Woodstock'un Günümüz Versiyonu: Glastonbury Festivaline Gideceklere Tavsiyeler

Haziran ayının son hafta sonunda 3 gün yapılan Glastonbury Çağdaş Performans Sanatları Festivali, dünyanın en büyük açık hava festivali olarak kabul ediliyor. Neredeyse 50 yıldır devam eden festivale dair bilgiler, tecrübe etmiş kişilerin yorumları ve öğretici videoları bir araya getirdik.
Woodstock'un Günümüz Versiyonu: Glastonbury Festivaline Gideceklere Tavsiyeler

Nedir bu Glastonbury?

ilki 19-20 eylül 1970'te piton festivali adı ile düzenlenen, gidenlerin kendilerini bir nevi rock hacısı olarak nitelendirdiği 3 günlük müzik festivali. ingiltere'nin somerset bölgesindeki glastonbury şehrinde yapılmaktadır.


2009 yılında festivale katılmış bir Sözlük yazarının tecrübeleri

glastonbury’yi ilk olarak ne zaman duydum tam olarak hatırlamıyorum ama ortaokul sonu ya da lise başı döneme tekabül ediyordu sanırım. o zamanlardan beri her yaz avrupa'daki festivallere bakıp iç geçirirken hatta radar gibi, morrissey’li one love gibi festivalleri bile içim kan ağlayarak kaçırırken glastonbury’nin hayalini bile kurmuyordum. neyse ki işler beklediğimden farklı gelişti ve tam bir sene öncesinden abimle beraber glasto 2009 planlarını yapmaya başladık. ekim başında fotoğraflar gönderilip kayıt olundu ve kayıt numaralarıyla biletlerin satışa çıkacağı an beklenmeye başlandı. yaklaşık 10 saatlik bir bilgisayar başında "refresh" çılgınlığının sonunda biletler alındı. gerçi bir sorun vardı: bileti aldığımız tarih 5 ekimdi, festivalse 8 ay sonraydı ve daha line up bile belli değildi. artık o 8 ayın nasıl geçtiğini siz düşünün. bloc party’de olur mu acaba ? ulan strokes napıcak acaba bu yaz ? interpol? hatta kalp atışlarını 4 katına çıkaran the smiths re-union?

organizatör michael eavis bir sene önce pyramid stage’e jay-z’yi çıkarıp dinleyiciden ayarı yemiş ve yola "back to the roots" parolasıyla çıkmıştı. ingiliz gitar müziğiyle dolu bir line-up beklentileri blur’un açıklanmasıyla gerçekleşmeye başlamış bloc party, kasabian, franz ferdinand gibi 2000'lerin parlayan yeni britleri ve maccabees, horrors, white lies, friendly fires gibi 2009’un bomba albümlerini yapan isimler yeah yeah yeah’s, fleet foxes, lady gaga gibi amerika’lı isimlerle desteklenmiş, sayıları nerdeyse bini bulacak, grup/sanatçı/dj line-up’a yavaş yavaş eklenmeye başlamıştı.

o geçmek bilmeyen 8 aydan sonra haziran geliyor çatıyor sonunda, uzun sarı çizmelerimizi, matlarımızı, çadırlarımızı, yağmurluklarımızı hatta walkie talkie’lerimizi hazırlayıp londra'nın yolunu tutuyoruz. londra’daki üçüncü gecemizde festivale türkiye'den gelen diğer 4 kişilik grupla buluşmak için sözleşiyoruz. covent garden civarı bir sokakta buluşup ayaküstü biralarımızı yudumluyoruz. hemen yanımızda 80’lerden fırlamış iki kız, gruplarının ingiltere turneleri için flyer dağıtıyorlar. yanlarındaki 50’li yaşlardaki adamın da katılımıyla grup büyüyor ve eğlenceli bir sohbet başlıyor. adamın the cure’da keyboard çalıyordum demesiyle gecenin daha da eğlenceli olacağı anlaşılıyor. "tabi ki çalıyorsundur ben de joy division’da bas çalıyordum". adam glastonbury hakkında konuşuyor, ortamın çamurundan ve şahaneliğinden bahsediyor. adamın cidden the cure’dan roger o’ donnell olduğunu hostele gelip wikipedia’da görünce anlıyorum. n’olur nolmaz diyerek çektirdiğimiz fotoğraflara şükrediyorum. glastonbury macerası başlamadan efsane olaylar başlıyor.

