Oyun Dünyasını Sanat Kavramıyla Buluşturan En İyi İşlerden Biri: Bioshock Infinite

Yayınlandığı 2013'ten beri oyun camiasının en iyi işlerinden biri olarak gösterilen, hikayesi ve sanatsal derinliğiyle fark yaratan Bioshock Infinite'in bir haritasını çıkaralım.
Oyun Dünyasını Sanat Kavramıyla Buluşturan En İyi İşlerden Biri: Bioshock Infinite

Nedir bu?

BioShock Infinite, Ken Levine tarafından tasarlanan Irrational Games'in geliştirdiği bir FPS (first person shooter) video oyunudur. Dağıtımı 2K Games tarafından yapılmış ve 26 Mart 2013'te piyasaya çıkmıştır.

Oyunun genel hikayesi

oyunu daha rahat anlayabilmek için herhalde önce en azından oyunun kabul ettiği şekliyle multiverse kavramını biraz daha sindirebilmek gerekiyor. bu fikir birden fazla ihtimalin olduğu her anda aslında bu ihtimallerin tamamının gerçekleştiğini ve her birinin kendi evreninde yoluna devam ettiği varsayımını temel alıyor. yani örneğin tam az özce bu yazdığım şeyi okumaktan sıkılıp, başka bir yazıyı okumaya geçen bir sen olduğu gibi, anladığımız kadarıyla hala bunu okumaya devam eden bir sen de var. tıpkı prestige'de makineye giren angier gibi, biriniz tanktaysa biriniz seyircileri selamlıyor mesela. ve asıl sen diye de bir şey yok. tüm geçmişiniz ortak, ancak gelecekleriniz büyük ihtimalle farklı olacak. artık iki timeline ya da oyunun tabiriyle artık iki tane okyanus var.

bu noktada her bir an, sağ giden her bir elektron için bir de sola giden bir elektron olduğu varsayımı yapılabilir. her en küçük anın yeni yeni okyanuslara sebep olduğunu düşünebiliriz. ama oyun bize bu ihtimalleri azaltan kendi versiyonundan bahsediyor. bu bütün evrenler için sabitler ve değişkenler var. bazı şeyler bütün evrenlerde aynıyken, farklılıkları bazı belirli karar anları yaratıyor diyor. lutece kardeşlerin -ne kadar kardeş denebilirse- oyunun başındaki yazı-tura denemelerinde görülebileceği gibi; bazen bütün evrenlerde yazı çıkıyor, istisnasız, bu bir sabit.


buraya kadar hep bilimsel teori düzeyindeyiz. bunların gerçek olmadığını iddia etmek mümkün değil. ancak bu konsepti çığrından çıkarıp büyük bir hikaye anlatma potansiyeline, tıpkı zaman kavramına zamanda yolculuk yapma olasılığı eklendiğinde olduğu gibi, "ya bu evrenler arasında geçiş yapmak mümkün olsaydı?" sorusu taşıyor. rosalind lutece denen fizikçi bir hanım ablamız bir kısım makinelerle işte bunun yolunu buluyor. başka okyanuslara, kafanızı sokup uzatabileceğiniz kapılar açabiliyor falan. lutece'in icatları burda da bitmiyor, yere düşmeyen atomu keşfediyor kendisi, ordan yürüyüp yere düşmeyen şehire kadar da vardırıyor mevzuyu. aslında tıpkı zamanda yolculuk filmlerinde olduğu gibi burda da bu istisnalar işin içine girdikten sonra her şeyin mükemmel bir mantığa oturması da mümkün olmuyor.

sonra comstock adında bir abimiz var. bir çeşit savaş gazisi ama bu adam geçmişindeki tüm pişmanlıklarını bir vaftiz aracılığıyla ardında bırakmış böyle doğuştan lider bi insan. rosalind lutece hanımla tanışıyor, ona yol veriyor ve bu yolla kendini hayatını değiştiren olayı temel alıp ütopyasını kurmaya girişiyor. colombia, yalnızca temizlenmiş, comstock gibi vaftiz olan insanların girebileceği, gökyüzünde uçan bir şehir, biz fanilerin yaşarken görebileceği en cennet yer. cennet gibi çok güzel, cennet gibi supremasist. übermenşlik üzerine kurulu. ayrıca kendisi akıllı bi de adam, tıpkı steve jobs gibi malzemesini satmayı iyi biliyor. lutece'in ona tanıdığı paralel evrenleri görebilme yetisinin de yardımlığıyla kahinliğini ve dahi peygamberliğini ilan ediyor ve insanları cennetine davet ediyor. buralarda anlayabildiğim kadarıyla amerika'ya isyan edip bağımsızlığını ilan etmeye kadar da varıyor iş.

