Tanrı Neden Kültürler Değişse Bile Hep İnsansı Tarzda Hayal Ediliyor?

İlahi varlığı, yaratıcıyı neden antropomorfik tarzda hayal ederiz? Felsefi açıdan bunu sorgulayan düşündürücü bir yazı.
Tanrı Neden Kültürler Değişse Bile Hep İnsansı Tarzda Hayal Ediliyor?

tanrı imgelemesinin var olduğu toplum yapılanmalarında tarihsel süreç içerisinde birbirineparalel iki atılım olmuştur. bunların ilki, (bkz: politeizm) anlayışından (bkz: monoteizm) anlayışına geçiştir. ikincisi ise maddi tanrı kavrayışından manevi olana doğru bir
evrilmedir. semavi dinlerin tek tanrılı imgelenmesinde tanrı’nın -eski ahit’ten kuran’ı kerim’e kadarki süreçte- niteliklerinde birtakım değişmeler olduğu göze çarpar.

örneğin, tevrat’ta sözü edilen tanrı’nın insanla ileri düzey -insansal karaktere bürünmek haliyle katı ilişkiler kurduğu yerde, yeni ahit’te isa kılığında insansal nitelikleri ihtiva eder. kuran’da ise bütün insansal niteliklerden soyutlanmış bir biçimde bütünüyle soyut bir aşkın varlık olarak aşılanır. bunlara ek olarak, felsefe tarihinde doğal teolojinin en esas konusu olması bakımından tanrı’nın varlığı üzerine kütüphane dolusu eserler verilmiştir. örneğin, antik çağ dönemlerinde mitolojik bir ürün olan tanrı, (bkz: platon)da evrenin düzenleyicisi olarak;(bkz: aristoteles)’te hareket etmeyen hareket ettirici olarak; orta çağ’da temel bir dogma olarak kendisi aracılığıyla insanın eylemsellik alanının belirlendiği aşkın bir varlık olarak nitelendirilmiştir. bu ve benzeri gibi durum tespitlerinden sonra , sorgulayan bir akıl tanrı kavramının ne olduğuyla ilgili dayanaklı bir takım sorgulama ihtiyacı duyar...

(bkz: baruch spinoza) nın düşüncelerine göre insanların “varlık” veya tanrı konusundaki bilgi seviyeleri yeterince kesin değil, fakat bir hayli bulanıktır. onlar tanrı’yı tıpkı bir cismi gözünde canlandırdıkları gibi zihinlerinde canlandırırlar ve zihinlerinde görmek istedikleri bir sahne tasarlayıp, buna tanrı adını verirler. insan olmaları nedeniyle, sürekli dış etkenlere maruz kalarak yaşamlarını sürdürdükleri için, onların bu şekilde kavramlar geliştirmeleri kabul edilebilirdir. ancak, pek çok problemin kökenleri de burada yatmaktadır. tanrı’nın özü ya da doğası yeterli bir ölçüde anlaşılamamıştır. bu problemin asıl nedeni ise öz ve öze ilişkin olan konularını hakkında yeteri derecede bir fikir sahibi olunamamasıdır. tarihteki tanrı tanımlamalarına baktığımız zaman, genellikle öz ve öze ilişkinliğin birbirleriyle karıştırıldığı görülür. bu karmaşıklıkla yapılan teolojik araştırmalar, tanrı hakkında, onun özü ve öznitelikleriyle ilgili açık ve seçik bir bilgiye erişme imkanı bulamamışlardır.

spinoza, dinler tarihi araştırmalarında, peygamberlerin tanrı’nın özniteliklerinden yeterli bir ölçekte haberdar olmadıkları yönünde bir durum değerlendirmesi yapar. örneğin, adem’in yasayı çiğnemesinde dolayı tanrı’dan saklanma çabası; ibrahim’in ve musa’nın tanrı tasvirleri ya da musa’nın tanrı’nın cennette oturduğuna ve kendisiyle konuşmak için sina dağına geldiğine yönelik inancı, onların tanrı’nın özniteliklerinden –örneğin her şeyi bilen ve her yerde hazır ve nazır olan olması vb- pek de haberdar olmadıklarını gösterdiğini düşünür spinoza... spinoza bu şablonları peygamberlerin bilgisizliğine değil, ancak bilme yükümlülüğü olmadıklarına gönderme yapmak üzere verir. çünkü onun düşüncesine göre peygamberlerin görevi, esas olarak, tanrı’nın varlığını, ödüllendirici ve cezalandırıcı, merhametle dolu olduğunu, yeni topluma ahlaki esaslar aracılığıyla nasıl yaşamaları gerektiğini aktarmaktır.