ertesi sabah londra’dan bristol’a kadar trende roger o’ donnel geyikleri dönüyor ve sonunda bristol’a ulaşıyoruz. heyecanla takip ettiğimiz ingiliz dizisi skins’e ev sahipliği yapan bu şehirde uyuşturucusuz bi anın olması zaten beklenemez değil mi? öyle de oluyor bizi bristol’dan glastonbury’ye götürücek shuttle bus’ları beklerken sıradaki bütün insanları koklayan polis köpeği çantaları tek tek açtırıyor, zulalar da tek tek ortaya çıkıyor. uyuşturucuyla yakalananların sıradan çıkarılmasıyla beraber çok da beklemeden otobüsümüze binip yola çıkıyoruz. artık son düzlük. yanımızdaki bristol’lı çiftin dediğine göre 40-50 dakika sonra glasto’dayız. ama işler burada da planlandığı gibi gitmiyor tabi ki. 160 bin kişi, tek şeritli bir yolda küçük bir kasabaya doğru yola çıkarsa böyle olur tabi. 50 dakika diye başlayan yol tam 7 saat sürüyor. ama heyecanımızı kaybetmiyoruz. akşama doğru ulaştığımız festival alanının kapısında görevlilerden, içeriye o ana kadar 90 bin kişinin girdiğini öğreniyoruz. uzun yürüme parkurunu aşıp uçsuz bucaksız festival alanını görünce o ana kadar yaşanan tüm aksilikler, yorgunluklar, şanssızlıklar unutulup gidiyor tabi. gecenin kalanı çadırlar için yer bulup onları kurmakla geçiyor.

Festivalin yapıldığı bölge: İngiltere'nin Pilton, Somerset bölgesindeki Glastonbury şehrinin haritası.

perşembe günü boş gün. yalnızca festival açılışını yapacak maximo park konseri var ama müziğe aç 160 bin kişiyi düşününce konser alanına gitmek bile hata. ben tabi ki gaza gelip o hataya düşüyorum ama zaten yüzlerce metre önce görevliler izdihamı engellemek için alana girişi kapamış durumda. konseri sallayıp festival alanını tanımaya çalışıyoruz bu arada da bol bol gözlem yapıyoruz tabi ki. aslında gözlem bile yapmanıza gerek olmadan fark ettiğiniz şeyler var, bunlardan biri ingiliz kızlarının güzelliği, yalnızca kızları değil erkekleri de. sanki her biri bir indie band’in frontmani cool’luğunda. renk renk wayfarer’lar ise olmazsa olmazlardan. aylar öncesinden yapılan fotoğraflı kayıtta yeterince güzel olmayanları elediklerini, kapıdaki güvenlik aramasındaysa wayfarer’ı olmayanları geri yolladıklarını düşünmeye başlıyorum. gerçi bu tek tip gençlik günler ilerledikçe cidden kabak tadı vermeye başlıyor. çoğu birbirinin klonlanmış hali gibi. farklı olmak için ne yapacağını bilemeyenler de çıplak geziyor zaten şu beş günde azımsanmayacak miktarda çıplakla karşılaştım diyebilirim.

festival alanıysa gerçekten inanılmaz büyüklükte. rock’n coke’un yapıldığı alanın bir 10 katı büyüklüğünde desem abartmış olmam herhalde. pyramid, other, john peel, the park, jazz world diye uzayıp gidiyor sahneler. 80’e yakın sahne olduğu iddia ediliyor ama 5 gün boyunca ben toplam festival alanının ancak üçte birini gezebildiğimden çok da emin değilim. farklı stage’lerdeki konserlerden kendinize günün programını yaparken aradaki yolu da düşünmek zorundasınız çünkü bazen art arda 4 farklı stage’deki konseri izlemek için saatlerce yol yürümeniz gerekebiliyor. tabi yalnızca zaman kaybı değil, yorgunluktan ölmenize de sebep olabiliyor. bu kadar büyük bir alanda yanınızdakini bir kere kaybederseniz bir daha ulaşmanız çok zor. biz cep telefonlarımız yerine 26 km çaplı 30 kanallı walkie talkie’lerle haberleşmeyi seçtik ama festival öncesinde londra sokaklarında dolmuşçu geyikleri yaparak şarjlarını bitirdiğimiz için onları da kullanma olanağımız kalmadı. onun dışında en mantıklı yolsa kendinize uzunca bir bayrak direği ve bir bayrak alıp alanda birbirinizi bulmak için onu kullanmak.

2017 festivalinden bir görüntü. / Fotoğraf: Rachel Docherty

sahneler ve tuvalet alanlarından (tuvaletlerden bahsedip kimsenin canını sıkmaya niyetim yok ama türkiye’deki her festival sonrası ortamın hijyenini beğenmeyen narin arkadaşlarımızın bir gelip görmelerini çok isterdim) geriye kalan her yer yemek standı ama içeriye yiyecek-içecek hatta barbekü ve buzluk sokmak serbest olduğu için ve ingiltere içinden gelenlerin yarısı kendi arabasıyla geldiğinden tüm sistemleri hazır şekilde gelmişlerdi ki zaten pek bu standlara uğramıyor onun yerine getirdikleri barbeküleri kurup bütün gece ortamı dumana boğmayı tercih ediyorlardı. tabi ben de isterdim bir mangalımızı yaksak bi yandan adanaları urfaları yellerken diğer yandan da rakımızı yudumlasak küçük çapta şovumuzu yapsak, ama işler her zaman istendiği gibi gitmiyor.

