The Cure Grubunun En İyiden En Kötüye, Bütün Albümlerinin Sıralaması

İngiliz alternatif rock grubu The Cure'un bugüne kadarki bütün albümlerine kısa kısa incelemelerle bir bakalım.
The Cure Grubunun En İyiden En Kötüye, Bütün Albümlerinin Sıralaması

20 yılı aşkın süredir dinlediğim, müzik arşivimde çok özel bir yeri olan the cure için tamamen sübjektif bir iyiden kötüye listesi yapmak istedim. şunu tekrar belirteyim ki liste tamamen kişiseldir. müzik eleştirmeni edasıyla “bu albüm şundan iyi” gibi yorumlar barındırmaz, müzik dinlemeyi seven birisinin (thats me in the corner) kişisel tercihlerini yansıtır.

1978 doğumlu grubun bu tarih itibariyle 13 stüdyo albümü var ve benim kişisel “best to worst” listem şöyle...

1. pornography (1982) 

the cure denince aklıma gelen ilk albüm. belki de dinlediğim en karanlık, en soğuk albüm. hemen bu noktada belirteyim ki “karanlık albüm” eşiğim radiohead, coldplay filan değildir. bethlehem, mgla, funeral, skumring vs albümleri gelir aklıma karanlık albüm denince. ve söz konusu pornography olduğunda bu eşiğe yakışır bir karanlıkla karşılaşıyorum. “it doesn’t matter if we all die…” diye başlıyor albüm. takriben; robert smith’in boşlukta kaybolmuşçasına çıkan çocuksu sesi ve joy division hissi veren ama bu hissi daha da acı dolu noktalara götüren bol tekrarlı soğuk melodiler ile dinleyeni nihilizmin kucağına atıyor. boşluk, soğuk, karanlık… bu albümü açıklamak adına nasıl bir cümle kurmaya çalışırsam çalışayım aklımda sadece bu kelimeler beliriyor. albümün ismi ise müzik ile birleştiğinde, yaratıcısının çektiği acının herhangi bir duygu olmadan, herşeyin apaçık ortada olduğu bir şekilde, direkt olarak bizlere yansımasını temsil ediyor benim için.
en sevdiğim the cure albümü demenin de ötesinde en sevdiğim albüm bile diyebilirim pornography için. ama her zaman dinlemeye cesaret edemem. yaratıcısının bile “ya intihar edecektim ya bu albümü yapıp içimdekileri dökecektim” dediği bir albüm sonuçta. 2 – 3 albümü hariç tutarak tek başına the cure diskografisinin tamamına tercih edebileceğim bir albüm. büyük bir çoğunluğa göre the cure’un en iyi albümü disintegration’dur. ama dediğim gibi bu liste kişisel tercihleri yansıtmakta.

tavsiye şarkılar; tartışmasız hepsi. ama her albümden iki şarkı seçeyim istiyorum. bu konsepte uyabilmek adına; one hundred years ve the figurehead

2 - faith (1981)

hala disintegration diyemiyorum çünkü pornography kadar özel bir albüm öncesi atılan son adım da benim için çok ama çok değerli. bu albüm sonun pornography isimli “boşluk” ile biteceğini hissettiren, bir tür soft pornography. henüz o kadar uçlarda değil ama yine de epey depresif. cenaze partilerinde dans ediyor (the funeral party), boğulan bir adam gibi nefes alıyoruz (the drowning man) albüm boyunca. son şarkıda partiyi terk ediyoruz yalnız başımıza, elimizde hiçbir şey kalmamış, sadece inanç (faith)... bir sonraki adımda (pornography) inancı da kaybedeceğimiz çok açık.

albüme dair en çok beni üzen şey (albümün kendisi dışında) charlotte sometimes isimli şaheser single’ın albümle aynı yıl yayınlanmasına rağmen albüme dahil edilmemesi. ancak 2005 tarihli deluxe edition’da bu birlikteliği görüyoruz.

