Tele Pazarlama Sektöründe Çalışan Birinin Şahit Olduğu Kan Dondurucu Sahtekârlıklar

Para kazanmak amacıyla tele pazarlama sektöründe 3 ay çalışıp sonra vicdanı elvermediği için işi bıraktığını söyleyen birinin tecrübelerini ister gerçek ister hikaye olarak okuyun, yine de şaşıracaksınız.
Tele Pazarlama Sektöründe Çalışan Birinin Şahit Olduğu Kan Dondurucu Sahtekârlıklar
iStock

tele pazarlama sisteminin çalışma mantığı, finansal yönü vs. konularında bilimsel bir bilgiye sahip değilim, bu konuda akademik bir eğitim de almadım. sadece sistemin içinde bizzat bulunup bazı tecrübeler edindim ve bunları anlatacağım. bu tecrübeleri anlatırken, çalıştığım firma şu anda tekrardan faaliyete geçmiş olduğu için bazı şahıs ve kurum isimlerini değiştireceğim.

yıl 2008... iki yıllık bilgisayar programlama bölümünü yeni bitirip istanbul'a, evime geri döndüm

şirinevler/mahmutbey caddesinde bir bilgisayar-telefon dükkanında teknik servis olarak işe girdim. bir müşteri geldi, ikinci el laptop almak istiyor. patron beni çağırdı laptopları tanıtmak için. adam dükkanın önüne 4×4 pahalı bir arabayla geldiği için patron bu yağlı kazık kaçırmamak lazım diye beni de çağırmış ama adam öyle bir çingene pazarlığı yapıyor ki lanet olsun para da verme al git demek istiyorsun. mülaim abiyle öyle tanışmış olduk. neyse pazarlık bitti, alışveriş tamam. mülaim abi benim pazarlamamı beğenmiş olacak ki bana iş teklif etti. kartını verdi, aylık 3000'den aşağı kazanmazsın bir ara gel işyerini gör, kafana yatarsa hemen işe başla dedi (o zamanlar asgari ücret 750-800 tl civarındaydı). tabi ben parayı duyunca bir hafta geçmeden mevcut işimi bıraktım ve soluğu mülaim abinin yanında aldım. florya'daki bir tv binasının hemen dibinde, ikinci katta büyük bir ofis. sonradan öğrendim, bu tv'ye ait bir pazarlama şirketi imiş. yeni patron mülaim abi de haydar baş'ın (ölmüş olduğu için gerçek ismini kullanmakta bir beis görmedim) öğrenci-müritlerinden biriymiş. diğer müritlerin de kısmen özerk bunun gibi pazarlama şirketleri varmış. hepsi tv'nin etrafına toplanmış kat arası ofislerin içinde. tv, parti, dernek, aylık abonman dergi işlerini uzun yıllardır yapıyorlarmış ama bu işlerden pek bir para kazanamamışlar, çevredeki itibarları çok kötü, haydar baş'ın ve tv'nin ismini kullanarak borç takmadığı esnaf, insan kalmamış. tv binasının altındaki lokanta, bina personelinden yemek paralarını alamadığı için 3 defa batıp el değiştirmiş. siz sadece buradan tahmin edin adamların durumlarını. tabi bu tele pazarlama işinden parayı tekrar bulunca eski saygınlıklarını kısmen geri kazanmışlar ama geçmişleri yine hafızalarda tabi.

neyse efenim konuya devam edelim; sabah ilk iş günüm saat 8 gibiydi. büyük bir salon var, salonun içinde internet cafe masaları gibi dizilmiş 40 tane masa var. her masada bir sabit telefon ve tekli mikrofonlu kulaklık. yeni başladığım için 40 numaralı telefonun başında işe başladım. siz kalp damar doktorunu aramak için tek bir numara çeviriyorsunuz, bizim orda 1 numaralı telefon çalıyor. ikinci bir kişi aradığında 1 numara meşgul olduğu için 2 numaralı telefon çalıyor. bu şekilde 40'a kadar gidiyor. masanız sabit değil. bir önceki gün kim en çok satışı yaparsa 1 numaralı masaya oturur, ondan daha az satış yapanlar sırasıyla ikinci masaya oturur, üçüncü dördüncü diye gider. tabi 1 numaraya oturanın satışı garantidir. bu yüzden herkes oturduğu masada maksimum satışı yapmaya çalışır.

