Toplum Sözleşmesi Denen Şey Tam Olarak Nedir?

Yanlış anlaşılma olmasın, aynı isimli Jean-Jacques Rousseau metninden değil, gerçekten toplumun birtakım şeyler üzerine anlaşma sağlaması dinamiğinden bahsedeceğiz. Neden bazı taraflar bir şeyler üzerinde anlaşma sağlamaya çalışır? Nedir bu toplum sözleşmesi?
Toplum Sözleşmesi Denen Şey Tam Olarak Nedir?
iStock

social contract, sosyal kontrat, toplumsal kontrat, toplum sözleşmesi... literatürde çeşitli şekilde telaffuz edilmiş, dile getirilmiş; iyi, güzel, bir şey demiyoruz. john locke, jean jacques rousseau, thomas hobbes filan gibi büyük filozoflar bu konuya kafa yormuşlar, hatta da çok da iyi şekilde olayı açıklamışlar, çok teşekkür ediyoruz kendilerine.

çünkü en nihayetinde bu tartışmalar neredeyse hiç yapılmazken bu insanlar bu konuları ortaya atmışlar ve tartışmışlar. bu yüzden çok önemli birer isim olarak günümüze kalabilmişler. hepsi çok güzel de ne bu toplum sözleşmesi? neyin üzerine sözleşiyoruz biz? ya da sözleştik? yani hangi anlaşmazlık vardı da bunun üzerine taraflar bir araya geldi de sözleşme yaptı? ya da biraz daha eğik bir düzlemden bakarsak biz ne üzerine mutabık kaldık ve taraflar kimlerdi?

hep dediğim gibi hobbes okuyup "hobbes büyük adamdı ve insan bir makinedir dedi" demenin hiçbir anlamı yok. bunu hatta retorik kullanarak anlatmanın da aman aman bir anlamı yok. yani var da aslında ilerleme açısından hiçbir anlamı yok. yeni bir şey söylemek açısından hiçbir anlamı yok. daha sonra hobbes'tan alıp konuyu rousseau'ya getirmek de bir marifet değil. hatta daha sonra karl marx'a getirmek. hele ki bizim toplumumuzda marx'a bir şey denilince bir anda aynı din yobazları gibi garip bir güruh ortaya çıkıp hemen sizi perperişan ediyorlar. bildiğiniz ısırıyorlar, amaçları kesinlikle tartışmak değil. aynı bir fabrika bahçesine konmuş bekçi köpekleri gibi amaçları sizi korkutup kaçırmak, hatta ısırıp parçalamak. "hele bir dur niye geldin, derdin nedir, bak burası fabrika" gibi bir şey yok. çünkü akıl yok o tartışmanın içinde. tek bir amaç var o da "defetmek", bakın kazanmak filan bile değil, haklı çıkmak vs hiç değil. amaç defetmek. türkiye'deki çoğu tartışma da bu şekilde defetmek amacıyla yapılır. o yüzden iş öldürmeye kadar varıyor. bunu kadın cinayetlerinde de görüyoruz, daha önceki bizim beyinsiz bir-iki eski jenerasyon o kendisiyle çok gurur duyanlar gibi her gün birbirini öldüren babalarımız, dedelerimiz gibi işte. her iki taraf da ülkeyi kurtardığını zannediyordu, sonuç ne oldu? her alanda 20 sene geride kaldı türkiye. dediğim gibi bunu her alanda görmek mümkün. daha bugün duydum bir kızı yine öldürüp folyoya sarıp apartman boşluğuna atmışlar. bu konulara derinlikle ve hassas yaklaşmamız gerekiyor. yoksa aynı daha önceki başka senaryolarda da olduğu gibi tümden ülke geri kalıyor. şimdi kadın cinayetleri var diye hadım etme yasası gelirse işte geri kalmış oluyorsunuz sonuçta. bunların hepsi gayrinizami harp tekniğidir. bu konu hakkında sonra konuşuruz, konumuz olan topum sözleşmesine geri dönelim.

şimdi direkt ortaya koyacağım diyeceğim şeyleri ve daha sonra açacağım.

Jean Jacques Rousseau

toplum sözleşmesinin önemli isimlerini yukarıda saydık fakat bunlar arasında iki tanesi daha bir ön plana çıkıyor

1. thomas hobbes

2. jean jacques rousseau

hobbes'un toplum sözleşmesi insanı önceleyen görünür fakat aslında kapital stoğunun sorunsuz şekilde oluşturulması için çalışır ortaya attığı mekanizma.

rousseau'nunki de tamamen insanı önceler gerçekten. hatta bir bakıma romantiktir. zaten bu yüzden genel olarak sosyalizm, komünizm savunucularına hemen romantik denir. romantik demek böyle mehtap altında sevgili ile öpüşmek değil, böyle olmayan iyilikleri dünyadan beklemek adına verilen bir laftır. bu da aslında gerçekten rousseau'nun sonrasındaki dönem için de bir gerçekliği de vardır. modernistlerin o çok can sıkıcı disiplini ve düsturu yüzünden romanticism denen akım biraz kendisine yer bulur. zaten bakarsanız göreceksiniz tarihler lak diye oturur.

