Selçuklu'dan Memlüklere, Osmanlı'dan Türkiye'ye: Değişmeyen Din ve Devlet İlişkisi

Türkler tarih boyunca sırasıyla töre ve yasaya bağlı devlet, İslam devleti ve laik devlet anlaşıyla yönetilse dahi “iktidar noktasında” devlet ile din arasındaki denge hep aynı mantıkla işlemiştir.
Selçuklu'dan Memlüklere, Osmanlı'dan Türkiye'ye: Değişmeyen Din ve Devlet İlişkisi

devlet geleneğimizde devlet ile din arasındaki denge, çağlar boyunca doğal olarak detaylarda farklar göstermiş olsa dahi temelinde aynı kalmıştır. türkler tarih boyunca sırasıyla töre ve yasaya bağlı devlet, islam devleti ve laik devlet anlaşıyla yönetilse dahi “iktidar noktasında” devlet ile din arasındaki denge hep aynı mantıkla işlemiştir. 

peki orta asya’daki hükümdarlardan fatih’e, fatih’ten atatürk’e çağlar boyunca birbirlerinden farklı yapı meydana getirmiş devlet reislerinin yönetiminde bu denge nasıl işlenmiştir? selçuklu döneminde yaşamış tarihçi ravendi, fatih devrinin önemli tarihçisi tursun beğ, cumhuriyet döneminin iktisat tarihçisi ömer lütfi barkan ile yine cumhuriyet dönemi’nin en önemli tarihçileri fuad köprülü ve halil inalcık’ın yorumlarından da yararlanarak tüm bu yapıyı inceleyelim:

selçuklu tarihini anlatan ve yazarı tarafından bizzat dönemin selçuklu sultanına sunulmuş olup cumhuriyet döneminde türkçe çevirisi yapılmış muhammed er-ravendi’nin “râhatü’s-sudûr “ isimli eserinde şu ifadeler yer almaktadır:

“imamın vazifesi hutbe ve dua ile meşgul olmak, hakimiyeti sultanlara havale etmek ve dünyevi saltanatı onların eline bırakmaktır.”

nitekim bu durumun uygulamadaki en meşhur kanıtı olarak 1055’te bağdat’ı fetheden tuğrul bey, abbasi halifesini koruyuculuğu altına almış ve halife tarafından otoritesi tanınarak “dinin direği” ve “doğu ve batının sultanı” ilan edilmiştir. türklerin islamı kabul etmesi ve beraberinde kurulmuş müslüman türk devletlerin yapısı içinde zaten gücünü yitirmeye başlamış o güne kadarki klasik hilafet kurumunun yeni bir şekle girdiği açıktır. tuğrul'un halife olmadığını ve siyasi otoriteyi temsil ettiğini hatırlatalım.

yine şunu da söyleyebiliriz ki moğol zaferinden sonra 1261'de hilafeti tekrar dirilten memlük sultanı baybars döneminde de tıpkı selçuklu sultanı tuğrul'da olduğu gibi dini otorite olan halife sembolik bir görevde ve sultanın siyasi otoritesinin yanında etkisiz konumdadır.

1453'te istanbul’un fethiyle birlikte devlet içinde kesin bir otorite kazanmış olan sultan fatih, merkezi ve mutlak bir imparatorluk meydana getirirken devlet teşkilatlarında ve kanunlarında köklü değişiklikler yapmıştır. fatih’in yaptığı bu değişiklikler orta asya’dan iran’a kadar kurulmuş merkezi devletlerin ve ata hükümdarlarının yaptığı gibi “örfi hukuk” temellidir. bilhassa fatih kanunnamesi’nde devlet menfaatlerinin ve siyasi mevkilerin dini yani şer’i hukuktan ve makamlardan daha önde geldiği kesindir ve kendisi şöyle başlar:

“bu kanunname atam ve dedem kanunudur ve benim dahi kanunumdur. evlad-ı kiramım neslen ba’de neslin bununla amil olalar.”

fatih devrinde kendisi ve ailesi önemli ve yüksek devlet hizmetlerinde bulunmuş tarihçi tursun beğ ise “tarih-i ebu’l feth” yani “fatih’in tarihi” adlı eserinde padişaha ait örfi hukuk ile şer’i hukukun şöyle ayrıldığını söylemektedir:

“siyaset-i ilahi ki ona şeriat derler. halis akıl üzere nizam-ı alemin görünüşü için, cengiz han'ın yaptığı gibi olursa, olayları sebebine bağlarlar ve buna siyaset-i sultani ve yasağ-ı padişahi derler ki geleneğimize göre ona örf denir.”

fatih döneminin tarihçisi çizdiği “akıl yoluyla hükmeden hükümdar” profiliyle bu yorumlarında farabi ve nasireddin tusi’den yani dolaylı olarak platon’dan etkilenmiştir. kendisi burada fatih kanunlarını tıpkı orhon kitabeleri’ndeki gibi ve tıpkı cengiz han’ın yasa’sı gibi dünyevi düzen ve dengenin sağlanması için elzem görmekte olup devletin ve siyasetin örfi hukukla yönetileceğini söylemektedir. bu görüşlerini de şuradan anlamaktayız:

“her iki siyaset de bir padişahın vücuduna bağlıdır. hatta denilebilir ki, birincisi yani şeriatı koyan her zaman hazır olmasa bile olur. zira din-i islam kıyamete kadar alemin maddi ve manevi düzenini sağlamaya yeter. fakat her devirde bir padişah mutlaka lazımdır. zira padişah olmazsa insanlar gerektiği gibi yaşayamazlar, belki tamamiyle mahvolur ve nizam kalmaz.”