tavsiye şarkılar; yine hepsi ama konsept gereği; faith, the holy hour

3 – disintegration (1989)

en sonunda beklenen albümdeyiz. benim zirvede başka albümlere yer vermem tamamen kişisel, yoksa elbette, robert smith’in konuk olarak yer aldığı south park bölümünde kyle tarafından dile getirildiği üzere; “disintegration is the best album ever.” benim için değil ama kusursuz bir albüm olduğu konusuna hiçbir itirazım yok. pornography ismi üzerinden isimlendirirsek bu albüm erotizmi yansıtıyor. yine acı, yine hüzün ama malum albüm gibi dinleyeni hemen gömelim kaygısı yok. hem albüm boyunca gülümseyebiliyor, hayat dolabiliyoruz da bu sefer. ne zaman seninle yalnız kalsam kendimi evde hissediyorum, kendimi yeniden bütün hissediyorum. seni her zaman seveceğim (love song) disintegration, çünkü acısıyla tatlısıyla yaşadığım tüm duygulara soundtrack oldun bunca yıldır.

“bu acıyı hiç kaybetmeyeceğim ama seni bir daha hayal etmeyeceğim…" (untitled)

tavsiye şarkılar; the same deep water as you, untitled

4- seventeen seconds (1980)

listenin gidişatından anlaşılacağı üzere ilk dönem the cure albümlerinin kalbimde ayrı bir yeri var. seventeen seconds da benim ilk dinlediğim the cure albümü; tahmin edilebileceği üzere malum şarkının adı a forest… çekme bir kasetten bir ders teneffüsünde dinlediğimi hatırlıyorum. ıpdıs tıptıs ıptıs dıptıs diye giden bir disko parçası dinlediğimi sanarken durduk yere aslında olmayan bir kızı kovalayacağım diye ormanda kaybolmuştum (a forest). o güne kadar dinlediğim herşeyden farklıydı. ve çok güzeldi. bir sonraki adımı faith, iki sonraki adımı pornography olacak bir üçlemeye oldukça yakışıyor. belki listemde daha geride olan bir iki albümü bu albümden daha çok seviyor olabilirim ancak bu albümün kalbimdeki manevi yeri ve anıları albümü bu sıraya taşıyor.

tavsiye şarkılar; a forest, seventeen seconds

5 – wish (1992)

faith için soft pornography demiştim, bu albüm ise soft disintegration olarak değerlendirilebilir. disintegration kusursuzluğunda değil ama yer yer o albümü aratmıyor da… disintegration’da yer alsa sırıtmayacak pek çok güzel şarkı var. from the edge of the green sea, onun gibi insanı yerden yere vurmasa da the same deep water as you’nun uzaktan akrabası gibi. friday ı’m in love ise lovesong’a kardeş gelmiş. aslında sadece apart bile bu albümü listede buralara taşıyabilir. (ki bu sefer yerden yere vurma özelliği de var.) iz bırakan, unutulmayacak şarkılar içeren bir albüm…

“lütfen beni sevmeyi bırakın, ben bu şeylerden hiçbirisi değilim" (the end)

tavsiye şarkılar; apart, from the edge of the green sea

6 – the head on the door (1985)

the top isimli kafa karışıklığı yaşatan albümden sonraki eser olan the head on the door da ne yapmak istediği belli ve yapmak istediği şeyde kararlı bir the cure var bu sefer karşımızda. 17 seconds – faith – porno üçlemesindeki depresif hava dağılmış ama bir önceki albümle (the top) düşen müzikalite yeniden toplanmış. elbette the top’daki her telden çalan ruh hali devam ediyor ancak bu sefer şarkılar çok başarılı olduğundan bu dağınıklık göze batmıyor. göze batmamak ile kalmamış ve zamanında the cure’a ilk uluslararası başarısını getirmiş. the top ile denenip başarısız olunan formül bu kez başarılı uygulanmış. yine albümde hüzün var ama tatlı bir hüzün... ve albümde sevinç de var ama buruk bir sevinç… dinlemeyi sevdiğim eski the cure’un yerinde yeller esiyor maalesef ama söylesene kim sevmez ki asla geri dönmeyecek olanı? (the blood)

tavsiye şarkılar; kyoto song, the blood

7- bloodflowers (2000)

