Sinemaya Uyarlanamaz Denen Bir Kitaptan Uyarlanan Zorlu mu Zorlu Film: Inherent Vice

ABD'li yönetmen Paul Thomas Anderson'ın, 2009 çıkışlı Thomas Pynchon eserinden uyarlamayı başardığı 2014 yapımı Inherent Vice hakkında güzel bir eleştiri.
Sinemaya Uyarlanamaz Denen Bir Kitaptan Uyarlanan Zorlu mu Zorlu Film: Inherent Vice

spagetti westernlerle büyük bir yıldıza dönüşen clint eastwood'un 92 yılında çektiği western şahikası unforgiven, sinema tarihine western türünü yıllar sonra revize eden film olarak geçmiştir.

türün en önemli filmlerinde oynamış büyük bir yıldız olarak, türe fazlasıyla hakim olan eastwood bir bakıma oynadığı filmlerin antitezi olan böyle cesur bir film çekerek (sonrasında çektiği sağcı, liberal boktan filmleri biliyoruz elbet) bir meydan okuma ve hesaplaşmaya girişmiştir. ve bu hesaplaşmadan alnının akıyla çıkmıştır.

o filmlerde soğukkanlı, korkusuz, planlı, zeki, kurnaz, cool, hızlı, karizmatik gibi etiketler taşıyan eastwood yıllar sonra çektiği filmle oynadığı o karakterlerin gerçekle uyuşmazlıklarını, tekinsiz bir kayıtsızlıkla yarattığı karakterlerin inandırıcılıkla bağdaşmayan tavır ve eylemlerini sorgulamaya girişmişti bir bakıma.

kısacası western türünün ipliğini pazara çıkaran filmi yapan, yine western filmleriyle şöhrete kavuşan bir adamdı. 

Unforgiven

tam da bu noktada inherent vice da tıpkı unfogiven gibi türün ipliğini pazara çıkaran bir anti-noir olarak sinema tarihindeki özel yerini alıyor

postmodern edebiyatın en çok tanınan yazarlarından thomas pynchon'ın uyarlanamaz denen romanından böyle bir film çıkarmak hem bir cüret hem de arayış meselesi. paul thomas anderson da tam sinemasal arayışlarının karşılığı olabileceğini düşünerek romana sarılmış ve ortaya her açıdan epey dumanlı bir film çıkmış.

pta her filminde farklı arayışları olan enfes bir yönetmen. bir bakıma şu an amerikan sinemasının en özel 2-3 yönetmeninden biri. hem biçim hem içerik arayışı bitmeyen bir yönetmen olarak gerek görsel açıdan gerek dil ve anlatım tekniği açısından bir kalıba, ifadeye sığdırılamayacak bir sinemasal macera içinde. muadillerinin aksine (fincher, nolan vs) güvenli sulara yanaşmak, orada kalmak, benimsenmiş, ezbere bir dili ve izlence anlayışını, klişeleri elden geçirerek ısıtıp seyircinin önüne koymak gibi bir derdi yok. kolaylıkla hem izleyici, hem akademi nezdinde büyük bir itibara sahip olup (spielberg gibi) her sene oscar heykelciklerini kucaklayabileceği konvansiyonel sinemanın efendisi olabilecekken arayışının menzilini gerek biçim gerek içerikle genişletmeye çalışan bir anlayışa sahip.

tabi bu seçimi yaparken terrence malick gibi bir tavır takınmaması, bir bakıma izleyicisini de (en azından has sinemaseverleri) tümden boşvermemesi onu özel kılan taraflardan biri. 

Yönetmen Paul Thomas Andersen.

inherent vice safkan bir yönetmen filmi olarak önemli bir film

filmin özenli sinematografisinde bunu hissetmemek mümkün değil. filmin her anına sirayet eden bir arayışın sahne sahne, replik replik, kadraj kadraj işlendiği, tek bir anın, durumun, görüntünün, replik ve mizansenin boşlanmadı, bedavaya katmerli bir sinema dersi adeta.

evet zor bir film inherent vice. izleyicisinden talepleri olan bir film. değerini de bu taleplerinin izleyici tarafında bulacağı karşılıkla pekiştiren bir film.

eğer filmden nefret etmek isterseniz sizi kesinlikle üzmeyecek bir sinemasal ifadeye sahip. hatta size bu konuda yardımcı olma hususunda fazlasıyla istekli. eğer sevmek isterseniz de kesinlikle cömert bir tavrı var filmin.