şimdi rousseau'nun kimden etkilendiği noktasına direkt vurgu yapmak istiyorum çünkü buradan rousseau'yu daha iyi analiz edeceğiz. en temelinde locke, hobbes, descartes, platon ve machiavelli. of be kafa açma şimdi demeyin, çok basit devam ediyorum.

niye hobbes?

çünkü hobbes'un aslında sosyal kontratına kafası yatmadı. anlatacağız. asıl mesele de zaten burası. konu buradan buz gibi bir yere gidecek.

niye descartes?

bu da en temelinde biz "şeylerin" gerçekliğine nasıl emin olacağız konusundan bağlanıyor. yani duyularımıza güvenemeyiz çünkü bizi aldatıyor. adam renk körü kırmızıya yeşil diyor halbuki kırmızı diyor, dolayısıyla duyulara güvenmek çok zor diyor. zaten bunu daha sonra david hume custom denen şey ile anlatacak. yani biz diyecek, her şeyi aslında custom yüzünden öyle algılarız. bu da işte temel olarak gelenek, görenek gibi şeylerden tutun da bizim evrenden alışık olduğunu beklediğimiz şeylere kadar varır diyor. yani güneş her gün doğuyor diye yarın da doğacak diye kabul ederiz diyor halbuki bunun üzerine bir hesap kitap yapmış değiliz diyor. işte tam buradan bağlanır rousseau descartes'a, bunun en iyi geçişini hume yaptırır bize. aslında bir nevi hume'dan alır bu düşünceyi. hume'dan almaz da hume iyi anlatır bize.

David Hume

niye platon?

platon çünkü ilk devlet diye bir şeyi ortaya atan düşünür. yani platon öncesinde zaten çok fazla problem sahibiydi insan. platon'un da mağara alegorisi var ya "biz aslında hiçbir şeyin kendisini bilemeyiz, göremeyiz, bizim görüdüğümüz mağara duvarına izdüşen gölgelerdir, gerçek arkadadır ama bunu biz göremeyiz" gibi bir şey der karmakarışık. sonuçta işte bunların asıl derdi hep "bir şeyin, artık ne işe o şey, onun gerçekten var olduğuna nereden emin olabiliriz?" sorusudur. hatta bir başkası şimdi adını hatırlayamıyorum, berkeley olabilir ama emin değilim, bir şey eğer biz oradayken bize var görünüyorsa ama biz buna emin olamıyorsak bu o şeyin biz orada yokken var olmayı bıraktığı ihtimalini doğurur gibi bir iddia ortaya atıyor ki müthiş bir şey. alın size heisenberg, schrödinger hangisini seviyorsanız onun belirsizliği yani. bayağı bayağı günlük hayatımızdaki aşina olduğumuz büyüklükler dünyasında yani araba, iskemle, masa, otobüs filan gibi büyüklükler dünyasında bu adamlar maddenin, cismin ya da işte herhangi başka bir şeyin duyularımızla algıladığımız, onları duyumsamadığımız zaman onların varlıklarına dair bir bilgi olmayacağından bilemeyiz demişlerdir o var mı yok mu diye bir sonuca varabileceğimiz. şimdi ise bunu kuantum dünyasında çok net şekilde biliyoruz. ha bizim gözümüz kulağımız, ha kamera ya da akustik emisyon sensör yani sonuçta.

niye machiavelli?

bunu diyince beni çok eleştirdiler "hadi lan machiavelli cumhuriyet yanlısı mı ahahah atma be" filan dediler. "bizim machiavellimiz erkek oğlu erkek, kodu mu oturtur adamı, sert erkekliğin, alfalığın kitabını yazmış bir filozof be" dediler. bunların hepsi de bu aslında red pill piyasasının bir felsefi tabanı olsun diye yamultulan bir düzlemi. şimdi bu red pill muhabbetini en çok destekleyen filozoflardan birkaçı bu machiavelli, nietzsche filan. niye peki? kadınlarla araları iyi değil işte kedi-ciğer ilişkisi kurmayı biraz kompleksleştirip sanki uzay-zaman ikililiğiymiş gibi sunup, kafa karıştırıp oradan para sağma olayı. red pill tantanası bambaşka bir olay. öyle yine başka bir çiftliğin koyunu olmaya gerek yok. insan düzeyinde ilişki kurduğunuz zaman, bu kadın erkek fark etmez, sorun çıkmaz. kadın aldatıyorsa aldatır. erkek aldatıyorsa aldatır. bana kalırsa gelsin söylesin, benim canım başkasıyla seks yapmak istiyor desin. ben bunu kabul edersem de gitsin yapsın. bakın bu kabul etmek kısmı icazet vermek değil. burayı iyi anlamak lazım. işin bir ucu bana dokunduğu için bu sözleşmeyi kabul edip etmemek arasındaki alanda bana söz hakkı düşüyor. yoksa kadının ya da erkeğin yapacağı ya da alacağı aksiyon üzerinde tahakküm sahibi olduğumdan değil. machiavelli konusuna geri dönersek, rousseau machiavelli'nin cumhuriyet tipi yönetim üzerine söylediklerinden etkilenmiştir.