tabi yıl 1908 falan bünye bu kadar radyasyona alışık değil, comstock'un vücüdu bu bilimsel atraksiyonlardan etkileniyor. adam erken çöküyor ve dahası çocuk sahibi olma yetisini de kaybediyor. bu onun için hiç iyi bir haber değil çünkü ölüm bu kadar yakınken egomanyak bir diktatör için yerine koyacak bir veliahtın olmaması kabul edilebilir bi şey değil. her şey çok güzel olabilirdi, first lady'si lady comstock'la birlikte tıpkı her ideal amerikan başkanı gibi "bir sen, bir ben bir de bebek" ekolünde uygun olarak mutlu aile tablosunu kurabilirlerdi. yine de comstock, böyle bir olaya kısfmet deyip geçecek bir adam değil. kendisinin çocuğu olmayabilir ama o paralel evrenlerden birinde mutlaka bir çocuğu olmuştur.

burdan sonrası kronolojik olarak bioshock infinite'teki trajedilerin başlangıcı olsa da oyunun sonundaki en etkileyici, çarpıcı sekansta ortaya çıkan gerçekler. o yüzden oyunu oynamadan okuyorsanız durun bence, yani ben spoyler falan demiştim zaten ama. neyse. rosalind lutece'in yaptığı deneyler esnasında tanıştığı, ikiz kardeşim dediği, ama aslında kendisinin "ya erkek olsaydı" versiyonu olan robert lutece diye biri daha var. ve robert'ın içinde bulunduğu evrende, comstock'ın yeniden doğduğu an olan vaftiz sırasında, bütün bunların saçmalığını, bir suya dalıp çıkmanın onu yaptığı şeylerden kurtarmayacağını fark edip vazgeçen bir versiyonu var. booker dewitt. comstock'ın kendini değiştirmeden önceki adı. onun hayatı vicdan azabı içinde geçmiş, kendini alkole ve kumara vermiş. evlenmiş ama kızı, anna doğarken eşini de kaybetmiş. dibe vurduğu bir zamanda ise comstock ona robert aracılığıyla kızını satması karşılığında kumar borçlarını kapatmayı teklif ediyor. bir anlık zayıflıkla teklifi kabul ediyor booker ama hemen ardından pişman oluyor. yaptığı anlaşmayı iptal etmek için koşturuyor, ama kızını kaptırdığı comstock'la ne kadar boğuşsa da, onun anna'yı kendi evrenine kaçırmasına mani olamıyor. biz de booker'a, evrenler arasındaki kapı kapanırkende kızından, onun babasına doğru uzattığı elinin serçe parmağının ucundan başka bir şey kalmadığını görüyoruz. bu sahne cidden müziğin de kullanımıyla çok çarpıcı ve insana epeyi koyuyor. booker'a koyuyor olmalı ki, adam yirmi sene vicdan azabıyla bir odaya kapanıp dövünmenten başka bir şey yapamıyor. kızının adını baş harflerini eline kazıyor, kendince bir kefaret denemesiyle. ama bu gerçekten çekilcek çile değil. makinist'deki trevor reznik bir hit&run yapmanın vicdan azabı yüzünden bir deri bi kemik kalıyor, yani bu adam, booker ne yapsın böyle bir ağırlığın altında. yazık lan :(


geri dönelim, comstock sipariş ettiği kızına kavuşuyor ama işler bu noktadan sonra o da dahil hiç kimse için iyi gitmemeye başlıyor. öncelikle, karısı lady comstock bu bi anda peydahlanan bebeği görünce, bunu kocasının kendisini aldattığına yoruyor. rosalind lutece'le kırıştırdığını falan düşünüyor. zavallı kadın olup bitenlerden de habersiz, anlayamıyor bi şeyi, sıyırıyor iyice. comstock da kadıncağızı, kimseye bir şey söyleyip imajını bozamasın diye öldürüyor, pis herif.

