Küfrettiğimiz İçin mi Şiddete Meyilliyiz, Yoksa Şiddete Meyilli Olduğumuz İçin mi Küfrediyoruz?

Dil ve şiddet ilişkisine dair detaylıca düşünen bir Sözlük yazarının kişisel sorgulamasını paylaşıyor ve son sözü size bırakıyoruz.
Küfrettiğimiz İçin mi Şiddete Meyilliyiz, Yoksa Şiddete Meyilli Olduğumuz İçin mi Küfrediyoruz?
iStock

özet: "sen şiddete meyilli olduğun için dilin şiddet içermiyor, bilâkis, dilin şiddet içerdiği için sen şiddete meyillisin."

şiddetin yeniden üretimi, sadece kitle iletişim araçları, müfredat, din, aile terbiyesi veya geleneksel kültür ile olmaz. şiddeti yeniden üretmenin en etkili araçlarından biri dil ve söylemdir. aydınlanma dönemi öncesi genel kanıya göre, sen önce sen olurdun, biçimlenirdin, her açıdan oluşurdun sonra senin çıkardığı seslere de dil denirdi. yani dili sen tek taraflı olarak şekillendirirdin. bireyin kültürü, coğrafyası, fikri ve inanışı dili tek taraflı olarak belirler, biçimlendirir ve yaratırdı.

ama aydınlanma sonrası gördük ki, o iş öyle değilmiş. gerçek şu; dil kolektif bir yaratım olduğu kadar, kolektif (toplumsal) olanın her bir çarkını (birey, davranış, eylem, söz, fikir, kültür, zihniyet, değer vb) bizzat üretir de. yani kültür dili, dil de kültürü yaratır.

yorgos lanthimos'un en sevdiğim filmi köpek dişi'nde, baba, 3 çocuğunu tam kendisinin istediği gibi yetiştirmek, dünyanın geri kalanından farklı olmalarını sağlamak için ilk önce dil yapılarını tahrif ediyordu. örneğin kanepeye "deniz", duvara "ağaç" gök yüzüne "tahta" gibi isimler veriyordu. hazır konumuz şiddet, izlemenizi şiddetle tavsiye ederim.


çok basit ve güncel bir örnektir; sömürge güçleri, sömürülen yerleri asimilasyona maruz bırakmaya hep dilden başlar. bunun nedeni, o dilde sadece fonolojik, etimolojik veya morfolojik aşınma ve imha sağlamak değildir. sömürge gücü; o dilin bir kültür, bir düşünme biçimi, bir yaşayış biçimi, bir yaşam felsefesi, özgün bir toplumsallık ve örgütlenme biçimi yarattığının bilincindedir. bu nedenle dili asimile ederse (yok ederse), dilin bu saydığımız tüm yaratımlarını da yok edeceğinin bilincindedir sömürge gücü. dil asimilasyonu aynı zamanda kültür, fikir, ideoloji, inanç ve öz yönetimin-örgütlenmenin de asimilasyonudur.

dilin düşünceyi ifade eden bir araç olduğu fikri kadar, dilin düşünceyi yaratan bir olgu olduğu ve dil olmaksızın düşünmenin de imkansız olduğu fikri de artık kabul görüyor. şahsen benim üniversite yıllarında keşfedip okuduğum ve en sevdiğim dilbilimci olan wilhelm von humboldt konu hakkında şunu söylüyor:

"dil, bilinen gerçekleri anlatan veya aktaran sadece bir araç olmayıp, bilinmeyenin keşfedilmesi anlamında düşünceyi yaratan bir alettir aynı zamanda."

böyle yaklaşıldığı zaman görülecektir ki, militarist bir toplum yaratmak isteyenler asker ve savaş terimlerini, milliyetçi bir toplum yaratmak isteyenler milliyetçi söylemleri, cinsiyetçi bir toplum yaratmak isteyenler eril dil ve ifadeleri, dindar bir toplum yaratmak isteyenler de dini ifadeleri yaşamın her anına, hiç boşluk bırakmaksızın boşuna serpiştirmezler. eğitimden medyaya, sanattan dine, ekonomiden siyasete, bilimden felsefeye kadar her yere ilgili kavram ve terimleri serpiştirip tahayyül edilen toplum inşa edilmeye çalışılır. çünkü onlar da bilirler, bir toplumun kullandığı dil ve kavramlar, o toplumun genel kimliğini, karakterini yani profilini belirler.

daha fazla teknik ve teorik detaya girmeden asıl konuya gelecek olursak

bir konu hakkındaki hislerimiz ve fikirlerimiz, kullandığımız dil ve söylemden etkileniyor. örneğin; öfkelendiğiniz için küfür ediyorsunuz ama küfür ettiğiniz için de daha fazla öfkeleniyorsunuz. dildeki ifadeler, duygu durumunuza etki ediyor başka bir örnek vermek gerekirse; bir insanın yeteri kadar uzun bir süre eril bir dil kullanmamaya dikkat etmesi, düşüncede de eril anlayıştan uzaklaşmasını beraberinde getiriyor.