şimdi bunları toplayınca işte ortaya %70 civarında rousseau ortaya çıkıyor.

nedir bu kısaca hemen bir bakalım?

devlet olsun ama mutlak ya da otokrat bir rejim ile yönetmesin.

insanların kendi hakları vardır doğuştan gelen bunlara riayet edilsin. yani özgür doğan insan sonradan köleleştirilmesin öyle para, statü vs için.

yönetimde hepimizin söz hakkı olsun.

bilginin bilinmezliği gibi durumlar söz konusu olduğu için çoğulculuk yanlısı olmalıyız çünkü çoğunluğun tamam dediği şey en azından daha az kargaşa yaratır.

gibi bir noktaya varır rousseau.


hobbes peki?

bu arada zaman çizgisi üzerine rousseau daha sonra, hobbes daha geri ama önce rousseau'yu anlatmıştık olduk, öyle denk geldi bir amacım yoktu başka. neyse biz devam edelim.

hobbes tamamen müesses nizam için bir sosyal kontrat metni hazırlamıştır. burada asıl önde olan kesinlikle insan değildir. insanı iyi anlamış, hareketlerini, isteklerini, hayallerini, davranış şekillerini filan. bunun üzerine de aslında insanı önceleyen değil daha çok öteleyen ama bunu hissettirmeyen, daha çok kapitali önceleyen bir mutabakat metni ile gelmiştir. hobbes'un mantığı şudur:

madde olmadan hiçbir şey var olamaz.

evrendeki her şey fizikseldir.

dolayısıyla insan da fizikseldir.

insan makinedir.

buradan da işte o meşhur lafı "life is but a motion of limbs" yani "hayat denen şey organların hareketinden başka bir şey değildir" der. bunun da üzerine, "besides sense, and thoughts, the mind of man has no other motion" yani "duyu ve düşünceler dışında insanın zihninin başka bir hareketi yoktur" der. yani aslında bütün evreni tanımlıyor hobbes burada. diyor ki her şey fizikseldir vs diyip bütün evreni tanımladı. biz de evrenin parçasıyız dedi sonrasında da işte bu motion dediği hareket, aksiyon, devinim ne derseniz bu da bizim için diyor, zihinsel olanı dahi diyor sadece duyumsadığımız ve düşündüğümüz şeylerdir diyor. aslında bunun arkasında çok daha derin bir diyalektik var söylemediği. duyumsama dediği şey hobbes'un aslında sensory data yani bizim dünyadan topladığımız bilgi yani bir nevi ampirik bilgi, düşünme dediği şey de aslında rationale olan bilgi turu yani dışavurum diyebileceğimiz, kendi kendimize kontemplasyon contemplation yani uzun uzun oturup mantık yürüte yürüte düşünüp vardığımız bilgilerdir diyor. yani yine aslında dualizm denen, aksi bunun monizmdir, biz body and mind yani zihin ve bedenizdir iddiasına varıyor. bu da yine ta bizi aristoteles'a götürüyor. insanı aynı fizikçilerin uzay-zaman diye açıkladıkları şey gibi zihin-beden olarak tanımlamasına yani. fakat bunu derleyen toplayan descartes olduğu için descartes dualizm diye geçer literatürde.

ileri okuma yapmak isteyenler için hobbes'un leviathan'ını okunması gerekiyor. geri okuma yapmak için de platon republic okunması gerekiyor. daha sonra da bahsi geçen bu filozofların genel olarak kısaca hayatlarına bir bakılırsa ya da işte google search gibi böyle ne yapmış ne etmişler aslında pat diye oturduğunu göreceksiniz.