tabi satışın tek faydası masa değil, satış başına verilen komisyon. o da hepi topu 1 tl. 100-150 tl arası ilaç sat ama tane başına sadece 1 tl al. sen müşteriden neredeyse 1 aylık maaşını yalan söyleyerek al ama karşılığında toplam 6 tl al. çok az gibi görünüyor değil mi? hayır değil. 1 numarada oturan adam günlük en az 300 kutu mal satar.

maaşlar da hesaba yatmaz. her maaş gününün akşamı patron personeli toplar, gösteri yapar gibi ahmet şu kadar kazandı, mehmet şu kadar kazandı diye bağırarak tek tek çalışanın cebine parasını koyar. bundan başka da maaş hesaplarımıza komisyon kazancının haricinde asgari ücret yatar ama komisyon kazancının yanında o kadar küçük kalır ki hesaba yatıp yatmadığına bile bakmayız.

bir de müdürümüz var adını unuttum zaten, zafer miydi zeki miydi neydi... bu adam ziraat bankası'nda kadrolu çalışıyormuş. bizim patron çuvalla paraları getirip yatırdıkça patronla muhabbeti koyulaştırmış. patron en sonunda bunun da kanına girip istifa ettirip bizim dükkana müdür yapmış zeki'yi. çalışanlar genelde tahsilli ve zeki insanlardı. çoğu kendi branşındaki paradan memnun olmayıp buralara düşen insanlar. zeki sabah iş başlamadan bize tıp dergileri dağıtıyor, biz bunların içinden damar tıkanıklığı, ms hastalığı, şeker hastalığı, parkinson, alzheimer gibi hastalıkların tıbbi bilgilerini, neden olur ve nasıl tedavi edilir gibi kısımlarını öğreniyoruz. çünkü arayan vatandaşa kendimizi doktor olarak tanıtıyoruz. müşteri/hasta sizi çaktırmadan sınar, siz de onu tatmin edersiniz.

telefonda sizin hastalığınız şundan bundan kaynaklı bu yüzden size bu ilaçları yazıyorum diyoruz. itiraz yok zaten. hastaneye gidip reçetesi yazılmış gibi tamam diyor hasta. tabi dua eden, ağlayan, beddua eden her çeşit insan oluyor. mucize ilaç diye satıyoruz çünkü. ama kutuların üzerinde bitkisel gıda takviyesi diye yazıyor ve tarım köy işleri bakanlığının izin numarası var. ilacın kutusunu 110 tl'den satıyoruz ve en az 3 aylık kür yani 3 kutu olarak satıyoruz. genelde korkutarak 6 aylık olarak kapıda ödeme şeklinde satılıyor. vatandaş reçete yazdığımızı zannediyor ama biz sipariş fişi dolduruyoruz. en çok tanıtılan ve tutan ürün sallapnax (gerçek ismini bilen vardır). başka çeşitler de var ama bunun ismi ve sözde faydaları daha çok tutulmuş.

ama en çok vicdanımı sızlatan şey, sözde bitkisel ilaç diye sattığımız içi boş kapsüller

bizim oflu var, et beyinli bir adam. patronun kız kardeşiyle evli (enişte mi damat mı ne deniyorsa artık). kutular tükenince oflu topkapı'ya gider içinde muhtemelen bir baharatın tozu olan kapsüllerden kova kova alır dükkana getirir, avcuyla küçük kutuların içine doldurur ve bandrolünü yapıştırıp mucize ilaç olarak satışa hazır hale getirirdi. hem mal hem de saf olduğu için malzeme, kargo ve para kuryeliğini ofludan başka kimseye yaptırmazdı patron.