bir kısım zaman sonra, bir başka problem daha ortaya çıkıyor; comstock'ın adını elizabeth yaptığı bu kızın hiç bir makineye ihtiyaç duymadan paralel evrenler arasında istediği gibi pencereler, kapılar, tear'ler, kesikler ya da her neyse açabildiğini farkediyorlar. rosalind lutece'in oyunda rastlayabildiğimiz ses kayıtlarından birinde, kızın fiziksel bir parçasının geldiği evrende kalmış olmasından sebep, evrenin kendi düzenine aykırı olan bu olayı düzeltebilmek için elizabeth'de bu çeşit güçlere sebep olduğunu düşündüğünü duyabiliyoruz. kızı elinden kaçıp gitmesin diye pis comstock, masallardaki en kötü kral babalar gibi, lutece'lerin de yardımıyla bu güçleri bloklayan ve dahi emen devasa bir kule, oyundaki deyişle bir sifon yapıyor. kızını da aklı başına gelinceye dek bu kuleye hapsedip, kapısına songbird adında dev bir kuş-adam-azman koyuyor. kızcağız burda bir ömür kitap okumaktan başka bir şey yapamadan, tam saf bir prenses gibi yaşıyor.

lakin ki, comstock'ın ölmeden önce tüm dünyanın amına koyacak bir diktatör yaratma planı ve bunu da yaptıkları makineler vasıtasıyla gerçekleştiriyor oluşunu görmeleri lutece'leri biraz rahatsız etmiyor değil. özellikle kendi memleket evrenini bırakıp, kız kardeşinin yanına gelmiş olan robert, zaten yerini yadırgamış, bu tebdil-i mekandan jetlag olmuşluğundan sebep yaşananlara karşı ekstra kıl olduğundan, kızı da asıl evrenine geri iade etmeleri gerektiğini düşünüyor. sonra da kız kardeşine rest çekiyor, kaçarım giderim bak buralardan bi daha da yüzümü göremezsin diye. rosalind de eh sonuçta kardeşim deyip ok diyor şükür. tabii comstock'ta bunlara izin vercek göz yok. oyun içindeki vahşi amerikan kapitalizmini temsil eden diğer bir adam fink vasıtasıyla bu arkadaşları da harcayarak olayı çözmeyi planlıyor. ancak öldürücez derken artık bi şeyi beceremiyorlar mıdır nedir, lutece kardeşler ölmüyor aksine zaman-mekan boyutunun dışına çıkıp serbestçe gezinen bir garip varlıklara dönüşüyorlar.

elizabeth'in kuleye kapatıldığı alternatif evrenlerin hiçbirinde elizabeth comstock'ın gazabından kurtulamıyor. hep kötü son. elizabeth baskılara boyun eğip veliaht oluyor, hatta bunun hakkını da veriyor. lutece'ler ise bu çıkışı olmayan alternatifler dünyasında sebep olduklarını düzeltebilmek için sürece müdahalelerde bulunuyorlar ve kısır döngüyü kırmanın yollarını arıyorlar. bunun için yaptıkları en temel şey booker dewitt'i, elizabeth'in gerçek babasını yıllar sonra depresyondan kafayı sıyırdığı odasından çıkarıp, comstock'un evrenine taşımak oluyor. bu evren değişikliğinin jet-lag gibi etkileri olduğundan, booker da yaptığı hataları unutmaya zaten aşırı meyilli olduğundan, kendisine yıllar önce söylenen bring us the girl and wipe away the debt olayını biraz saptırıp, sanki luteceler kızı onlara götürürse borçlarını kapatıcak şekilde onu tutmuşlar gibi bi şey uyduruyor kendince. aslında burda aklı, kızını eğer kurtarabilirse geçmişinde yaptığı hataları telafi edip kendine olan borcunu kapatacak oluşu şeklinde bi alt metin üzerinden gitmiş de olabilir. bu arada hala netleşmemişse booker'ın daha önce colombia'yı hiç duymamış olmasının sebebi kendi evreninde öyle bi yer olmaması.