spinoza’ya göre, tanrı’nın bilincine sadece kapsamlı ve derinsellik içeren bir düşünceyle varılabilir. derinlikli bir düşünme yerine tanrı’nın insansal karakterle tasvir edildiği geleneksel tanrı tasvirleri ya da tanrı’yla ilgili tüm önyargılar tek bir noktada düğümlenmektedir.


insanlar genel olarak doğadaki her şeyin aynı kendilerinde olduğu gibi belli türden bir hedef doğrultusunda ilerlediğini varsaymaktadır. bu noktada tanrı’nın da her şeyi bir gaye dahilinde yönettiğini ya da belirlediğini düşünmektedirler. bu düşünce yapısı içerisindeki insanlar her şeyin insan uğruna, insanın da tanrı’nın kendisine hizmet etmesi için yaratıldığına inanmaktadırlar. bu vesile ile, insanın eylemsellik alanındaki iyi-kötü, sevap-günah, güzel-çirkin vb. değerler, spinoza’ya göre, hep bu inanışın ürünleridirler. doğaya yöneltilen ereksellik, doğrusu insanın henüz bilimsel düşünce aşamasına geçmediği, doğal ortamında olduğu zihinsel bir durumun yansımasıdır.

doğadaki ereksellik, öznenin de sahip olduğu kanısına varılan özgürlükten çıkarsanmıştır. aslına bakılırsa bu durum gayet anlaşılabilirdir; çünkü insana ilişkin bir çözümlemede gözlemlenebilecek şeylerden biri, insanın nedenlerin bilgisinden habersiz dünyaya geldiğidir. içine doğduğu varlıkların düzenini ve sebeplerini bilmeksizin doğan insan varlığı, dünyaya geldikten sonra ilk olarak kendisine fayda getirecek şeylere doğru yol alır ve onun bilincinde olduğu yegane şey belki de yalnızca bu yönelimini güdüleyen arzularıdır. bu durum göstermektedir ki insanlar ilk olarak kendi seçimlerinin ve arzularının ayırdına varırlar. kendi seçimlerinin ve arzularının farkında olmaları sebebiyle de kendilerinin özgür olduğunu sanırlar. çünkü bir şeylere kendilerini yönlendiren sebeplerin farkında değildirler. bundan dolayı, onlar sadece cereyan eden olay ve olguların son nedenleriyle ilgilenirler.

bir durumun veya olan bir durumun son nedenini genellikle bir dış kaynakta arama isteğinde olan insan, söz konusu nedeni aradığı düzlemde bulamadığında ancak kendine döner. kendi içine döndüğünde ise doğa içerisinde kendisine sunulmuş olan hazır durumlardan hareketle, aynen kendi ürettiği araçlarda olduğu gibi, doğanın da özgür bir biçimde bütün her şeyi sırf kendi hizmetine sunduğu sonucuna varır...

o, davranışını yönlendiren faydacılık ilkesi ve özgür irade ilkeleriyle bütünleştiğinde, doğayı amaçlar ve araçlar olmak üzere iki ayrı düzlemde “yorumlamaya” ye başlar. eylemsellik alanında kullandığı ve karşılaştığı tüm doğal durumların bir şeye erişmek ya da onu gerçekleştirmek amacıyla birer araç olduğunu sanır. tüm bu doğal araçları var kılanın ya da forme edenin kendisi olmadığının da farkındalığıyla, bir dış sebebe ihtiyaç duyar. böylece bütün bunları kendisine sunduğunu zannettiği bir “yöneten, kontrol eden” düşüncesini geliştirir.

bu düşünce ise –hayal gücüyle ulaştıkları yönetenin varlığıyla ilgili henüz bir bilgileri olmadığından- zorunlulukla kendi kapasitelerince ona bir karakter biçer: her insan kendi karakterine bakıp zihninde tanrı uğruna farklı ibadet formları üretti; bu tanrı her şeyden, herkesten çok onu sevsin ve bütün doğayı onun keyfine ve doymak bilmez hırsına uygun olarak yönetsin istedi. işte bu yargılamadan verilen hüküm, sonradan batıl inanca dönüştü ve insan zihninin derinlerine kadar inerek kökleşti; herkesin varlıkların esas amaçlarını çözümlemek ve açıklamak için bunca uğraş vermesinin nedeni oldu bu hüküm.