nitekim imparatorluğun devlet yapısını büyük ölçüde tayin eden sultan fatih’in merkezi devlet teşkilatında ve ardından gelen dönemlerde şeyhülislam’ın protokoldeki yeri sadrazamdan sonra gelip ikisi eşit mevkide bulunsalar da yani şeyhülislamın mevkisi büyük önemli teşkil etse de neticede fetva makamı olarak örf-i hukukun kanun koyucusu olan hükümdarın altında ve “idari teşkilatın bir üyesi” konumundaydı. siyaset gereği ve alem-i nizam için aldığı kararların islam hukukuna uygun olmasa dahi fetva nezdinde onay mekanizması olarak görev yapması da bir nevi devlet teşkilatının bir üyesi olmasındandı. en meşhur örneğiyle:

“ve her kimseye evlâdımdan saltanat müyesser ola, karındaşların nizâm-ı âlem için katl eylemek münasiptir. ekser ûlema dahi tecviz etmiştir. anınla amil olalar.”

osmanlı imparatorluğu’nda hükümdarın otoritesini kurmasında ilahi bir meşruiyet kaynağının ve şer’i hükümlerin yeri ve etkisi elbette ki malumdur. ancak sultan süleyman ve sonraki devirlerle birlikte şeyhülislam’ın görev ve yetkileri arttırılsa da, fetret devri ve fatih’ten sonra gelen ii.bayezid devrindeki gibi dini grupların gücü zaman zaman etkin olsa da osmanlı imparatorluğu’nda eğer “”siyaset gereği zorunluluk söz konusu ise”” sultanın yetki ve otoritesi şer’i hükümlerin üzerindeydi. fetva onayıyla öldürülen bir şehzade veya görevden alınan hükümdar dahi bize aslında bu fetvanın bir başka siyasi grubun, yani bu fetvadan sonra iktidara gelecek yeni hükümdarın ve avanesinin çıkar ve amacına uygun olarak hazırlandığını yani dünyevi ve siyasi bir meselenin nedeniyle var olduğunu kanıtlamaktadır.

ve yine şunu söyleyebiliriz ki ekonomik sebeplerin yanında anadolu’daki bazı türkmen gruplarının çıkardıkları birtakım isyanları ve “şah’a doğru giden kervan” deyişlerini, devletin kontrolünde olan ve resmileşen/merkezileşen dini anlayışa karşı bir muhalefet olarak da görebiliriz.

türk devlet geleneğinin bu bürokratik, merkezi ve dini teşkilatları da himayesinde barındıran yapısı her ne kadar detaylarda bariz farklar olsa da temel mantık açısından işte bu noktada cumhuriyet’e ve ulus devlete de miras kalmıştır. atatürk cumhuriyet’i ilan ettikten sonra istanbul’daki halife ile ankara’daki meclis şeklinde çift başlı yapı oluşmuştur. devlet reisinin önünde halife olmak ya da hilafeti ilga etmek gibi iki seçenek vardı. çünkü devlet içinde devlet olmaz, iki başlılık kabul edilemezdi. yeni devletin düşünce yapısı gereği olması gereken oldu ve tarih boyunca siyasi bir kurum olan hilafetin ilgası gerçekleşti. hilafet ile birlikte şer’iye ve evkaf vekaleti kaldırılıp osmanlı’nın son zamanlarına kıyasla daha düşük yetkilere sahip diyanet işleri reisliği kuruldu.

diyanet işleri başkanlığı, türkiye cumhuriyeti içerisinde tıpkı tarihteki benzeri kurumlar gibi devlet teşkilatı içerisinde yer almaktadır. kurucusu devletin kurucusudur. amacı ve görevi devletin sınırları içerisinde devlete muhalefet olabilecek dini güç odaklarına karşı devlet politikasına paralel merkezi ve resmi yapıyı temsil etmek ve toplumu bu politika gereği yönlendirmektir.

özetlersek;

orta asya’da kurulmuş, yasa ve töre ile yönetilen eski türk devletlerinde geniş yetkilere sahip hükümdarlar, türklerin islamı kabul etmesinden sonra kurulan devletlerde de kendi iktidarına ortak veya onun üstünde bir otorite tanımayan mutlak karakterlerini korumuşlardır. köprülü’nün ifadesiyle islam dinine en fazla riayet eden türk hükümdarları dahi devlet otoritesini her şeyin üzerinde tutmuşlardır. yani devlet islam devleti de olsa, laik devlet de olsa dini mekanizmanın otorite sahibi olduğu ve bugünkü iran ve arap ülkelerinde örneklerini gördüğümüz "teokratik devlet" anlayışı hiçbir zaman yer edinmemiştir. ardından gelen ulus devlet inşasıyla iktidar kaynağı devleti bizzat temsil eden töre ve ilahi meşruiyet sahibi hükümdar soyundan kurucu iradeye ve milletin meclisine geçtiğinde de bu durum aynen devam etmiştir. hakimiyet hükümdardan millete geçmiş ancak bu unsurların temsil ettiği siyasi otorite her daim güç sahibi kalmıştır. işte türkiye cumhuriyeti'nin bugüne kadarki tarihine baktığımızda da diyanet işleri başkanlığının yayınladığı fetvalar ve ilerlettiği politikalar o günkü hükümetlerin politikalarıyla her daim paralellik göstermiştir.

sonuç olarak devlet kavramının iç yapısı ile dini kurumların niteliği tarih boyunca değişse de sonuç hep aynı kalmış ve devlet iktidarını muhafaza etmiştir.

yararlanılan kaynaklar