King Crimson'ın Efsane İlk Albümünden Sonra Yaptığı In The Wake of Posedion'un Hikayesi

King Crimson'ın In The Court of Crimson King albümünü ilgilenen herkes bilir, peki grup sonra ne yaptı? İşte bu sorunun cevabı olan In The Wake of Posedion albümünü inceliyoruz.
King Crimson'ın Efsane İlk Albümünden Sonra Yaptığı In The Wake of Posedion'un Hikayesi

king crimson denince elbette akla ilk gelen şey ilk albümleri in the court of the crimson king

ancak neredeyse aynı kadro ile kaydedilen ikinci albümleri in the wake of poseidon de ilk albüm kadar güçlü denebilir. öte yandan ilk albümün kopyası olarak da eleştirenler de çoktur ki ben de bu eleştiriye hak veririm. şimdi bir hikayenin ikinci bölümüne göz atalım ve bakalım güçlü bir ilk albüm sonrası bir grup nasıl ayakta kalmaya çalışmış.

king crimson'da baterist michael giles ve de bas gitarist/vokalist greg lake'e elbette hakları teslim edilmeli ancak müzikal olarak grubun iki beyni vardı. birincisi grubu da kuran isim gitarist robert fripp, diğeri ise başta üflemeli enstrümanlar olmak üzere birden fazla enstrüman çalabilen ian mcdonald. tabii ki her grupta olduğu gibi burada da iki beyin arasında bir ego çatışması oldu. ilk albüm sonrası konser repertuarında da görüleceği üzere fripp müziğin sınırlarını zorlayan arayışlar içindeyken mcdonald, müziğin tanıdık sınırları içinde güzel melodiler bulma taraftarıydı. kazanan isim, grubun söz yazarı ve konsept yaratıcısı peter sinfield'in de desteğini alan, fripp oldu. mcdonald ise baterist michael giles'ı da gruptan kopararak yeni bir projeye başlamak üzere gruptan ayrıldı. lake ise bir başka prog rock duayeni keith emerson tarafından kıskaca alınmış ve de yeni bir projeye davet edilmişti. bir anda fripp, müzikal anlamda tek başına kalmıştı.

Grup üyeleri.

fripp, yine de yeni şarkılarını besteleyip sinfield ile konsepti belirledi

geriye albümü kaydetmek kalmıştı. fripp, önce michael giles'a gidip kendisini stüdyo müzisyeni olarak albümde çalması için ikna etti. hatta michael giles'ı bas gitarist kardeşi peter giles'ı kayıtlara çağırması için de ikna etti. böylece king crimson öncesi giles, giles and fripp adıyla bir albüm çıkaran üçlü geri gelmiş oldu. fripp, ilk albümde mcdonald'ın çaldığı mellotronu kendi çalmaya karar verdi. birkaç şarkıda piyanist keith tippett ve de üflemeli çalgılarda mel collins'ten (ki kendisi bu albüm sonrası grup üyesi olacaktı) yardım alsa da albüm büyük ölçüde fripp ve giles kardeşler ile kaydedildi. vokallere sıra geldiğinde ise fripp, greg lake'i de stüdyo müzisyeni olarak geri döndürmeyi başardı (bir istisna dışında ki ona değineceğiz). böylece fripp, zar zor bir müzisyen kadrosu bir araya getirip albüm kaydetmeyi başardı. ancak besteci olarak tek başına kalınca, belki de tecrübesizliğinin de etkisiyle, işin biraz kolayına kaçıp ilk albümün bestelerine çok benzer şarkılar ortaya çıkarmıştı. bu şarkılar da ilk albüme benzer bir sıralama ile dinleyiciye sunulunca albüm çıktıktan sonra eleştiri okları fripp'e yöneldi.