neyse, luteceler bizi colombia'ya götürüyorlar. burda ben konuyu biraz dağıtacağım. şimdi oyunun başında zaten bizi kayıkla bıraktıkları bir deniz feneri var biliyoruz. bizi anna'yı aşırdıkları gibi direk colombia'ya bir tear açıp götürmüyorlar. oyunun sonunda bu deniz fenerlerinin ne olduğu konusunda daha bir fikir sahibi oluyoruz. bütün okyanuslardaki bütün karar anlarını baştan yaşamamıza imkân veren bi yerler bunlar. doorway dediydi elizabeth. oyunda yanımızda elizabeth yokken her öldüğümüzde yeni baştan deniz fenerindeki sandalyeden çıkıp az geriden oyunu oynamaya devam etmemiz gibi bir olaydan anladığım kadarıyla bu luteceler booker başarısız oldukça onu tekrar tekrar alıp, başka deniz fenerine koyup, tekrar deniyorlar. döngü kırılıncaya kadar uğraşıyorlar, bize yardım ediyorlar, bize zırh mırh veriyorlar falan.

geri dönelim, comstock booker'ın geleceğini makineleri sağolsun çoktan öğrenmiş durumda. geldiğinde başarısız olabilmesi için her şeyi yapıyor. halka onu bir çeşit sahte peygamber olarak tanıtıyor, ordular mordular kuruyor. neyse ki, booker bir şekilde kuleye giriyor ve elizabeth'e ulaşıyor. elizabeth oyunun başlarında çocuk gibi. tek arkadaşı bi kuş-adam-azman olmasından dolayı mental olarak büyüyememiş sanırım. hele canım booker'u ilk gördüğünde ilk tepkiyi atlattıktan sonra bi "are you real" diyişi var ki çok tatlı. işte, nedir, beraber kaçmaya koyuluyorlar. bu arada oyunun takdir edilesi bir diğer noktası elizabeth'in bir follower olmaması, kendisi sizi takip etmiyor. hep önünüzde bi şeylerle etkileşiyor. siz arkanızı dönüp gidecek olun hemen koşup gelip yine öne geçiyor, bu sefer de başka şeyleri kurcalıyor. karakterini sergilemeyi iyi beceriyor yani. elizabeth'in bu çocuk halleri terörist-başı daisy fitzroy'u öldürdüğü ana kadar devam ediyor. burda bi sembolizm var bariz bi şekilde kanlı üstü başıyla odaya kapanışı, daha kadınsı kıyafetlerle, daha kadınsı bir imajla çıkışı falan.

gel zaman git zaman bu ikili kaçacağız diye ortalığı epeyi bir karıştırıyorlar. o timeline'dan, bu timeline'a sıçrayıp colombia'nın a*ına koyuyorlar. burda kaydıkları bir tanesi var mesela çok ilginç; booker colombia'ya gidiyor, ama bir değişken sebebiyle kızı yerinde bulamadığı bir evren bu. kızı bulamayınca vox'a katılıyor, devrim alıyor yürüyor, booker da şehit oluyor. hazır bu noktaya gelmişken oyunda anlamlandıramadığım bir mevzuya parmak basmak istiyorum. bizim booker geçmişte ölmüş olduğu bu evrene geçince burnu falan kanıyor, bir anda bu evrende yaptıklarını hatırlar oluyor. burun kanamasının hafızayla ilgili bir şey olduğunu biliyoruz da, kim neyi ne zaman hatırlıyor anlayabilmiş değilim. diğer evrende öldüğü için öldüğünü hatırlayan, burnu kanayan zombi askerler var. binlerce evrenden birinde ölünce diğerlerinde bunu niye hatırlıyor bunlar? yoksa onlar da elizabeth tear açarken bizle birlikte falan mı geliyorlar da ondan mı? anlamadım neyse. fazla saçmalamayacağım bu konuda.