çıktığı zamanı çok iyi hatırlıyorum. the cure’u daha 1-2 yıllığına tanıyordum ve bulabildiğim tüm kasetlerini walkmen’de bozacak kadar dinlemiştim bu süreçte. the cure dağılıyor, işte veda albümü diye sunuldu bu albüm. the cure hayranları intihar filan ediyordu gibi şeyler aklımda kalmış. büyük beklentilerle edindim albümün kasetini. ve karşıladı da beklentimi; yaşlı, yorgun, olgun ve bütünlük taşıyan bir albüm. çoğu şarkı veda temalı… albüme ismini veren son şarkı, robert smith’in ağlamaklı sesi ile kapanıyordu ve tam bir veda şarkısıydı. bu kaseti de walkmen’de bozarak the cure’a hak ettiği vedayı yapmıştım. aradan yıllar geçtikten sonra bu albümün benim için o kadar da iyi yaşlanmadığını fark ettim. özellikle ilk 5 sıradaki albümü bir 20 yıl daha sıkılmadan dinleyebilirim. ama söz konusu bloodflowers olunca o kadar hevesli değilim. grubun o dönem yarattığı dağılıyoruz dramasından sonra “geri döndük ehe ehe” şeklinde iki albüm daha çıkarmasının da bunda etkisi olmuş olabilir. tamam, maybe someday dediniz ama o günün hiç gelmeyeceğini düşünerek o şarkıyı dinlemek daha anlamlıydı. 4 yıl içinde pat diye geri dönünce olmadı. ama yine de sevdiğim, değerli bulduğum bir albüm. en azından yarısı çok güzel…

tavsiye şarkılar; where the birds always sing, maybe someday

8 – three imaginary boys (1979)

grubun ilk albümünü, sevdiğim the cure albümleri ile sevmediğim the cure albümleri arasında çizgi çekmek için kullanıyorum. yani listede bu albümden önce gelen albümleri seviyorum, sonrakileri sevmiyorum. bu albümün böyle bir yerde yer alması ise bir yandan albümü her dinlediğimde sevecek bir şeyler bulabilmem, bir debut albüm olarak takdir edebilmem ama bir yandan da kalbimde öyle özel yerlere hiçbir zaman taşımamış olmam, yokluğunu aramamamdan kaynaklanıyor. albümde ufak tefek depresiflikler var ama henüz depresyonlardan depresyon beğenelim havasına girilmemiş, kafalar biraz karışık. kapaktaki buzdolabı, elektrik süpürgesi ve lambaya baktığımız gibi boş boş bakıyoruz bazen bazı şarkılara. (bu arada kapak aslında müthiş bir grup fotoğrafı, buzdolabı robert smith mesela) hakkında öyle çok özel şeyler yazamayacağım ama ne zaman açsam keyifle dinlerim.

tavsiye şarkılar; another day, three imaginary boys

9 - kiss me kiss me kiss me (1987)

the cure sevenlerin listelerinde yükseklerde yer alsa ve genelde olumlu eleştirilerle karşılaşsa da kiss me benim çok sempati duyduğum bir albüm değil. belki şarkıların bir kısmını atarak 4-5 şarkılık bana hitap eden muhteşem bir the cure ep’is çıkarabilirim albümden ama geneline baktığımda pek dinleyesim gelmiyor. biraz zevkler renkler meselesi ama öyle şarkılar var ki sonuna kadar dinleyemiyorum. lovesong ya da friday i’m in love gibi diğer albümlerde yer alan minnoş the cure şarkılarına sempatim var ama bu albümünün neşeli, mutlu, tatlış şarkıları bana hitap etmeyecek bir seviyede. dinledikçe insanın içini kıpır kıpır ettiren, mutluluk saçan the cure pek bana gelmiyor maalesef. bu albümdeki bu özelliği taşımayan şarkılar ise bende pek iz bırakmıyor. tekrar dinleme isteği doğurmuyor. istisnai olarak if only tonight we could sleep benim için bu albümdeki en akılda kalıcı şey. “insanın içini kıpır kıpır ettiren” kontenjanından ise just like heaven’ı başarılı buluyorum. gerisi maalesef bende çok bir şey uyandırmıyor. hadi bir de snakepit ve all i want’ı zorlayarak bir kenara çekeyim. ama bu yazı hatrına bir daha çevireyim dedim de yok. gerçekten katlanamıyorum bazı şarkılara; hey you, the perfect girl filan nedir öyle… hele hot hot hot’daki vokaller… sevenine saygım sonsuz ama dediğim gibi; zevkler, renkler, beklentiler…

tavsiye şarkılar; if only tonight we could sleep, just like heaven

10 – the cure (2004)