ilk albümün albüm kadar ünlü kapak resmi üstüne ikinci albümün kapağı hakkında da bir şeyler demek lazım -özellikle albümün konusu ile direkt ilişkisi olduğunu bilince

yine ilk albümde olduğu gibi bir illüstrasyon kullanıldı. eser tammo de jong'un çizimlerinden oluşan bir kolajdı. bu resimler aslında richard gardner adlı yazarın the purpose of love kitabı için yazar ile beraber tasarlanmış çizimler. kitap, insanın içinde bastırılan ya da öne çıkarılan 12 kişiliği anlatan bir new age eseri. bu kişilikler doğada bulunan dört elementin birbirleri ile ikili etkileşimlerinden ortaya çıkmış. insanın bu kişilikler arasında bir denge sağlayabilmesi ile kendini bulacağına dair iddialar öne sürülmekte. albüme adını veren şarkıda da benzer bir temaya değiniliyor. albümün kapağına bu kişilerden 6 tanesi sığmış. lakin hepsi albümde yer alıyor. bu kadar derin bir anlam içerse ve çizimler tek başlarına güzel olsa da bu farklı çizimleri bir yerde toplamak ve arkaplan seçimleri ile aslında çok tatsız tuzsuz bir albüm kapağı ortaya çıkmış. hele ilk albümün ikonikliği ile karşılaştırıldığında sonuç çok komik bile denebilir.

1. Peace - A Beginning

lakin albümün kendisi kapağın tersine çok karizmatik bir şekilde açılıyor. peace - a beginning adlı bu kısa intro, greg lake'in uzaklardan gelip gitgide yalın bir şekilde kulağımıza gelen sesinden oluşmakta. bu şarkıda dört elemente de gönderme var: flame, river / ocean, mountain, wind. bu dört elementin birleşiminin ortaya çıkardığı şeyin "barış" olduğunu söyleyen lake, "ben hikayeyim, asla sona ermem diyerek", "bir başlangıç" adlı eseri sona erdiriyor. tam bir progresif rock şarkısı olarak derin ve heyecan verici bir başlangıç yapan bu kısa eser, fripp'in tane tane gitar notaları ile garip bir şekilde sona eriyor. e fripp, kendi imzasını bir şekilde atmazsa asla olmaz.

2. Pictures Of A City

albümün gerçek anlamda ilk şarkısı 21st century schizoid man'in ruh ikizi olan pictures of a city. muhteşem bir jazz fusion eseri. aslında biraz daha farklı sözler ile a man a city adıyla ilk albüm sonrası konserlerde çalınmış ve de ilk albümün deluxe versiyonuna bir canlı performansı eklenmiş bir eser. bu stüdyo versiyonunda şarkıyı biraz daha derleyip toplayıp, ian mcdonald'ın o dönemde gruptan ayrılmasından gerek, üflemelileri bir tık daha azaltmışlar. her enstrümanı ayrı ayrı dinlemek ve her birinin ayrı ayrı nasıl şov yaptığına dikkat vermek gerek. şarkının ana ritmi çok funky denebilir. collins'in saksofonu ve fripp'in gitarının ortaklaşa çaldığı ve şarkının ana teması olan rif çok funky. insanı hemen şarkının içine alıyor. bas gitarın kafasına göre takılması ve de davulun çaldığı değişken ritmler ile de bu rif, daha bile üst bir seviye çıkıyor. sözler girdiğinde fripp'in gitarının distortion'ı cayır cayır yanmaya başlıyor. şarkı sözleri bir metropolün soğukluğu ve tehlikesini anlatırken, şarkının sertliğinin artması da anlatılan şehirden insanın korkmasını sağlıyor. greg lake'in vokali şarkıya pek yakışıyor. ilk iki tekrar sonrası, fripp'in bir gitar dahisi olduğunu gösteren çok çok iyi bir gitar solosu var. adam rock'n'roll'u baz alıp inanılmaz şeyler yapıyor. ancak soloya ve de saksofonun soloya verdiği gaza dalıp bas gitar ve davulun nasıl delirdiğini unutmazlık etmeyin sakın. bütün enstrümanların bu solonun sonunda beraber hareket etmesi ile tam bir müzikal zirve yaşanıyor. buradan da 42nd at treadmill adlı daha sakin bir pasaja yatay geçiş yapıyoruz. burada bas gitarı daha öne çıkarıp, gitar efektleri ile daha esrarengiz bir hava yaratmışlar. davul ise sonlara doğru tamamen kendisinden geçiyor. bir süre sonra orijinal şarkıya dönerek son kıta okunarak bitiriliyor. şarkı, metropolün kaosunu bence çok iyi yansıtan bir eser. ana rifinin saksofon ve gitarla çalınması, agresyonu, ikinci ve üçüncü kıta arasında uzun bir enstrümantal pasaj bulunması, şarkı biterken tüm enstrümanların delirmesi ile 21st century schizoid man'e benzese de kendi başına da akılda kalıcı ve de müzikal olarak çok doyurucu bir eser.

