Modern İnsanın En Büyük Problemine Dair Düşündürücü Bir Bakış Açısı

İçinde bulunduğumuz hayatı yaşayan bireylerin ortak, genel bir sıkıntısı var mıdır, varsa nedir? İşte bunu kendince cevaplayan bir yazı.
Modern İnsanın En Büyük Problemine Dair Düşündürücü Bir Bakış Açısı
Requiem For a Dream (2000)

modern insanın en büyük problemi, konfor ve bu nedenle aşırı kırılgan hale gelmiş olan ruh sağlığıdır

insan beyni kendi ürettiği konforun hızına yetişemiyor.

kahramanların olduğu filmleri düşünüyorum, mesela olay hep şöyle gelişiyor:

bir savaş var, iyiler ve kötüler karşı karşıya, esas karakterin çok sevdiği biri ölüyor ve son sözleri "al bu kılıcı bilmem kime götür" oluyor. götürmezse dünya yok olacakmış sözde. o da biraz ağlıyor, sonra "tamam o zaman" diye alıp yollara düşüyor. hani travma sonrası stres bozukluğu? anksiyete krizi? depresyon? yok. düşüyor yollara. o dönem xanax yok, antidepresan yok. şifalı ot var, al. (bunun anksiyete krizi geçirip hayatı sorgulayan, yolculuğa çıkıp hiçbir yere varmayan versiyonuna sanat filmi diyoruz, onu da izleyen az.)

yüzüklerin efendisi. eline bir yüzük tutuşturup yallah dağa diyorlar. insanlar, elfler, cüceler... hepsinin kaderi sana bağlı. yoğun baskı, anksiyete, stres? yok. tükenmişlik sendromu? yok. yüzüğün yaptığı baskı dışında, ortada frodo'nun psikiyatri polikliniğinde eczane poşetli teyzelerle sıra beklemesine neden olacak hiçbir belirti yok.

kendimi düşünüyorum... sevdiğim biri savaş meydanında ölürken bana bir kılıç verse, şunu şuraya götür dese ve oracıkta ölse ne yaparım? önce ağlayıp çıldırırım, bir süre titreyip kusarım, sonra tavuk gibi sağa sola koşarım ve önümü görmediğim için kılıcın üstüne düşüp onu kendime saplamayı başarırım. ne oldu, al işte dünyayı yok ettim.

frodo olsam mümkün değil o kadar yolu gidemem. muharrem gibi "adam kazandı" der ağaç kovuğunda yaşamaya devam ederim. fiziksel engeller bir yana, yol boyunca değişecek ruh halleri yüzünden zaten yarısına gelmeden yerlerde yuvarlanıp ağlıyor olurum. nikele, güneşe, söğüt ağacına, huş ağacına ve gezegenin yarısına alerjim var. güneş kremi, güneş gözlüğü, lens solüsyonu, artelac advanced, alerji kremleri, foster inhaler olmadan nereye gidiyorum?

film olmasına da gerek yok, mağaradaki atalarımız ne yapıyordu acaba? sabahtan akşama kadar mağara tavanına (o nasıl oluyorsa) bakıp "hayat kötü, dinozor korkusuyla yaşamak istemiyorum" diye depresyona giriyor muydu? böyle bir dertleri olduğunu sanmıyorum. daha yakın tarihe gelelim, zaman makinesiyle bizi geçmişe yollasalar kurtuluş savaşı olurken kaçımız hayatta kalıp bir işe yarayabilirdik? herkesin anksiyetesi, alerjisi, depresyonu, pasif agresifliği, bağımlılıkları, bir çeşit sorunu var. psikolojimiz de bedenlerimiz de günden güne hassaslaşıyor.

asla eski çağlarda yaşamak istemezdim. tam aksine, bilim ve teknolojinin son zerresine kadar kullanmaktan keyif alan biriyim. köye yerleşip sebze ekmeyi düşünmüyorum, eskiden insan ilişkilerinin daha samimi olduğuna da inanmıyorum. eski zamanları övmeyi anlamsız bulurum. kendi dengesizliğimizin suçunu bilime, teknolojiye atmak saçma ama insan beyni kendi ürettiği bu ilerlemeye ayak uyduramıyor sanki. konfora alıştıkça daha fazlasını istiyoruz, ulaşamayınca da yavaş yavaş akıl sağlığımızı kaybediyoruz. belki bir gün buna da çare bulunur.

bilim ve teknoloji sayesinde modern insanın isteyebileceği/ulaşabileceği o kadar çok seçenek var ki, lazerle oynatılan kedi gibi sürekli ondan ona atlıyoruz. hazır mamaya alıştık, avcılık yeteneğimiz kayboldu.

ilk insandan beri var olması beklenen en temel kaygı hayatta kalmak ama biz onu alıp sosyal sorumluluk projesi yaptık. ölmek istemiyorum diyen birileri olunca hızlıca kampanya düzenleyip, ameliyat/ilaç parası toplayıp asıl gündemimiz olan magazine, iş hayatına, döviz kuruna dönüyoruz. insan türünün temel motivasyonu hayatta kalmak değil miydi? öyle olmasa çoktan tükenirdik, ama şu an bakınca asıl kaygımız hayatta kalmak değil. yalnızca hayallerimizdeki koşullarla hayatta kalmak istiyoruz. yüzlerce yıl öncesinin şartlarını düşününce, resmen sefa pezevengiyiz.