Son Dönemin Parlayan Yönetmenlerinden Yorgos Lantimos Neyi İyi Yapıyor?

Son yıllarda çektiği The Lobster (2015), Dogtooth (2009) ve Kutsal Geyiğin Ölümü (2017) gibi filmlerle adını duyuran Yunan yönetmen (d. 1973), neyi iyi yapıyor da çağdaşlarından sıyrılmayı başarıyor? İşte buna dair doyurucu bir kritik.
Son Dönemin Parlayan Yönetmenlerinden Yorgos Lantimos Neyi İyi Yapıyor?

hatırlayacaksınız youtube ilk yaygınlaşmaya başladığında insanlar sinema ve dizilerin artık bittiğini, izleme alışkanlığının kısa videolar üzerinden devam edeceğini iddia etmişti. bir süre için gerçekten eğilim de bu yöndeydi. ancak kısa zamanda youtube gibi mecraların sinemanın yerini tutamayacağı anlaşıldı. çünkü sinema bir hikaye anlatma aracıdır ve temelde gösterilen şey ne kadar olağanüstü olursa olsun, izleyici bunun gerçek olduğu ön kabulüyle filme başlar. youtube ise gerçeğin eğilip büküldüğü, çoğunlukla sahte hikayelerin anlatıldığı (gerçekten kaliteli içerik üreten insanları tenzih ederim) bir mecra olduğu için bir sinema kadar etkili olamadı.

yalnız youtube'un şöyle bir faydası var. dünyada videoya talep deli gibi artınca internet bant genişliği mecburen yükseltildi. bu fırsattan faydalanan netflix gibi firmalar sayesinde de dizi ve filmlere yeni bir ilgi oluştu. tabi netflix dizisiyle ömür geçmez, bu nedenle belli bir sayıda film izlemiş olan insanlar haliyle anlatı konusunda daha kompleks, çekim teknikleri alanında daha dikkat çekici film arayışına girdiler. bu da iyi bir şey. atıyorum 20 sene önce ortalama bir sinema izleyicisinin ingmar bergman hakkında söyleyecek çok şeyi olmuyordu çünkü filmleri arayıp bulması filmleri izlemekten çok daha zordu. şuan ise oturduğunuz yerden iki tıkla tüm dünya sinemasına ulaşabiliyorsunuz.

şimdi bahsedeceğimiz yorgos lanthimos da bu özel dönemin yönetmenlerinden biri. normalde özellikle ülkemizdeki garip dağıtım politikası nedeniyle filmlerini en fazla festivallerde izleyebilecektik. şuan ise yaptığı avangart filmlere rağmen kendisi hayli popüler. kendisi benim de çok beğendiğim bir yönetmen ama tabi bu kadar popüler olunca filmlerini izlemeden önce bir önyargı vardı. çünkü aynı zamanda vasatın aşırı övüldüğü bir dönem içindeyiz. ancak şanslıyız ki lanthimos böyle bir isim değil. hatta bence övgüleri baya baya hak ediyor. şimdi elimden geldiğince objektif olarak (sevdiğim bir konu olduğu zaman coşma huyum vardır, mazur görürseniz) yönetmenin tarzı nedir ne değildir bir konuşmaya başlayalım.

normalde bir hikaye anlatılırken arka planda var olan ve aktarılmak istenen bir fikir vardır

ne bileyim kapitalizm kötüdür, hayatınız sıkıcıysa değişimden korkmayın, bırakın insanlar cinsel tercihlerinde özgür olsunlar vs. mesela eşcinsel bir genci alır, lisedeyken yaşadığı sıkıntıları anlatırsınız daha sonra kendisini kabul eden insanlar bulur ve burada mutlu olur. buradaki ince nokta ise söyleyeceğiniz şeyi asla direkt olarak söylememektir. herşey olay örgüsünün bir parçası olarak anlatılmalıdır. mesela eşcinsel olan birey bir yerde garson olarak çalışsın ve orada güneyli takılan bir takım adamlardan dayak falan yesin. böylece direkt olarak söylemeden gerici düşüncelerin bu insanlara ne kadar zarar verdiğini göstermiş olursunuz izleyicinize.

bu anlattığım tabi klasik sinema için geçerli. lanthimos için ise söyleyebileceğimiz en son şey kendisinin klasik sinemanın temsilcisi olduğudur. bunu da en iyi hikaye anlatma tarzında görebiliriz. öncelikle lanthimos, klasik sinemadaki öyle bir evren kurayım ki izleyici film izlediğini unutsun mantığına girmez. the favourite hariç hiçbir filminin gerçekçi bir mekan algısı yoktur. özellikle dogtooth'taki ev, the lobster'daki otel buna örnek gösterilebilir.