3. Cadence and Cascade

cadence and cascade, albümün en yumuşak ve kolayca anlaşılabilir eseri. şarkının en önemli özelliği greg lake'in söylemediği tek şarkı olması. grubun lake'ten sonra vokalisti olan fripp'in çocukluk arkadaşı gordon haskell'i ilk kez bu şarkıda dinliyoruz. bir sonraki albümde tüm şarkıları kendisi söyleyen haskell'den önce başka isimlerin de adı geçmiş. hatta bu isimlerden biri o dönem daha popüler olamayan genç sanatçı elton john'muş. her ne kadar vokalde haskell olsa da lake bu şarkıya demo vokal kaydı yapmış. bunu da albümün yeni versiyonlarında bonus track olarak dinleyebiliyoruz. yeni vokalist haskell'in yumuşak vokali greg lake'ten çok farklı gelmiyor. aradaki fark ancak arka arkaya dinlediğinde ortaya çıkıyor. lake'in bu şarkıdaki vokali bana biraz daha fısıltılı gelirken, haskell'in vokali çok daha net ve kararlı. ancak bu netlik yukarıda da dediğim gibi yumuşaklığını da kaybettirmiyor. söylemesi öyle çok da zor bir şarkı değil zaten. o nedenle ilk izlenim için başarılı demek pek mümkün. şarkıyı müzikal olarak özetlemek gerekirse bir akustik gitar ballad'ı denip geçebilir ama çok şey eksik kalır. birincisi tabii ki de mel collins'in flütü. ne zaman bir progresif rock şarkısında flüt duysam, o flüt beni alıp götürür. burada da vokalin bittiği yerde flüt şarkının yumuşaklığını devam ettiriyor. lake'in vokalinin yer aldığı versiyonda flüt yer almamakta ve de şarkının gücü orada oldukça düşmüş. ayrıca şarkıdaki piyano kullanımı çok güzel. hoş, parlak bir piyano tonu tutturmuşlar. bunu da başaran, bu albümde konuk sanatçı olarak yer alan ve geçen sene kaybettiğimiz caz piyanisti keith tippett. bir de çok öne çıkmasa da davul performansı çok başarılı. dümdüz bir ritm çalmak yerine, giles'ın zili bolca kullandığı drum fill'ler ile şarkıya hareket eklediğine şahit oluyoruz. sözlere gelirsek biraz ilginç. şarkının asıl anlattığı şey jade isimli biri. hayranları olan, güçlü bir adamın aslında her şeyin sonunda sadece bir insandan öte olmadığını anlatıyor. şarkıya adını veren kavramlar ise daha kafa karıştırıcı. cadence, ses uyumu ya da ritmi demek. cascade denir şeyin arda arda olması. acaba jade'in bir şarkıcı olduğunu mu iddia ediyorlar? olabilir. bir diğer iddia da cadence and cascade'in iki groupie'nin adı olduğu. bu da olabilir. şarkının sakinliği ve içerdiği flüt ile ilk albümdeki i talk to the wind'in muadili olduğunu da belirtmek gerek.