kısacası konvansiyonel sinemanın beğenilme ve gişe gayesiyle yarattığı matematiğin bir hayli uzağında, sinemasal ifadesini izleyiciye dayatan, izleyiciyle ortaklığını ezbere bir katharsis duygusundan ziyade daha simgesel/sezgisel bir perspektifte buluşturmayı arzulayan ve izleyicisine sevimli görünmeye çalışmayan bir film karşımızdaki. kaçak dövüşmüyor pta kısacası.

romanda ona sunulan olanakları bir hollywood terbiyecisi gibi terbiyeleyip, budayıp klasik, arkaik bir çerçeve yaratmıyor pta. seyircinin ezbere, formülize memnuniyetini önemsemeden (elbet seyirciye tümden boşvermeyerek) yapılması gerekeni yapıyor yönetmen olarak.

sinema tarihinde izler bırakmış bazı büyük filmlerin bile içine düştüğü "bak şimdi sana çok acayip şeyler göstereceğim ve sen bunlara hayranlık duyacaksın" tarzında bir yaklaşımı yok filmin. fazlasıyla kişisel bir romandan fazlasıyla kişisel bir yönetmen filmi çıkarmayı başarıyor.

film klasik strüktürü neredeyse tek karakter merkezli öznel bir bakışa oturtup izleme ve gösterme halinin anlama anlamlandırma arzusunun kolaycılığına sırtını dönerek, merceğini dilin ve tekniğin tüm imkanlarına gezdirmeyi yeğliyor. ama bunu biçimci, şekilci bir yönetmenlik şovuyla gerçekleştirmiyor. ortada bir şov varsa o da hikayesini anlatmak adına deneysellik ve gelenekle harman edilmiş bir tavrın ortaya çıkardığı pirüpaklık.

yani pta'nın sinemasal ifadesi bir taraftan çok ama çok tanıdıkken bir taraftan zorlayıcı ve baş döndürücü. bir taraftan çok basit bir taraftan çok zor. hikaye bir taraftan alabildiğine primitif (ilkel) bir dokuya sahip, bir taraftan bu tanıdıklığın derinliğine prizma tutan bir heybeti var.


aslında filmde gayet lineer bir hikaye akışı var

dikkatli izleyen her göz zaten olayları kabaca anlayabilir. anlaşılamayan ve seyirciyi zorlayan şey ise nedensellik ilkesi. yani bir bakıma neden- sonuç ilişkisinin bir doğrusallık taşımaması. vuku bulan tüm olayların bir sıra/dizi ve mantık çerçevesinde perdeye yansımaması.

yer- zaman- mekan- karakter-durum derken her şey fazlasıyla ortada. ama basit kurgunun giriş-gelişme-sonuç, neden/sonuç formülü işlemiyor. hatta teknik dilin en temel işlevlerinden biri olan açı/karşı açı kuralı bile yok sayılıyor. çünkü bütün kurgu karakterin var ettiği sisli bir dünyanın gerçekliğine tekabül ediyor.

ama tüm bunlar farklı olmak adına değil. tüm bunlar yeni bir sinemasal ifade bulmak için girişilen çiğ, ilkel, dayatmacı bir tavırdan ziyade bir sanat yapıtı olarak, yapıtın kendini ifadesine dönüşüyor.

bu noktada pta klasik anlatının dışına çıkıyor. devlet, mafya, tröst, polis derken sistemin absürtleşen otoriterliğini, bu otoriterliğin dayandığı ve dayattığı bir tür kuralcı, merkeziyetçi, milliyetçi, cinsiyetçi, erkek egemen vs görünmez makro iradeyi, merkeze aldığı karakterin gayriciddi arayışının hesaplanamayan, "kaderci" tesadüfi ya da sıralı olmayan sisli/ dumanlı macerasının arka planı haline getiriyor.


ele aldığı hikaye, karakterler, durumlar bir bakıma hem önemli bir bakıma kesinlikle değil

çünkü pta bütün bu dünyayla derdini "doc" karakteri üzerinden özetliyor. yani bir bakıma "doc" tek başına anlatının kendisi. burada pta çok özel bir şey yapıyor. sinema tarihinde çok az yönetmenin yapabildiği ölçüde karakterle özdeşleştiriyor yönetmen olarak kendini. yani doc karakterini salt iyi bir film, özel bir film, bir ifade, bir yönetmen tavrı ortaya koymak için yaratmıyor. romana duyduğu sadakat ve hayranlıkla anlatının kurmacasını öyle benimsemiş ki doc karakteriyle özelleşen, doc karakterinin öznel bakışıyla gerçek ve özel olan bir yapı inşaa etmiş görsel, işitsel olarak. gördüğümüz her şeyin yönetmeden ziyade, yönetmenin doc'u ifade etme biçiminden teşekkül ortaya çıktığını hissediyoruz (ya da ben öyle hissediyorum).