geldik the cure’un nu metal albümüne! elbette bir nu metal albümü değil ama prodüktör olarak ross robinson’un yer alması the cure’a bambaşka bir hava katmış. ross robinson’u limp bizkit, korn, slipknot gibi gruplarla çalışmalarından biliyoruz ve kendisinin katılımı biraz daha sert, daha “heavy” bir the cure ile sonuçlanmış. daha ilk şarkı lost’da bu etki çok net bir şekilde görünüyor. ross robinson mı the cure’u hiç anlamamış yoksa robert smith mi değişik birşeyler denemek istemiş bilmiyorum ama çıkan sonuç beni çok cezbetmedi. öncelikle albüm yayınlandığında çok büyük bir önyargım vardı çünkü önceki albüm bloodflowers bir veda albümüydü ve veda ediyoruz diye ortalığı ayağa kaldıran ve sonra geri dönen gruplar kervanına the cure’un katılmasından pek hoşnut değildim. o bakımdan çıktıktan çok geç ve çok önyargılı dinlemiştim albümü. “heavy” the cure denemesini ilginç bulmakla beraber bu formülün çok da işlediğini söyleyemeyeceğim. (bu arada sert derken “adeta bir sepultura” anlamında söylemiyorum, eski albümlerle karşılaştırınca daha heavy bir sound var sadece, bir de arada robert smith’in dişlerini sıkarak, sinirli söylediği bölümler var.) kısacası biraz eski sound taşıyan vasat şarkılar, biraz da orijinal fikirler taşısa da uygulamada iyi sonuç vermemiş kızgın şarkılar… bloodflowers sırasında dağılıyoruz diye o kadar olay çıkarmasalardı, ben o veda havasını o kadar kişiselleştirmeseydim bu albüme daha sempatik yaklaşabilirdim belki. ama daha fazlası değil.

tavsiye şarkılar; the end of the world, lost


11 – the top (1984)

robert smith nasıl bir şey yaşadı da pornography’i takip eden albüm the top oldu anlayamıyorum. belki daha uzak yıllarda bu moda girilecekti ama hemen pornography ardından “aauuuv” diye ya da “ha ha ha ha” şeklinde şarkı girişleri olan, “cata-cata-cata-cata-cata-cata-cata-cata caterpillar girl” tarzı sözler barındıran ne olduğu belirsiz bir albüm yapmak değişik gerçekten. albümün bir bütünlüğü belli bir ruh hali yok. albüm ile ilgili bir şey yazmaya kalkınca da “böyle bir şey olabilir mi?” noktasından ileri gidemiyorum. pornography albümünden sonra nasıl bananafishbones kafasına girdin robert smith? belki gerçek bir boşluktan geçtikten sonra varılan yerdir bu delilik ve dengesizlik…
yalnız dressing up çok güzel bir şarkı, onu da belirtmeden geçemeyeceğim.

tavsiye şarkılar; dressing up, bird mad girl

12 – 4 13 dreams (2008)

robert smith sinirli şarkı söylüyor filan diye 2004 tarihli grubun kendi ismini taşıyan albümü kendim için biraz ilgi çekici kılabiliyorum ama bu albümü benim için ilginç kılan bir şey yok. keşke bloodflowers son the cure albümü olsaydı…

tavsiye şarkılar; şu şarkıyı bir daha dinleyeyim diyeceğim bir şarkı yok. zaten en az dinlediğim ikinci the cure albümü…

13 – wild mood swings (1996)

bu albüm benim için yok gibi bir şey. ilk dinlediğimde hiçbirşey anlamamıştım sonra bir daha da dönüş yapasım gelmemişti. yıllar içinde bazen hatırlarım “aaa böyle bir albüm vardı” diye. "belki o zaman tam anlamadım" diye yeniden şans veresim gelir ama 2-3 şarkı sonra sıkılır geçerim. bu yazıyı yazarken “albüm bende var mıydı ya cd olarak?” diye tereddüte düştüm, gittim baktım varmış. yok sanıyordum. "üzerinde the cure yazıyor, eksik kalmasın arşivde" diye almışımdır. 2 gün sonra yine unuturum böyle bir albüm olduğunu. bu da böyle bir albüm işte.

tavsiye şarkılar: bilemedim. cd’nin arkasına bir daha bakmam lazım.

the cure albümlerine olan duygularımı tarihe not düşmek üzere buraya taşıdım, buraya kadar okuduysanız sabrınıza teşekkürler...