4. In The Wake Of Posedion

tüyleri diken diken girişi ile albüme adını veren in the wake of poseidon, albümün en efsanevi şarkısı. bu epikliğin bir sebebi sözleri tabii ki. poseidon, yunan mitolojisinde denizlerin, fırtınaların ve de depremlerin tanrısı. gökler zeus'a, yer altı hades'e verilmişken, poseidon da yeryüzünün ana tanrısı. şarkı ismiyle yeryüzüne hükmeden bu gücün ortaya çıkardığı şeyleri anlatacağını söylüyor. şarkıda birçok karakter kısa kısa anlatılıyor. farklı farklı ruh hallerini dinlediğimiz bu kişiler albümün kapağında ve içinde yer bulan 12 çizimdeki insanlar. zaten şarkının nakaratında o çizimlere ilham veren dört element anılıyor. bu da şarkıyı albümün introsundaki sözcüklere bağlayarak bir bütünlük sağlıyor. sözler bir şeyleri betimlerken, "bak şarkı şunu diyor" diye kesin bir kanıya varamıyoruz. ancak dört elementi dengede tutmaya çalışan dünyada dengelerin bir anda bozulup, yok olabileceğimizi anlattığını söylemek mümkün. bu da grubun ilk albümündeki temalara yakın. sözler "in the court of the crimson king"in epikliğini andırırken, müzik ise epitaph'a yakın durmakta. bunun en önemli nedeni de o şarkıdaki gibi mellotron kullanılması. zaten şarkıya sözler dışında epiklik sağlayan bir diğer unsur mellotrondan çıkan akorlar. büyük ölçüde mellotronun akorlarını takip eden çok mükemmel bir vokal melodisi var ki o melodi üstüne ortalama bir söz bile insanın içine işlerdi herhalde. tabii lake'in vokalinin gücü de çok etkileyici. bir önceki şarkıya göre söylemesi daha zor bir eser. bolca iniş çıkış, iyi miktarda da söz var. kusursuz söylüyor desek yalan olmaz. yine de şarkıyı bence daha bile efsane yapabilecekken eksik kalan iki şey olduğunu da düşünüyorum. bunlardan birisi hakkında daha az iddialıyım. o da sarkini kayıt kalitesi. bana bu şarkının kayıt kalitesi nedense diğer şarkılara göre çok daha düşük gelir. diğer eserleri yüksek kalite dinlerken, bu eseri yüzlerce kez çalınmış kasette dinliyoruz gibi geliyor. lakin şarkının havasının bu hafif lo-fi kayıttan geldiğini düşünmek de mümkün. ikinci şey ise enstrümantal kısımlarının biraz sıkıcı olması. bir takım solo performanslar ya da farklı akor ve tempo seçimleri olsa daha heyecan verici olurmuş. king crimson standartlarına göre sade kalmış.

5. Peace - A Theme

"in the wake of poseidon" söz olarak "peace - a beginning"e bağlanıyor demiştim. kendisi de peace - a theme bağlanıyor. şarkı, a beginning'in vokal melodisini akustik gitara çevirerek başlıyor, sonra da robert fripp bu melodiye yeni motifler ekleyerek bitiriyor. bir önceki şarkının karamsarlığı sonrası albüme nefes aldıran, tertemiz bir akustik eser. fripp'in enstrümanındaki kabiliyetini yüzümüze çarpan bir kısa mola. adındaki "peace"in hakkını verecek bir huzur verip bitiyor.

