Mutluluğu Israrla Arayan İnsanların Önünde Sonunda Daha da Mutsuz Olması

Mutluluğu aramak veya tam tersi, işleri akışına bırakmakla ilgili keyifle okuyacağınız bir deneme.
Mutluluğu Israrla Arayan İnsanların Önünde Sonunda Daha da Mutsuz Olması
The Secret Life of Walter Mitty (2013)

çağımıza has bir düşünce var: "mutlu olmamız gerek."

kendi başına bu cümle yüz yıllar, hatta bin yıllardır gündemde gibi duruyor ve onda içinde yaşadığımız çağa dair olan kısmı görmemize pek izin vermiyor. zira antikler, örneğin platon ve aristoteles mutluluğun bir amaç olduğunu belirtmiş, onu eudaimonia terimi dahilinde erdemlerimizle ilişkilendirmişler materyal olanın dışında, prensipler alanının ise içinde konumlandırmışlardı. fakat üstünkörü bakan bir zihin bile günümüzde koparılan mutluluk yaygarasının erdemlerle ve prensiplerle pek ilgisinin olmadığını kavrayabilir. kavrayamayan içinse, ecnebilerin durumu kavratacak güzel bir güncel sözü bulunur:

let it go. (sal gitsin) ayrıca durumu yaşatacak güzel de ilaçları bulunur: prozac, lustral ve dahası. peki insan salıp gidince ne olmasını umut eder? mütevazı bir ihtimalle acılarının azalmasını, cüretkâr bir ihtimal dahilindeyse aslolan, otantik kendisine dönüşmesini ve böylece başkalarından ayrı, otonom bir karar mekanizmasına sahip olmayı, kısacası özgürlüğü.

diğer taraftan, kendini salmayı değil de sıkı tutmayı salık veren "kendini bul." veya "kendinin efendisi ol." minvalindeki komutlarla erişebileceğimiz alanda ise, pür-i pak bir aslın beklediğini düşünmek tuhaf olurdu muhakkak. maskelerimizin ardında saklı olarak bulabileceğimiz ve dejenere edici zamana direnmeyi başarmış bir kendi fikri de zaten beyhude bir hayal ama hadi diyelim ki dinamik olarak değişmesine müsaade ettiğimiz kendi gerçekliğimizi düşüncemizde bir videoya çekiyoruz ve onu tekrar gözden kaybetmemek için refleksif bir hâlde sürekli kendimize dönüp bakıyor, adeta peşi sıra kendimizin yanından koşuyoruz. bu derece bir gözlem, gözlem nesnesini de değiştirmez miydi? hatta onu harap etmez miydi?

bence ederdi. zira bu mutluluğun peşinden koşma meselesinde yaman bir çelişki var. bir taraftan asıl kendini, özgür ruhunu ve bu sayede mutluluğu arıyorsun, diğer taraftan ise, mutluluğun peşinden koştuğun için onu bir gözlem nesnesi hâline getirip mutluluğu, sayesinde aradığın ve refleksiyonda bulunan özgür ruhun (otantik kendinin) gözlem sınırlarının içine hapsediyorsun.


biraz karışık mı oldu?

şöyle söyleyeyim. mutluluğa varmak adına çıktığın yol, seni mutsuz ediyor. çünkü aradığın şey mutluluk olduğu için, mutluluğun içinden çıktığı yoldaki tüm mutsuzlukları ve olumsuz duyguları bastırıyorsun ve kendini aslolan kendinin özgürlüğü sayesinde açığa çıkacak mutlulukla sınırlandırıyorsun. ama şunu es geçiyorsun: bastırılan ne varsa çifter çifter geri geliyor.