deeerken, songbird bizi yakalayıveriyor, azman kuş. elizabeth'in ölümüne korktuğu bu son paris'e kaçamadan onları çok trajik bir şekilde buluyor. burası normal şartlar altında maceramızın sonu. çünkü booker bir daha elizabeth'i geri kurtarmayı ne yaparsa yapsın başaramıyor. comstock'ın işiyse çok zor çünkü özgürlüğün tadını almış ve booker'ın bir kez daha onu kurtaracağına dair umudu olan elizabeth'i veliaht olmaya ikna etmek çok zor. buralar oyunun oynaması en acı verici yerleri çünkü comstock işi zor diye pes edecek bir adam değil. elizabeth'e seneler boyunca fiziksel ve zihinsel işkence yapıyor ikna edene dek. biz ise ses kayıtlarından onu kurtaramadığımız bu uzuun zaman zarfı süresince elizabeth'in çığlıklarını ve yavaş yavaş pes edişini dinliyoruz. comstock kazanıyor. elizabeth'in yetenekleri yok olmaya yüz tutuyor içine hapsedildiği kule-sifon sebebiyle. onları kullanıp kullanamadığını deneyecek iradeyi bile kaybediyor. comstock öldükten sonra, o kule yıkıldıktan sonra bile. paşa-babasının öğretileriyle halka liderlik falan yapıyor. ta ki ne zaman, böyle bir 80 yaşında falan new york'u yakıp yıkıcak kadar çığrından çıkmışken bir son bir can havliyle, kaç sene öncesinden tam da elizabeth'i yeni kaptırmış booker'ı yanına çağırıyor. bize nihayet bu kısır döngüyü kıracak bir ipucu veriyor; songbird'ü kontrol etmenin yolunu. hatun başa geçince onu öğrenmiş. bu bütün oyunca dinlediğimiz şarkıdaki "will the circle be unbroken" şarkısındaki, by and by'ların sonuncusu. çünkü o evrendeki comstock'u öldürdükleri gibi, songbird'ün yardımıyla geçmişteki elizabeth sifonu yıkıyor ve gücünün etrafındaki bütün duvarlar yıkılıyor. ahanda sonunda kırıldı döngü.

bu andan sonra süper aşmış bir elizabeth ortaya çıkıyor. istediği anda istediği yere kapı açabilen falan. karakteri de anında değişiyor bu güçle çünkü artık her şeyi bütün evrenleri ve ardındakileri görebiliyor oluyor. songbird'ü öldürüyo çat diye rapture'a, denizlerin altına bir kapı açarak. bu da gerçekten üzücü bi sahneydi. artık aralarında ne geçmişse bilemiyorum ama sevgi-nefret ilişkisi gibi bi şey olsa gerek ama ne biliyim koca kuş o anda göze bi sevimli geliyor.

elizabeth'in tek gücü artık sağ sola kapı açabilmek de değil. tüm evrenlerdeki tüm karar anlarını sembolize eden milyonlarca deniz fenerinin bulunduğu o mekana gidebiliyor. önce kapısında bi anda içeriye giremeyip, sonra elinde ortaya çıkan anahtardan ve elizabeth'in sözlerinden benim anladığım, aslında bu doorway'e gelebilecek kudrete her zaman sahip olduğu ancak bunun farkında olmadığı. bu sahne aslında burdaki geçişlerin sıradan tear'lar olmadığını vurgulamak için yapılmış gibi geliyor bana.

booker safı da elizabeth ona geçmişi baştan yaşatırken olayların yeni farkına varıyor, kızı anna'yı, onu satışını, vaftizi reddettiğini falan hatırlıyor. önce inkar etse de sonra kabulleniyor ama elizabeth'e tamam comstock öldü işte, boşver bunları, gel gidelim biz paris'e diye söylenmeye devam ediyor. ama sanırım o anda acı içinde kıvranan bütün elizabethleri görebildiğinden olsa gerek elizabeth buna çok sinirleniyor. önce comstock'ı bulucaz, bu kapıların ardından bi yerde görüyorum onu falan diyor. sonra o vaftiz anına yine geri dönüyoruz, booker o anı tekrar yaşıyor ama bu sefer suyun içinden çıkmayıp, hiç comstock olmuyor ve o andan itibaren içinde comstock olan bütün evrenler oracıkta yok oluyor. anna yavrucağızımız hiç babasının yanından kaçırılmıyor, elizabeth hiç var olmuyor.