karakterini bu denli fetiş bir şekilde merkeze alıp onu bu denli "dumanlar" içinde bırakmak büyük bir cesaret ve entelektüel kibir gerektirir. bunlar ziyadesiyle var pta'da. ve bu durum belki de koca hollywood'da en çok ona yakışıyor (evet lync ve cronenberg'den bile fazla ).

kısacası "doc" birçok yorumun aksine (kafası güzel, işe yaramaz, sakar) gördüğümüz her şeyin yaratıcısı ve üstünde. vuku bulan tüm olayların sıra ve biçimi doc'un onları anlama, anlamlandırma, var etme haliyle örtüşüyor. işte bu yüzden dumanlı bri aklın iradesi şaşırtıcı derecede karmaşık ama bir o kadar da net bir bağlama oturuyor film çerçevesinde.

batılı insanlığın teknoloji, devlet ve savaş buhranı arasında bulanıklaşan bilincinin püriten, arkaik (eski dönemi belirten) otoritesini yıkmaya çalışan neredeyse nihilist, eylemsizliğiyle rahatsız edici, bir tür hermetik aydınlanma işgali altında dumanlanan bir ortamın tanrısı doc. her haliyle otorite/iktidar/ yetke kalıpları için tehlikeli, anlaşılmaz, uzlaşılmaz ve ürkütücü. hırpalanması, sözde ciddiye alınmaması erkinci iradenin denetlenemeyene karşı duyduğu korkudan ileri geliyor.

tabi bu noktada (değişmez bir iddiadır bu benim için) kendi kuşağının ve şimdiden ve tüm zamanların en iyi oyuncusu sıfatını fazlasıyla hak eden joaquin phoenix'in unutulmaz performansını es geçmemek lazım. doc'u ondan daha iyi yorumlayabilecek başka bir oyuncu olmazdı muhtemelen.


film boyunca yaratılan renk paletinden, ışıklara, sokakların buhranlı, terli, rüzgarlı siluetine, sisler içinde belirip yok olan, sis metaforuyla gerçekleşen ve düşselleşen olaylara kadar enfes bir atmosfer filmi aynı zamanda inherent vice.

kurum ve toplulukların kayıp bir içgüdüyle kendilerini gerçek kılma arayışlarının özellikle tarihsel izdüşümünü görmeden hikayenin kurgulandığı zaman diliminin her açıdan çatışmacı (kimisi için savaş, kimisi için savaş karşıtlığı, kimisi için gizli örgütler, hippiler, uyuşturucu, seks) gerçeğini hissetmeden bu filmi anlamak zor bir bakıma.

kendini bir şekilde gerçekleştirme duygusuyla neredeyse absürt/grotesk bir tutumun (fiziksel olarak) bir bakıma avangard ve kitsch arası bir estetik duyguyla (duygusal olarak)kendini var ettiği sözde fazlasıyla politik ama bir o kadar da politik olanın yasa ve kuramından uzak kalkışmasının metaforu gibi filmin tonu. ve bu metaforu kuvvetlendiren, bu metaforun değindiği, kapladığı her şeyi somutlaştıran yegane şey ironik bir şekilde sis ya da duman.

hani film ya da kitaplarda ve elbet dolaylama yoluyla habercilikte fazlasıyla kullanılan "esrar perdesi" kalıbının vücut bulmuş hali bizatihi doc. esrar ve duman doc'un yani filmin biricik silahları. ama filmin akışını bu kadar esrarlı hale getiren doc'u ve yöntemlerini anlamanın tek yolu da bu esrara bırakmak kendini.

bir anti-noir olarak noir dokusuna giydirdiği tüm bu gayriciddi tavır filmi özel kılan şeylerden sadece biri. bir tarafıyla fazlasıyla ciddiyetsiz, manasız duran, bir tarafıyla neredeyse kusursuz bir sinematografiyle ölümsüzleşen filmlerden inherent vice.

ve açıkçası değerli ya da değersiz bir film oluşunu ortak kanaatlerden ziyade tıpkı anlattığı hikayenin kendisi gibi kişisel deneyimlerin izanına ve izahına bırakan, çok özel bir sinemasal deneyim.

Gayet Az Sayıda Olan Jilet Keskinliğindeki Filmlerin En İyi Örneklerinden Biri: Network

Tüm Zamanların En İyi Filmlerinden American Beauty'nin Final Sahnesine Alternatif Bir Bakış

Erken Yaşta Kaybettiğimiz Müthiş Aktör Philip Seymour Hoffman'ın En İyi Filmleri