max weber, protestan ahlakı ve kapitalizmin ruhu adlı eserinde güzel bir tespitte bulunmuş ve protestanlık ile beraber artık çalışmanın sadece daha fazla para kazanmanın bir aracı olmadığını, aynı zamanda ahlâki bir nitelik kazandığını ve amaca dönüştüğünü söylemişti. böylece çalışmamak veya az çalışmak utanç verici hâle gelmişti. tam da bu yüzden weber'in gözlemi doğrultusunda amerikanlar ekseriyetle, aslında öyle olmamalarına rağmen aşırı derecede yoğunlarmış ve kafalarını işten alamıyorlarmış gibi davranıyorlardı. bu örnekte bastırılıp çifter çifter geri gelen şey çalışmaya duyulan nefret ve motivasyon kaybı olmalı. mutluluk için de böyle bir durum geçerli. onu böylesine saplantılı bir biçimde amaç edinmek güçten düşme olarak geri gelecektir.

peki bunları söyledikten sonra, hayatımıza mutsuz şekilde devam mı edelim?

bunu söylemiyorum. daha ziyade söylediğim şey, mutluluğun kovalanan şey olmaması gerektiği, zira kovaladığımız şeyler bizi yaşama bağlayan arzu nesnelerimiz olmalı, mutluluğu ise ilerleyen bir trenin dumanı gibi görmek gerekir, onu sürecin bir yan ürünü olarak karşılamalıyız. tren, arzu nesnesine kavuşabilmek adına belli bir yolda mütemadiyen ilerler. oysa, mutluluğun kendisi bir arzu nesnesi olarak ele alındığında trenin gidebileceği bir istikamet kalmaz. bir tren kendi ürettiği dumanın peşinden nasıl ilerlesin ki?

tren bir yöne doğru ilerler, duman ise bu süreçte tüter, mutluluk da ilerleyen bir trenden yükselen dumana benzer.

fakat her ne hikmetse, sebebi tam anlamıyla kendine has ama yapısı evrensel ve hepimize dair olan travmalarımız sebebiyle kendimizi öyle baltalayabiliyoruz ki, trenin hareket etmesine dahi izin vermiyoruz. dolayısıyla, duman da tütmüyor, yani mutlu olamıyoruz.


gel gör ki, dopamin bombardımanı üzerinden parasal dengelerin kurulduğu günümüz düzeninde, çoğumuz yalnızca dumanı tütsün diye treni harekete geçirdiğimiz için, hayat yolculuğu içerisinde trenler kayboluyor. insanlar da genelde bu kayboluşu otantik, özel ve biricik kendisine doğru yolculuk olarak olumladığı için kaybolmaktan kimse muzdarip gözükmüyor. ta ki, geri dönüşsüz bir yolun ortasında "neredeyim ben, ne yaptım bunca sene?" sorusunu sorana dek.

zaten hava oldukça sisli, berrak bir sosyal atmosfer olmadığı gibi, her sene neredeyse insanlık tarihinin o zamana kadar ürettiği toplam bilgi kadar enformasyon üretildiği için belirsizlik ve entropi had safhada. bunun da getirdiği korkuyla ya kendimizi baltalıyoruz ve harekete geçmekten kendimizi alıkoyuyoruz, ya da mutluluk gayesi içerisinde hedonik adaptasyondan bihaber, sürekli dopamin ihtiyacı eşiğimizi yükseltiyoruz, öyle yükseltiyoruz ki mutluluk sonunda imkânsız bir amaçmış gibi geliyor.

halbuki mutluluk en başından bir amaç olmasaydı ve yolda olmanın yan ürünü olduğunun farkına varılsaydı, imkânsız olanın alanına kaydolmayacaktı. böylece hepimiz başka bir trende tüten dumanı görüp kendi mutluluğumuza güzel bir pay çıkarabilecektik. bu muhtemelen, ilerlemenin motoru olarak sosyal medyanın ürettiği kıyas toplumu ve kıskançlık kültürünün tam zıttı bir döngüye vesile olurdu. peki, içinde bulunulan sosyal bağlamı trenin üzerinde ilerleyebildiği yol olarak ele almak ve diğer bir trenin tüten dumanı, yani başkasının mutluluğu üzerinden kendi mutluluğunu fark etmek altruizm midir? o da başka bir yazının konusu olsun.