bir ara muhsabede boşluk olmuştu. bilgisayar biliyorum diye birkaç gün muhasebe kısmında çalıştım. günlük ciro 700 bin tl ile 1 milyon tl arasında değişiyordu. he bir de tarım bakanlığı arada bir baskın yapardı biz telefonların başında hiç istifimizi bozmadan pazarlamaya devam ederdik. bakanlık personeli depodaki malların hepsine el koyar, alır götürür biz hemen ofluya yenilerini getirtirdik.

devlet neden üstümüze gelmezdi, neden bu kadar rahattık söyleyeyim efenim; kuruşu kuruşuna vergi verirdik. günlük 1 milyon satışı olan bir işletmenin yüzde 18 tam vergi vermesi, tebaası olduğumuz devletimizi tabii ki memnun ediyordu. 

efenim şimdi bu kadar bilgiyi yazmamın asıl sebebine gelelim

vatandaşa nasıl ulaşıyoruz? tele pazarlamada bu kadar büyük potansiyel nasıl oluyor? insanlar bir pazarlamacıyla değil de bir doktorla konuştuğuna nasıl ikna oluyor?

el cevap: tv'de hiçbir şekilde ilaç satışı olarak geçmiyor bizim ürünler. şu meşhur kadın programları var ya onlarda sağlık programı tarzında bir iç kısım var. he orda bizim nur yüzlü ağzından dua eksik olmayan sözde çok ünlü ve başarılı profesör doktorumuz var. tataaa! yaa işte biz de onların asistanlarıyız. doktorumuz yayında ballı güllü şifacı olarak anlatıyor, sözde iyileştirdiği hastalarla konuşma yapıyor ve ekranın alt kısmında danışma hattı olarak bizim dükkanın telefon numarası yazıyor. telefonda vatandaş aradığında kızıp azarlasak, ağzına sıçsak gık demez.

dr (ben): evladım sana şu şu ilaçları yazıyorum. dediklerimi yap bu ilaçları da 6 ay boyunca mutlaka düzenli olarak kullan, kalbini mutmain tut, allahın izniyle hiçbir şeyin kalmayacak. şu anda kalkmıyorsa bu ilaçlar bitince çıkarıp masaya vuracaksın.

hasta: tamam hocam allah sizden razı olsun. dediklerinizi harfiyen uygulayacağım.

hasta (iktidarsız): ha ha ha tamam hocam çıkıp tv'de vuracam masaya (vallahi bu konuşmayı yaptım).

bu sağlık programları genelde türkiye'nin avrupa kanallarında çıkıyordu çünkü ucuzdu. bir de avrupa'daki türklere satışımız vardı. bizim şahin abi almanya'da doğmuş gençliğinde torbacılıktan yakalanınca sınır dışı edilmiş ve bizim patron tarafından keşfedilmiş. yurt dışı satış işinin tamamını o organize ederdi. bir arada bizim sağlık programlarına çıktı iyileşmiş hasta rolünde. felç, kötürüm bir adamdım mustafa beyarslan hocamızın ilaçlarını kullandım ve mucize oldu, şimdi sapasağlam bir adamım diyordu.

yerli kanallarda da aynı anda vardı yayın. şimdi kapandığı için sorun olmaz, söyleyebilirim. flash tv'nin yayını başlamadan biz bütün hazırlıklarımızı yapar tam konsantre bir şekilde telefonların başında beklerdik. çünkü flash tv'nin çok çok özel bir izleyicisi var. telefonlar kitlenir ve satışlar patlama yapardı. diğer kanalların hepsinin toplamına bedel flash tv vardı.
işin özü zeka seviyesi ile izleyici kesimi tamamen doğru orantılı. o salak kadın, kaynana gelin programlarında bir para dönüyor aklınız şaşar. o programların her saniyesi para ama subliminal tabi, izleyici bunu fark etmez.

ben 3 ay dayanabildim. çünkü artık vicdanım kaldırmıyor ve geceleri rahat uyuyamıyordum. istifa edip eski işime geri döndüm. he şimdiki kafa yapım olsa bu millete her şey müstahak der ortalığın... neyse öyle işte.

not: işbu yazı gerçek isimler ve kurumlar kullanılmadan yazılmıştır. gerçek kurum ve kişilere bir itham bulunmamaktadır. tamamen kurgu ve hayal ürünüdür...