Dogtooth

ayrıca lanthimos, anlatacağı şeyi saklamaz

hikayelerini gerçeklik zeminine oturtmadığı için bütün metaforlar birebir hikayenin akışında yer alırlar. tüm metaforları da gayet açık ve okunabilir durumdadır. örneğin the lobster'da toplumun yalnız insanlar üzerinde kurduğu baskıyı çok zorlanmadan görebilirsiniz. ha lanthimos filmlerindeki her metaforu yakalamak tabi ki kolay değil ama filmleri ne anlatıyor bu allaaşkına demeden izleyeceğiniz kadar bir kısım veriliyor diyebiliriz.

peki lanthimos neden anlattığı şeyleri olay örgüsünden sıyırıp daha kavramsal bir zemine taşıyor? birincisi lanthimos'un işlediği konular daha önce işlendi zaten. örneğin dogtooth'taki baskıcı aileyi normal bir olay akışı içinde anlatmış olsaydınız tebrikler birbirinin benzeri 760bininci filme imza atmış olacaktınız. filmleri bu şekilde yaptığınızda ise evet benzer bir konuyu ele aldınız ama kimsenin anlatmadığı şekilde anlatmaya çalıştınız demektir.

ayrıca işin içine olay örgüsü, mekanlar ve en önemlisi karakterler girdiğinde seyircinin dikkatinin dağılma ihtimali var. mesela alps filmini ele alalım ve çocuğunu kaybetmiş bir ailenin, kendi ebeveynlerinden çok ilgi görmeyen bir kızı kendi evlatları yerine koyduğunu anlatalım. eğer işin içine biraz duygu sömürüsü biraz da gülmece falan koyarsanız baya gişe rekoruna koşarsınız bu filmle. çünkü klasik melodrama gibi bir şey elde ettiniz. ama lanthimos size bunu göstermek istemiyor ki. ilk baışta film aile bireylerini arkadaşlarını falan yitiren insanların acısını temel alıyormuş gibi görünebilir ama dikkat edin ana karakterler onlar değil isimlerini alp'lerdeki tepelerden alan karakterler. burada da bir duygusal boşluk seziliyor. çünkü bir insanın yerine başkasın koymaya hatta bunun için ücretli hizmet almaya çalışıyorsanız demek ki burada dayanılmayacak kadar büyük boşluk var demektir. durum biraz hastalıklı ama inanın alpler kadar değil. çünkü onlar da para kazanmanın ötesinde yerlerine geçtikleri karakterlere gösterilen ilgiyi arıyorlar. mesela filmde hemşire olan karakter sevilen, başarılı, ailesi tarafından desteklenen bir kız gördüğünde oraya gitmek istiyor. önce kız ölmedi diye yalan söylemesi, daha sonra ilk 4 hafta para almayacaklarını uydurması, en sonunda da yaşadığı kayboluştan sonra camı kırıp kızın yatağına yatmaya çalışması hep bu arayışın göstergesi. ve tüm bunları tutup olay örgüsü içinde kendinizi özdeşleştirebileceğiniz karakterler ile anlatırlarsa ortadaki o hastalıklı durum gözden kaçar. lanthimos ise karakterlerine isim bile vermeyerek izleyicisini olaylara yabancılaştırmaya çalışıyor. böylece izleyicisine insanlarla bağ kurmak gibi temel bir insani ihtiyaca adeta laboratuvar gibi bir ortamdan bakma şansı veriyor. bu da entelektüel açıdan bakarsanız, bilindik bir hikayeyi tekrar tekrar anlatmaktan çok daha değerli.


bir de lanthimos'un meşhur anlamsızlık ve gariplik meselesi var

burada son söyleyeceğimi ilk söyleyeyim: lanthimos'un filmleri anlamsız değildir. mesela lobster'ı izleyip e abi sonunda ne oldu şimdi adam çıkardı mı gözünü diye soruyorsanız yönetmenin tarzını anlamamışsınız demektir. çünkü o sahnede anlatılmak istenen şey aşk konusunda yaşanan kararsızlıktır. normal bir aşk filminde ne olur, ya karakterlerden biri gözünü bile kırpmadan fedakarlık yapar ya da saf kötüdür ve senin için şöyle uçarım böyle kaçarım dedikten sonra ortadan kaybolur. da gerçek hayat ve aşk böyle bir şey değil ki. lanthimos'un söylemek istediği de bu. bazen ilişkilerinizde öyle bir noktaya gelirsiniz ki ne yapacağınızı bilemezsiniz. sevdiğiniz insan yalnız başına öylece otururken aynanın karşısında dikilir kalırsınız diyor. bu noktada zaten kesin bir yargı da yoktur artık. diyelim ki colin farrell'in canlandırdığı karakter kendisini kör etmedi ve kaçıp gitti. normal şartlarda bu karakterin kötü olduğunu düşünürsünüz ama film boyunca yaptıkları da az şey değildi ki. çok çok büyük bir fedakarlığı yapamadı diye hemen kötü biri mi olacak? ya da film boyunca saçma sapan hareketler yaptıktan sonra filmin sonunda gözünü çıkarsa birden bire ideal aşığa mı dönüşecekti? bu nedenle yönetmenin istediği de ufak hareketlerin sonucundan ziyade izleyicinin olayın genel akışını kavrayabilmesi. o nedenle yaşanan kararsızlığı hissettiyseniz göz gitti mi gitmedi mi pek bi önemi yok bunun.