6. Cat Food

iki küçük peace eseri dışında bütün eserleri şu ana kadar belli başlı "in the court of the crimson king" şarkılarına benzettik ancak cat food albümün en kendine has eseri. aslında ilk albümün en önemli isimlerinden ian mcdonald şarkının bestecilerinden biri. buna rağmen şarkı ilk albumden çok farklı geliyor kulağa. çok eğlenceli bir jazz fusion eseri olmasının yanında o kadar felsefi ve mitolojik sözlerden sonra süpermarket yemeklerinin mizahi bir eleştirisi içeren sözleri çok farklı geliyor. kolay bir şarkı değil ama sözlerinin eğlenceli oluşu ve pozitif havası nedeniyle single olarak da yayınlanmış. öyle ki genelde çok popüler sanatçıların yer aldığı meşhur müzik programıtop of the pops'ta esrarengiz king crimson'ın sahne alıp bu şarkıyı playback olarak çalması şaşırtıcı bir öykü. şarkıyı single olarak seçmelerinin bir nedeni belki de şarkının ana rifinin the beatles'ın come together'ına çok benziyor oluşudur. ama daha en başından piyanist keith tippett'in şarkı boyunca delice çaldığı piyano notaları ile çok farklı bir eser olduğu ortaya çıkıyor. lake'in rap yapar gibi vokali çok başarılı. yumuşak vokali ile sevdiğimiz adamın yeteneğinin daha geniş olduğunu gösteriyor. geri vokallerindeki hafif distortion, biraz 21st century schizoid man'i andırmıyor değil. şarkı aslında iki buçuk dakikada bitiyor ama sonra fripp'in bir yandan, tippett'in bir yandan, giles kardeşlerin de bir başka yandan kafalarına göre takıldığı bir kaç dakika daha süren bir enstrümantal pasaj var ki buradaki doğaçlamalar bana zevkli geliyor. ama "ben öyle şeylere gelemem" derseniz deluxe versiyonda yer alan ve bu deneysel pasajı icermeyen single versiyonu dinleyebilirsiniz. aman bu sırada atların bile yemeyeceği, kedi yemeği tadında, içinde ne olduğunu bilmediğiniz donmuş süpermarket yemeğine kendinizi vermeyin. yoksa king crimson çok üzülür. bu arada kısaca groon'a da değinmekte yarar var. cat food'un single versiyonu çat diye biterken (kelime oyununa dikkat) single'ın b yüzü olan ve adını cat food şarkısında geçen bir kelimeden alan "groon" cat food'un çılgınlığının bir üst seviyeye çıkarıyor. aslında bir giles, giles and fripp eseri diyebileceğimiz bu çalışmada davul, bas ve elektro gitar delice işler yapmaktalar. şarkının birkaç kez biteyazarken bitmemesi de şarkının mizahını gösteriyor. albümdeki cat food zaten bir enstrümantal pasaj içerdiği için groon'un albüm dışı kalması çok mantıksız değil ama deluxe versiyonda da bu şarkıyı dinleyebilmek mümkün.

7. The Devils Triangle

albümün en deneysel eseri the devil's triangle adlı eser. üç bölümden oluşan bu eserin ilk bölümü olan merday morn, fripp ve mcdonald imzası taşıyor. şarkı boyunca duyacağımız ve de başta prog rock olmak üzere klasik rock müzikte kendisine çok kez gönderme yapılan gustav holst'un mars'undan (bringer of war) esinlenen bir ritmin yavaş yavaş artması ile başlayan eser ciddi bir gerginlik taşıyor. onun üstüne eklenen mellotronun bastığı akorlar üstünden şarkı ilerliyor. bu bölümün ortasında bir sirk müziği duyuyoruz ki bundan sonraki albümde yer alacak cirkus'a sanki bir selam vermişler. sadece fripp'in yazdığı hand of sceiron'a geçerken ses seviyesi artıyor ve de bu bölüm gürültülü ve de karanlık bir şekilde devam ediyor. burada tippett'in piyanosunun rastgele notalarını duymaya başlıyoruz. aslında genel olarak herkes bir kakafoni halinde takılıyor. bu acayip gürültülü parça bir anda rüzgar efekti ile bitiyor ki sanki rüzgar her şeyi silip süpürüyor gibi. bu arada sceiron'un da yunan mitolojisinden gelme olduğunu belirtmek gerek. sceiron'un bir hırsız olup, poseidon'un oğlu thesus tarafından öldürüldüğü söylenir. artık bunu müziğe nasıl baglayacaksınız, o size kalmış. üçüncü bölüm olan garden of worm da bir fripp eseri. burada da groon tarzı bir delilik içinde gidip geliyoruz. ilk bölüme benzer bir şekilde bir sirk havası tekrar geliyor. öte yandan harpsichord da bu kakafoniye katılan başka bir enstrüman oluyor. işin en ilginci ise herhalde şarkının sonlarına doğru grubun "in the court of the crimson king"den kısa bir parça kullanması. bu karmaşa sonrası yavaşça şarkı bitiyor. yani ne desem bilemiyorum. beni duygudan duyguya sürüklüyor ama başımı ağrıtmıyor desem yalan olur. bu deneysellik ile ilk albümdeki moonchild'ın muadili diyeceğimiz bu şarkı mı yoksa moonchild'ın kendisi mi daha yorucu artık karar vermesi size kalmış. oturup king crimson dinlemek istediğimde açacağım bir şarkı değil ama istedikleri deliliği yaratmayı başarmalarını takdir etmek gerek.