şimdi bunları anlattık biz nereye vardıracağız konuyu oraya gelelim

içinde bulunduğumuz düzende -diyebiliriz buna- hak hukuk adalet gibi kavramlar kesinlikle insanı önceleyen ve insanin rahatı ve huzuru için hazırlanmış şeyler değildir. bu yazıların, metinlerin, manuskriptlerin, ideaların, teamüllerin ve temayüllerin kısaca bir hukuk maddesindesi o kanunun lafzi ve ruhu tamamen kapital ve kapital stoğun güvenliğini önceler. sosyal kontratta buna binaen inşa edilmiştir. ne diyorum:

çok küçük lokal ve bireysel mevzular dışında genel itibarda hukuk daima parayı korur, insanı değil. bunu aklınıza gelen her şeyde görebilirsiniz. mesela işe geri alım davalarında. koşulsuz şartsız işçi haklı görülür, neden? temelinde o işçi para kazansın ve harcasın vardır. çünkü işçi -yani bütün işçiler- bir toplumun toplam hasılasının %60'ını oluşturur. bunu korumak zorundasınız ekonomik canlılığı sürdürmek için. yoksa sirkülasyon kangren olur ve çürür ve batar. özel mülkiyet örneğin: hobbes özel mülkiyet konusunda aslında tamamen devletçidir. leviathan diye tanımladığı o dev -devlet- güçlü olmalıdır ki halkın güvenliğini sağlasın der, aslında bunun temelinde halkın güvenliği yoktur tamamen kapitalin efektif şekilde kullanılması vardır. çok doğru ve düz bir mantık ile para ehil ellerin elinde olmalı ve yönetilmeli mantığı vardır. yoksa serbest piyasadaki insan parayı kazanır sonra gider harcar saçma sapan şeylere yedirir diye düşünülür. bu durumda da kapital stok yapamazsınız. burada işte kapital ve kapital stok kavramlarını iyi ayırt etmek çok önemli. bazı işler çünkü büyük kapital gerektirir o yüzden de iyi bir kapital stoğu olması lazımdır. örnek olarak türkiye iyi bir kapital stoğuna sahip olmadığından büyük işler yapamaz. anca gelecekte borçlanır. yani bugünün dev, çılgın, deli neyse projeleri aslında karşılıkları gelecekte ödenmek üzere yapılır. 50 yıllık kira, 500 yıllık bono vs gibi.


hiçbir toplumsal sözleşmenin, bunun en görünür hali hukuktur, temelinde insan rahatlığı yatmaz. örneğin, ekonomik zorluk olunca önce bankalar kurtarılır, büyük işletmeler kurtarılır. çünkü bunlar istihdam sağlar ve insanların livelihood denen geçimliğini sağlar. fakat siz her insana gider para verirseniz o insan yine aç kalıyor. bu da insanın en temel davranışlarından birisi. yani burada hobbes acımasızdır, rousseau süper filan gibi bir ayrım yaşamamak lazım kitlesel olarak. her ikisinin de doğru söyledikleri şeyler var. zaten tarih boyunca insanlık aslında bu fikirleri deniyor. bir bunu deniyor bir ötekini ve bu sayede aynı newton numerik yöntemleri gibi daha az hatalı sonuçlara varıyor. şimdilerde ise dikkat ederseniz hep devlet sosyalizmi, şirket komünizmi gibi laflar duymaya başladık. yani temelinde "özel mülkiyet olacak fakat belli bir zümre için olacak, diğerlerine de bakılacak fakat gerçekten herkes mutlu olacak. bu sefer gerçekten olacak bak" diyen bir sistem. bunun literatürdeki adı da bakın çok sinsiler aslında aynı komünizm, sosyalizm ve kapitalizm tantanası fakat adına shareholder kapitalizm ve/veya stakeholder kapitalizm diyorlar. yani ilkinde şirket sadece kendi hissedarlarına sorumlu ve daima kar etme odaklı. ikincisinde de şirket hem hissedarlarına hem de içinde bulunduğu ortama sorumlu yani komüniteye. bu ne demek? mesela bir fabrika içinde bulunduğu mahallerinin yollarını, su tesisatını elektrik direklerinin filan da sorumluluğuna sahip çünkü o fabrika o mahallede ve o mahalle insanı o fabrikayı benimsemiş vs.

işte bu şekilde bir değişim söz konusu

bu da aslında biraz şu demek: büyük şirketler o mahallenin belediyesi gibi de davranacak demek aksiyonda. devlet tarafında da fen-işleri daire başkanlığı olmayacak da belki işte yasal bürokratik bir takım işlerin, düzenlemenin filan iş görüldüğü yerler olarak kalacak.

bu konulara daha sonra gireriz, fakat burada görülmesi gereken şey aslında nasıl da ta 5000 sene öncesinden bugüne birbiri ile ilintili şekilde bir sosyal kontrat üzerinde yaşadığımızın resmi idi. bu dönem dönem değişir. bu değişiklikler olurken kimileri farkındadır, kimileri de değil. şimdi lafta ve aksiyon olarak bir şeylerin değiştiğini herkes biliyor fakat ne değişiyor bilmiyor. bunu bilmek önemli zaten. bunu bilip ona göre "correlated action" almak.

bazı konuları neden konuştuk, daha öncesinde neden bunlara vakit harcadık ortaya çıkıyor değil mi?