gariplik konusuna gelecek olursak da bunu yine hikaye anlatıcılığı içinde konuşmuştuk, lanthimos istiyor ki karakterleri böyle ameliyat masalarına yatsın, siz de üzerinizde önlük o dizilerde falan sıkça gördüğümüz cam bölmeden olanları izleyin. bu nedenle mesela diyalogların hepsini sanki oyuncular ellerindeki texti ilk defa görüyormuş gibi ruhsuz ve tonlamadan okuyor. ha derseniz ki bence lanthimos diyalog çekmeyi beceremiyor, onun da bir çözümü var. dikkat ederseniz iki karakter konuşurken arada sürekli bir bekleme oluyor. işte o beklemelerin kendi içinde bir ritmi var. yani dümdüz okuyalım belki bir şey çıkar değil, olabildiğince düz olsun diye bir çaba var burada. zaten bir yamukluk olsa colin farrell, rachel weisz gibi oyuncular diyaloglara bakıp hocam burası olmuyor gibi sanki derlerdi ve yönetmenin diğer filmlerinde çalışmak istemezlerdi.

lanthimos'un farklı bakışının en belirgin olduğu noktalardan biri de filmlerindeki sevişme sahneleri

normalde sevişme sahnesi eskiden hiç çekilmiyordu. işte en fazla kapanan perde falan ima edip geçiyordunuz. yeni dönemde ise özellikle dizilerde sevişme sahneleri yayınlanmaya başlandı. bunun da standardı olabildiğince az şey gösterip işi zoom'la, aşırı yakın çekimle falan atlatmak. bir de işin asla erotik bir noktaya varmaması lazım. çünkü yaptığınız projeyi böyle izletmeye çalışıyorsanız baya düşük bir seviyedesiniz demektir. insanlar böyle düşünmesin diye de atıyorum bir çift meme çekeceksiniz hemen partnerin gölgesini böyle bir kısma düşürürsünüz ki bir şeyler hafif gizli kalsın. ha kabak gibi her şeyi de çekebilirsiniz tabi ama işin içinde biraz sanatsal kaygı olması gerekiyor ki dediğim gibi insanlar amacınızı tartışmasın.


lanthimos'un ise en başından beri böyle bir derdinin olduğunu sanmıyorum. çünkü insanın en doğal yaptığı eylemi bile o kadar bağlamından koparıyor ki insan mı sevişiyor uzaylılar üremeye mi çalışıyor anlayamıyorsunuz. yani normalde iki insan sevişirken aralarında bir yakınlık olur, bi gülümseme bi bişey yani... ama lanthimos filmlerinde bunların hiçbiri yok. ha dogtooth'ta olmaması anlaşılabilir çünkü oradaki erkek çocuk daha önce topluma karışmamış hiç. (ensest meselesinde böyle bir şey aramak zaten baştan saçma olacağı için onu konu dışı bırakıyorum) ama cinsellik konusuna benzer bir yaklaşım alps'te de var, lobster'da da var (gerçi colin farrell ile rachel weisz'ın karakteri birbirlerine aşık olunca işler değişiyor ama o zamana kadar tutkunun t'si yok koca sinematografide) peki lanthimos bunu neden böyle tercih ediyor? birincisi karakterleri zaten toplumdan kopuk olduğu için birden sevişme sahnesinde don juan'lara dönseler garip olurdu. ikincisi de biz insan olarak bazı eylemlere farklı anlamlar yüklüyoruz. çünkü geçmiş deneyimler, toplumsal normlar gibi pek çok konu var bir şeyi anlamlandırırken kullandığımız. lanthimos ise bakışımızı bulandıran bu noktaları ortadan kaldırıp olanı sadece gözlemci olarak anlamamızı sağlıyor. zaten tüm entry boyunca konuştuk tüm filmlerinde böyle bir yaklaşım olduğu için sevişme sahnelerinin bu şekilde yapılması da beklediğimiz bir şey aslında.

sonuç olarak

şimdi lanthimos'a baktığınızda hep aman sanat filmleri çekiyor aman metafor kullanıyor diye uzak duruyor olabilirsiniz. ancak dediğim gibi metaforlar olsa da bunları çözmek çok bir efor gerektirmiyor. (derinlemesine anlamlandırayım derseniz işler değişir tabi) bir de artık böyle yönetmenlerin ana akımda tartışma konusu olması bence sinema için iyi bir şey. umarım lanthimos değişik fikirleri olan senarist ve yönetmen adaylarına örnek olur da ileride daha fazla özgün sinemacı takip edebiliriz.