şimdi burda tartışmalar var aslında ne olduğuna dair. tüm booker'lar mı öldü, booker orda ölünce yeni bi alternatif evren oluşmadı mı aslında falan diye. ama bence herşey gayet net. oyun kesinlike hikaye akışı içinde olabilecek en iyi sonla bitiyor. dikkat çekilecek noktalar; o dereye geldiğimizde booker'ın e ne oldu ya yine aynı yere geldik tepkisine elizabeth'in net bir şekilde, hayır burası orası değil diyerek cevap veriyor oluşu. çünkü geçmişleri ortak da olsa, o ana kadar her şey aynı da gözükse burası booker'ın vaftizi kabul edip comstock olduğu spesifik evren. az önce uğradıkları booker'ın vaftizi reddettiği evrenden farklı. ve oraya bir tear üzerinden ziyarete gelmiyorlar, booker comstock'a dönüşeceği evrendeki o anları spesifik bir deniz feneri üzerinden gelip baştan yaşıyor. ölmeye karar veriyor ve ölüyor. oyundaki önemli herkes gibi boğularak. vaftizden vazgeçecek olan booker başka bir evrende yaşamına devam ederken, bu ekran kararıyor. bu hikaye burada bitti.


Bu oyun neyi iyi kotarıyor?

gavurların bir lafı var ya, "absolute power corrupts absolutely" diye? türkçesi "baboli güç sende ama öküze döndün hiç böyle değildin lov" olan bu atasözü nasıl da güzel, nasıl da biliyor insanın doğasını. nasıl biliyor güç sahibi olanın gözlerini karartan o perdeyi.

bu oyun nezdinde, bütün bioshock oyunlarının bir yorumu bu. o yüzden sadece infinite'i düşünmemek lazım. önceki oyunlarda andrew ryan vardı, ve onun tırnak işareti içindeki ütopyası, rapture. şimdi zachary hale comstock oldu, ve onun ütopyası, columbia. başka bir evrende bu başka bir adam, ve aynı umudun şekillendirdiği bir başka ütopya-şehir... "constants and variables". çünkü her seçimin açtığı kapı, içinden geçeni başka bir yola sürükler. çünkü her kapının ardında başka bir yaşayış vardır ve onu, kapıyı aralayana kadar göremeyiz. bir evrende o kapıdan geçen comstock, diğerinde ryan'dır; gittikleri yerler farklı olsa da (biri gökyüzü, diğeri atlantik okyanusu'nun dibi), fikirlerini aynı şekilde gerçekleştirir bu adamlar. ve mimarı oldukları şehirde güç kazanırlar.

öncesinde sıradan hayatlarını yaşayan insanlardır bunlar. hataları olmuştur, silmek istedikleri anıları vardır; hatta biri kendini dahi silmek istemiştir. yaşadığı hayatı geride bırakacağını umarak. bütün hatalarını vaftiz suyunun "kutsallığında" üstünden çıkaracağını ve tertemiz bir bebek olarak dünyaya tekrar geleceğini ummuştur. ve bir bakıma gelmiştir de. ismi değişmiş, ve vaftiz ayinini kabul etmediği o diğer kapının ardındaki zavallılığından çok öte bir yere gelmiştir. kendi ütopyasının başındaki yegane güç ve tapınılan bir varlık olarak.

sorunsa şudur: insan yine insandır. vaftiz suyu sizi arındırmaz, sadece düşüncelerinizi arındırır. mensup olduğunuz tanrısal anlayış biçimine göre ayin de değişir; biri tavaf eder, diğeri tütsü yakar, öbürki gider ağlar, rahatlar. tüm farklı ihtimallerin temelindeyse tek şey yatar: düşüncenin arındırılması. arınırsınız, çünkü arınmanız gerektiğini bilirsiniz. acı çekmişsinizdir; yorulmuşsunuzdur; ağlamışsınızdır; boğulmayla burun buruna gelmişsinizdir. ve ardından, bütün bunlar bittiğinde...yeni hayatınız başlar. başlamalıdır.


