak çevresindekilerin alakasız ve aslında komik dertleri sayesinde intihar edecek kadar bile yalnız kalamaz.

la collectionneuse (eric rohmer, 1967)

iki arkadaş yaz tatili geçirmek üzere st. tropez'deki villaya gelirler. bir de villayı paylaştıkları haydee vardır. haydee cinsel olarak tamamen açık, herhangi bir sınırı olmayan bir kadındır. başta onu küçümseyen ve kolay lokma gören patrick, haydee'nin kendisi hariç herkese ilgi göstermesinden sonra ondan başka bir şey düşünemez hâle gelir. aynı zamanda film, "6 ahlak hikâyesi" serisinin üçüncü filmi.

rashomon (akira kurosava, 1950)

bir adam öldürülmüş ve bir kadın tecavüze uğraşmıştır. olayı gördüğünü iddia eden üç kişi vardır ve üçü de hikâyelerini anlattıktan sonra olayın çözülmesi bir yana, kafalar daha da karışacaktır. kurosava'nın en muhteşem filmlerinden biri.

l’atalante (jean vigo, 1934)

l'atalante gemisinin kaptanı jean ile evlenen juliette, mürettebatı tamamen erkeklerden oluşan bu gemide yaşayacaktır. jean, juliette'in mürettebat ile fazla samimiyetinden bıkarken, juliette de gemiden sıkılmış ve büyük şehir cazibesine kapılmıştır. bir gece tek başına paris'e gitmeye karar verir. insan bu filmi izlerken, yönetmen jean vigo çok genç yaşta erken vefat etmese sinema dünyasına neler kazandırabilirdi diye düşünmeden edemiyor.

bazı yönetmen ve filmleri ayrı ayrı veya uzun uzun anlatmak gerekmez sanırım. zaten sinema tarihinin en önemli yönetmenleri olarak anılırlar. mesela godard, mesela bergman... süresi 90 dakikayı aşmayan başyapıtlar koymuşlardır ortaya. yine de onların dünyasına hiç girmemiş ve bir yerden başlamak isteyen olursa, naçizane şunları yazabilirim:

jean-luc godard

a bout de souffle
une femme est une femme
le petit soldat
vivre sa vie
bande a part

ingmar bergman

kvinnodröm
smultronstallet
det sjunde inseglet
sasom i en spegel
nattvardsgasterna
tystnaden
persona
viskningar och rop

charlie chaplin de buna dahil olabilir elbette. 90 dakikadan kısa süren modern times, city lights, the kid, the circus, the champion filmleri çok kez taklit edilmiş, epeyce esin kaynağı olmuştur. aslında buster keaton'ın en az chaplin kadar iyi olduğu, hatta daha iyi bile olduğu, ama biraz geri planda kaldığı söylenir. ben de ikisini farklı konumlandırarak buna biraz katkıda bulunmuş gibi oldum. ama amacım bu değildi. keaton filmleri de çok zengindir. bazılarını nasıl çektiğini bile anlamayabilirsiniz. onun filmleri de izlemeye değerdir.