ama insanoğlu doğada hiçbir oluşun bir boşunalık içerisinde yaratılmadığını (yani doğada insanın yararına olmayacak hiçbir şeyin olamayacağını) ispat edeceğim diye böyle yana yana düşünceler üretirken, sanırım sadece doğanın ve tanrıların insanlar gibi olduğunu gösterebildi. baksanıza sonunda olanlara! doğadaki bunca rahatlığa karşın insanoğlu bunca rahatsızlık yaşamaya mecbur kaldı, fırtınalara maruz kaldı mesela, depremlere, hastalıklara ve daha nicelerine. bu kez şöyle düşünmeye başladı, bütün bu felaketler tanrıları öfkelendirdikleri için başlarına geldi, çünkü yanlış işler yapıp tanrılara zarar verdiler ya da tanrıların kendine özgü ibadet şekillerine harfiyen riayet etmediklerinden günah işlediler. günlük yaşamlarında edindikleri deneyimler onlara bunun tersini söylese de, yaşadıkları sayısız örnek bu tür felaketlerin hiç fark gözetmeden hem dindarların hem de dinsizlerin başına gelebileceğini kanıtlasa da, yine de kafalarında kök salmış bu önyargıdan bir türlü vazgeçmediler; çünkü başlarına gelen bu olayları, nasıl kullanacaklarını bilemedikleri aletler gibi değerlendirmek onların kolaylarına geldi, böylece sistemi toptan yok edip yeni bir sistem kurmaktansa, nasıl cahil doğdular öyle de yaşayıp gittiler. bunun sonucunda kesin bir karara vardılar, demek ki tanrıların hükümleri insan algısının çok çok üstünde. sadece bu karar bile hakikatin sonsuzca insanlıktan saklanmasına yeter de artardı bile (…) (spinoza.)


aslında spinoza’ya göre bu türden inanışların temel dinamikleri içerisinde insan zihninin doğası bulunur. spinoza’ya göre yanılgının kendisi, insan denilen canlıya kendini zorla benimsetir. çünkü insanlar asıl olan hakkında az-çok bir fikir sahibi olduklarını öğrense bile, önceki inançlarına sıkı sıkıya bağlanırlar; yanılgıyı sürdürürler. bu sebeple tanrı’yı kavramını kendi yapılarının içeriğince benzetmeleri yönündeki bu anlamaları da kendini onlara zorunlu olarak empoze eder.

bu zorunlu duruma gelmiş türden yanılgılar, ancak tanrı kavramının ne olduğu gerçekten bilindiğinde, yani o’nun upuygun bilgisine erişmek suretiyle ortadan kalkacaktır. spinoza bu konuyla ilgisinde şu örneği verir: (…) gökyüzüne bakışımızı çevirip güneşi gördüğümüzde bizden yaklaşık 200 adım uzaklıkta olduğunu hayal ederiz, ama bizim yanılgımız sadece onu böyle hayal edişimizden kaynaklanmaz, güneşi böyle hayal ederken onun asıl mesafesini ve onu böyle hayal edişimizin sebeplerini bilmememizden kaynaklanır.

açıkça görülmektedir ki konunun her yönüyle bir çıkmaza sürüklenmesindeki husus tanrı’nın ne’liği sorunsalıdır. buna karşılık, insanlar genellikle bir şeyin doğasını açıklamaktan çok, onu ya övmeyi ya da yermeyi yeğlerler. bunun temel sebebi ise insanların, varlıklarına bir moral bir değer atfederek yönelmeleridir.. insanlar bu tür düşünme modellerinden ya da genel önyargısal modelden ancak matematik dahilinde kurtulma ihtimali bulabilmişlerdir. çünkü matematik “şeyler dünyasının” son nedenleriyle değil, fakat şekillerin özleriyle, öz nitelikleriyle ilgilenir. onlar, matematik aracılığıyla söz konusu düşünme biçimleri üzerinde derinlere inebilmiş ve böylece varolanlarla ilgili doğru bilgiye erişebilme seçeneklerini oluşturabilmişlerdir. bir başka ifadeyle, davranışlarını yararlılık güdüleriyle belirleyen ve bu yüzden doğanın gerçek düzenine vakıf olamayan insan, ancak ve ancak kendi eylem ve amaçlarını bir kümeye alıp, doğayı seyretme suretiyle gerçek düzeni kavrayabilir ki bunun olanaklı bir yolu, hatta bana göre tek yolu doğayı geometrik bir düzlemde “okumak”tır.