sorunsa şudur:
insan yine insandır, ve yeni hayatınıza, yeni biri olarak başlamazsınız. çünkü o kir gitmemiştir hala. ve önünüzde uzanan koridordaki kapılar yine aynıdır. sadece şimdi a kapısı yerine b kapısını seçersiniz, yeni ve "arındırılmış" düşüncelerinizin ışığında. peki b kapısının sonunda ne vardır? mutluluk? rahatlama?

yoksa sınıf ve ırk farklılıklarının gurur duyma seviyesine getirildiği, gökyüzünde uçarkenki ahengine rağmen aslında her köşesine kadar karanlığın içine batmış bir şehrin başına geçmek mi? bütün günahlarından arındırıldığını düşünen bir insan, nihayetinde bu korku imparatorluğunun başına geçmek ister mi? ama bilemez, çünkü kapıların ardını, onları aralamadan göremez. günahlarından kurtulmanın verdiği yeni düşünce yapısıyla doğru kapıyı mı seçersin?

yoksa olabilecek en yanlış olanını mı?

işte bioshock infinite, bu paradoksu çok iyi veriyor. insanın ne kadar dönek, ne kadar zamana bağımlı olduğunu gösteren bir hikaye bu. eğer içinde bulunduğun zamanda bir kahramansan, bir kahramansın. fakirsen fakir. zenciysen zenci, beyazsan beyaz. beyaz/zenci ve güç sahibiysen, güç delisi (burada da aslında daisy fitzroy karakteriyle oyun çok güzel veriyor insanın doğasının, deri rengiyle hiç alakası olmadığını). her seçim, açılan her kapı, doğrudan doğruya sana bağlı. vaftiz olan dewitt, comstock'un yolundan gitmek zorunda mıydı? bence değildi. bence orada hala seçim şansı vardı, tıpkı vaftiz olmayan dewitt'in seçim şansının olduğu gibi. tıpkı elizabeth'in sahip olduğu ve bir evrende indoktrine olurken diğerinde direnmesi seçimi gibi.

dewitt'in, minicik bebeğini, borcunu kapatmak için verdiği andaki seçimi gibi. bilhassa da bu nokta. anna'yı kucağınıza alıyorsunuz, ardınızdaki kapıda duruyor lutece. çocuğu ona vermek zorundasınız. çünkü oyunun ilerlemesinin tek yolu bu. bekledim ben, vermek istemedim resmen çocuğu. ve biraz beklerseniz, elizabeth'in, direnmenin manası yok, bu odadan çocuğu ona vermeden çıkmıyorsun (parafreyz) demesini duyuyorsunuz. oyun adeta dalga geçiyor oyuncuyla. o çaresizliği hissettiriyor size. ama hala bir seçim var, öyle değil mi? kapatabilirsin oyunu, devamını hiç oynamayabilirsin. basitçe, "bring us the girl and wipe away the debt"'i kabul etmeyip, oyunu oynamayı reddedebilirsin. ama yapmıyor işte insan. devam ediyor. sadece bu an bile öyle tokat gibi çarpıyor ki oyuncuya. bioshock, oyuncuyu dewitt'in çaresizliğine sürüklüyor, ve onun hatasını yapmamızı sağlıyor.

ken levine, bu oyunda bize sadece muhteşem bir görsellik, senaryo, ve oynanış vermiyor. senaryosunun alt metinlerini günlerce düşündürtüyor da. seçimlerimiz geleceği/bizi nasıl etkiliyor? günahlardan arınmak gerçekten mümkün mü, yoksa bu bize çevrenin empoze ettiği fikirlerden (vaftizlenme vs.) doğan bir illüzyon mu? "absolute power corrupts absolutely" mi? bu insan doğasının bir gerektirmesi mi? başka "kapılar" var mı?

hakkında söylenecek çok şey olan her eserde olduğu gibi bunda da söylenenleri en sonda toparlamak mümkün değil. ama bu noktada, hemen bir cümle önce söylediğim bir şeye dikkat çekmek istiyorum: "her oyunda olduğu gibi" demedim o cümlede. her eserde dedim. çünkü bu bir oyundan çok daha fazlası.

(bkz: that escalated quickly)