şahsen benim hala devam eden eril anlayışı kendimde aşma serüvenim böyle yapay bir şekilde başladı. eril dil ve ifadeleri yaşamımdan zorla, yapmacıklıkla, ittirerek, bastırarak, çoğu zaman içimden geçirerek ama ifade etmeyerek çıkarmaya çalıştım. hatırlıyorum tam 17 yaşındaydım buna karar verdiğimde. amacım erilliği aşmaktan ziyade, seviyeli ve olgun bir dil kullanmaktı. kadınlar benim için "karı milleti, şeytan, kezban" falandı ve bunu aşma derdim de yoktu açıkçası. çünkü doğruluğundan şüphe etmediğiniz bir şeyi değiştirme gereği duymazsınız. küfrü hayatımdan çıkarmamın tek amacı, terbiyeli ve olgun bir dil kullanmaktı. ve bu yeterince uzun ve istikrarlı sürünce hem her açıdan başıma bela olmuş kontrolsüz öfkeden kurtulmuş oldum hem de hakikaten kadınlar hakkında daha insani düşüncelere sahip olmaya başladım. daha sonra, gördüm ki kadınlarla ilgili o geleneksel anlayışların çoğu artık yok bende. 16-17 yaşında bu konu hakkında korkunç cümleler telaffuz etmiş olan ben, konuyla ilgili okuma yapmaksızın sadece cinsiyetçi küfürleri hayatımdan çıkardım diye bu düşüncelerden utanmaya, böyle düşünenlerle irtibatımı kesmeye falan başladım.

daha önce, küfür ettiğim için rahatladığımı sanan ben, küfrü hayatımdan büyük oranda çıkarınca daha sakin birine dönüşmeye başladığımı fark ettim. aslında evet, anlık öfke ile başlıyor küfür ama ilk küfür edildikten sonra öfkenin daha uzun sürdüğünü fark ediyorum şimdi. küfür etmeyince belki çok daha yoğun ama çok kısa süren öfke, küfür etmeye başlayınca belki daha az yoğun ama çok daha uzun sürüyor. bu iki basit örnek, şahsen dilin düşünce ve karakter üzerindeki etkileri anlamında benim kendi deneyimlerim. "dil, varlığın meskenidir" denir. nasıl ki mimarimiz, kültür ve ideolojiden etkileniyorsa, dilin meskeni olan insan da dil tarafından şekillendiriliyor.

bu yüzden ırkçılıkla, homofobi ile, faşizm ile, cinsiyetçilik ile mücadele ilk önce kullanılan dil, kavramlar ve söylemler ile mücadeleden başlar. insanlar sırf kulak tırmaladığı için bu kavramlara karşı mücadele edip alternatif kavramlar üretmiyor. o kadar insan sırf kelimelere takıntılı olduğu için, kof bir farklı görünmek veya demagoji yapmak için, laf kalabalığı olsun diye iktidar-söylem ilişkisi üzerine sayısız çalışma yapmıyor.


"yapıcı bir dil"
söylemi boşuna kullanılmaz

bir soruna çözüm ararken kullandığınız dil, o sorunu büyüten bir etkene dönüşüyor çoğu zaman. kadına yönelik şiddet konusunda verilen tepkilerin görünen niyeti "şiddete tepkidir" fakat o şiddeti yeniden üretmekten, meşrulaştırmaktan başka işe yaramıyor bu tepkiler. çünkü kullanılan dil, baştan şiddeti yaşamın olmazsa olmazı bir yere koymuş oluyor sadece nedenleri hakkında bir uzlaşmazlık var. yanlış erkek tercihi, yanlış mekan, yanlış zaman tercihi gibi şiddete meşru zemin sunan ayrıntılar etrafında dönen bir tartışma sürüyor. "soykırımdan soykırıma fark var" veya "tecavüz var, tecavüz var" demek ile "kadına şiddetten, kadına şiddete fark var" demek arasında bir fark yok. gerçi hala soykırım ve tecavüz de mahkum edilmiş değil fakat en azından gayri meşruluğu konusunda konsensüs sağlanmış durumda. yani nazilerin soykırımına uğrayan yahudiler hakkında "yahudilerin yanlış ülke seçimi" demek gibi bir şey . onlar da rusya dururken almanya'da ne arıyorlar, değil mi?

yani sorun, kullanılan söylemin, itiraz edilen noktayı sürekli büyütmesinde yatıyor. ırkçılığa karşı sarfedilen söylemin ırkçılığı, cinsiyetçiliğe karşı sarfedilen söylemin cinsiyetçiliği, şiddete karşı sarfedilen söylemin şiddeti büyütmesi, meşrulaştırması, tahkim etmesi, büyütmesidir. bununla baş etmenin ilk adımı da, kullanılan dil, söylem ve kavramlara eleştirel bir yaklaşımla mümkün.

literatürdeki karşılığı için ise;
(bkz: sapir whorf hipotezi)