düşünürün, sorgulayanın esas görevi, bir şeyi övmekten ya da yermekten ziyade, onu anlamaya çalışmaktır. bu bakımdan düşünür ilk önce geometriye odaklanmalıdır. çünkü geometrik tavır, bu tür tuzaklardan bizleri soyutlayacak tek yoldur. böylece şeylerin ya da olup bitenlerin neye yaradığıyla ilgili merakın üstüne yükselip, onları kendi içsel bütünlüklerinde, “nasıl oldukları gibi olduklarını” ortaya koymak mümkün hale gelecektir. bunun için de büyüden arındırma yolunda ilerlemeyi sürdürmek gerekir. gerek eski gerekse yeni batıl inançlar yitirildiğinde, nihayetinde gerçeğin içinde bir anlam keşfedilir. dünyayı sırlardan arındıran sürecin kendisiyle birlikte yepyeni bir sırla karşılaşılır. doğanın, insanlarda olduğu gibi, belli bir amacı yoktur. böyle bir amacın olduğunu iddia eden ‘genel önyargı’ bütünüyle hayal gücünün bir ürünüdür. çünkü hayal gücü, son nedenleri öncü ya da öncü nedeni sonuçmuş gibi gösterir: varlıkların doğasını hiç anlamayanların, onları sadece hayallerinde canlandıranların varlıklarla ilgili söyleyebilecekleri hiçbir şey yoktur, çünkü hayal gücünü akılla karıştırma sanrısına düşerler, bu nedenle varlıklar ve onların kendine özgü doğaları hakkında böylesine cahil olduklarından, tartışmasız şekilde doğada bir düzen olduğuna inanırlar.

çünkü varlıklar duyularımızın birlikteliği ile algılanan türde bir düzleme sahip olduğunda onları basitçe hayal edebilir, böylece kolaylıkla da hatırlayabiliriz ve muhteşem bir bütünlük içerisinde bir düze sahip olduklarını söyleriz; aksine oluşan durumlarda da , berbat bir düzene sahip olduklarını ya da karışık olduklarını söyleriz. sonuncusuyla bir kıyaslama yaptığımızda ilkin bizi daha mutlu ettiğinden onu kolay hayal edebiliriz, çünkü insan düzeni karışıklığa tercih eder, sanki düzen dediğimiz oluşum bizim hayal gücümüzün bir eseri değil de, doğada olan bir şeymiş gibi; sonra da tanrı’nın her oluşumu düzenli olarak var ettiğini söyler, böylece ayırtına varmadan aslında tanrı’ya da insanın hayal gücünü atfetmiş olur.

belki de hayal gücünü çok aşan bir sürü şey gözlemlediklerini ve çoğu şeyin zaten zayıf olan hayal güçlerini daha da bulanıklaştırdığını görünce paniğe kapılmamak için böyle bir düzen fikri öne sürmüşlerdir, kim bilir...

şu halde temel sorun, insanların gerçek varlıkları hayal güçlerinde yarattıkları şekillerle karıştırmalarıdır. genel bir tabirle, insanlar hayal gücü ve akıl gibi iki güç aracılığıya yönlendirilirler. bu düzlem doğrultusunda yapılacak her açıklamanın insanların bu iki yönüne göndermeyle oluşturulması, böylece bu iki yönün de tatmin edilmesi beklenir. spinoza’nın bu konudaki görüşleri hem dinsel hem de felsefi bakımından ya da hem hayal gücü hem de akıl bakımından değerlidir...

o, akıl ürünü ve hayal ürünü oluşumlar arasında bir bölünmeden hareketle şöyle der: öyleyse sıradan insanın doğayı anlamak için var ettiği tüm bu kavramlar, yalnızca hayal gücünün oluşturduğu birer resim; hiçbiri varlıkların asıl gerçekliğini ortaya koymuyor, sadece hayal gücünün yapısını meydana getiriyor. bu kavramlara birer isim verildiğinden, sanıyorsunuz ki bunlar hayal gücümüzden bağımsız olarak olan oluşumlar. ben bunlara akıl ürünü oluşumlar yerine hayal ürünü oluşumlar diyorum.