8. Peace - An End

nasıl "peace - a theme", "in the wake of poseidon"un estirdiği fırtına sonrası sakinlik veriyorsa peace - an end de "the devil's triangle"ın estirdiği fırtınayı dindiriyor. şarkının ilk kıtası "peace - a beginning"in melodisini içermekte. burada barış kavramının tanımı yapılırken benim en ilgimi çeken şey dört elementin değil de sadece su ve havanın anılması. bu ikili de albümün kapağının sol üst köşesinde yer alan "çocuk" portresi ile tasvir edilmiş. keza bu kıta da " barış sevgidir bir çocuğa getirdiğin" sözü ile bitmekte. çocuğun da umudu ve geleceği sembolize ettiğini düşünürsek albüm boyunca anlatılan karanlığı ancak bir çocuk masumiyeti ile yok edebileceğimizi söylemek istiyor olabilir grup. ikinci kıtada ise "peace - a theme"de duyduğumuz gitar melodisine sözler yazıldığını görüyoruz. burada vokaller bir anda değişiyor. hani vokalleri başka biri yapıyor deseler inanırım ama bu şarkıda greg lake'ten başka bir vokalist olduğunu okumadım herhangi bir yerde. üçüncü kıtada tekrardan barışın farklı tanımlarını dinliyoruz ve de "barış sondur, savaşın ölümü gibi" diyerek pasifist bir şekilde şarkı bitiyor. bu sırada tertemiz vokallerin gitgide uzaklaştığını farkediyoruz. hatırlarsanız "peace - a beginning"te de vokallerin uzaktan başladığını söylemiştik. yani "peace - an end"in bitişi ve "peace - a beginning"in başı bir birine bağlanarak bir döngü sağlanıyor.

albüm kaydedildikten sonra hatırla ve bin dil dökme ile kayıtlara giren giles kardeşler ve lake kendi yollarına gittiler

böylece bu albümün kadrosu sadece cat food'u tv'de bir kez playback yaptıktan sonra konser bile vermeden dağıldı. yeni bir kadro toparlanarak bir turneye de çıkılmadı. bu karambole ve tanıtımsızlığa rağmen albüm iyi bir satış grafiği yakaladı. hatta albüm, grubun memleketi ingiltere'de üçüncü sıraya kadar çıkıp grubun en başarılı çalışması oldu. fripp ise hemen yeni bir albüme koyulmaya karar verdi. collins'i ve de "cadence and cascade"in vokali gordon haskell'i tam zamanlı eleman yaparak yoluna devam etme kararı aldı. bu ikiliyi crimson'da ilk kez dinlediğimiz bu albüm belki çok özgün olmasa da neredeyse ilk albüm kadar güçlü bir ürün. epikliği, yumuşaklığı ve de demeyselliği ile king crimson'ı çok iyi yansıtan bir eser. ilk albümde o kadar da yer bulmayan jazz fusion sound'u da cabası. her prog rock severin bir kulak kabartması gereken bir yapıt.

4/5 verdim gitti.
albümü en iyi anlatan şarkılar: in the wake of poseidon, the devil's triangle, cadence and cascade