ingiltere’den gelenler demişken festivalin muhtemelen %98’i falan ingiliz’di. yani aklınızda öyle multi-culturel bir festival canlanmasın. türk bayrağı taşıyarak beni heyecanlandıran üç kişinin yanına gittim, bunlardan birinin taşıdığı bayrağın hangi millete ait olduğuna dair hiçbir fikri yoktu, bir tanesi zamanında türkiye’de kumluca denen bir yerde tatil yapmış bir ingilizdi, diğeriyse ne alaka anlamadım ama gidip susurluktan bir ev almış bir iskoç’tu. bizim dışımızdaki tek türkler "raving kabop" isimli döner büfesini işleten çok da sıcakkanlı olmayan insanlardı. bu arada "hava da gayet güneşli süper geçicek festival anlaşılan" diyip uyumak üzere çadıra girmemden 3 saat sonra sırılsıklam bir şekilde uyanıyorum. muhtemelen festivaldeki tek su geçiren çadıra sahip insandım. herkes delicesine yağan yağmurun altında mışıl mışıl uyurken ben ıslanmamış tek tük eşyamı kurtarmaya çalışıyorum, o da olmuyor zaten. sağ olsun üstten bol bol su alan çadırım alttan da hiç kaçırmıyor, böylece kocaman iki çantamda su içinde yüzüyor. bu sayede çadırın içi bir 10 cm kadar suyla dolmuş durumda ama bu bile canımı sıkmaya yetmiyor. bilirsiniz ingilizlerin ünlü bir sözü vardır "çadırın her zaman dolu tarafına bakmak gerek" . ben de öyle yapıyorum çadırın dolu tarafına bakıyorum ve su dolu çadırımda biraları soğuk tutabileceğimi fark ediyorum. o dakikadan sonra da çadırım bira soğutma amaçlı kullanılıyor zaten. neyse daha anlatıcak çok şey var ama ben yavaş yavaş konserlere geçiyim. 

2009 yılı festival alanı / Fotoğraf: Brian Marks @ FlickR

birinci gün

bütün gece yağan yağmur glastonbury deyince ilk aklan gelen şeyle tanıştırıyor bizi; çamur! neyse ki kalan on binlerce insan gibi biz de hazırlıklıyız hemen çizmelerimizi giyip festival alanının yolunu tutuyoruz. kimse yağmurdan ve bazı yerlerde dize kadar gelen çamurdan şikayetçi değil. hatta zaten insanlar çamuru bekliyormuş bile diyebiliriz. neyse cuma sabahı açılışını sabah 11’de other stage’de türkiye’de daha yeni konser vermiş the whip’le yapıyoruz. zaten o anda artık o kadar çok ihtiyacımız var ki müziğe, çok güzel geliyor whip’in enerjik indie-rave’i, trash’le beraber glastonbury’nin açılışını da yapmış sayıyoruz kendimizi. ardından çok büyük bir hata yaparak pyramid stage’deki regina spektor’ı daha önce canlı izleyemediğim the rakes’e tercih ediyorum. regina spektor kibarlıktan ve sevgi’den kırılmak üzere, bir an cidden sevgiden patlayıp öleceğini düşünüyorum. çok da kibar olmadığını da hemen gösteriyor. "you look fucking amazing" ile. neyse ki hemen geri koşup senenin bombası maccabees’e yetişiyorum. wall of arms albümlerini canlı canlı dinlemek inanılmaz. bütün enerjilerini dinleyiciye verip binlerce kişiyi ter içinde bırakıyorlar. ardından the view var ama pek sarmıyor, doğru pyramid stage’in yolunu tutuyorum. sırada yine merakla beklediğim bir grup fleet foxes var. diğer amerikalı gruplar gibi onlar da hafif ürkek. ilk iki üç şarkı hayal kırıklığı olsa da sonradan açılıp folk rüzgarlarını daha güçlü estiriyor fleet foxes. seyirciyle çok iyi iletişim kuramasalar da benim için unutulmayacak bir konser olarak kayıtlara geçiyor. pyramid ve other stage’ler arası yol öldürse de friendly fires için geri dönmem lazım. lily allen’la çakışıyorlar ama düşünmüyorum bile. haziranda boğaz kenarında verdikleri ve bir çok arkadaşımdan dinlediğim performansları ve konserin ertesi günü onlarca kişinin oluşturduğu facebook fotoğraf albümleri artık nasıl bir ukde olmuşsa içimde nerdeyse tüm enerjimi harcıyorum onlarla. tek eksikleri getireceklerine emin olduğum sambacı kızlar.

john peel stage’deki jack penate konseri de iple çektiğim konserlerden. sahneye elinde kocaman bir fotoğraf makinesiyle fırlıyor ve ilk dakikasından son dakikasına kadar tempoyu bir an olsun düşürmüyor. bu senenin ” yaz marşı” (tabi ki serdar ortaç yaz şarkısını patlatana kadar) bence penate’ın everything is new albümünden tonight’s today. zaten sıra bu şarkıya geldiğinde ortalık yıkılıyor. bir ara ayaklarımın ağrısı yüzünden konseri terk etmeye çalışsam da kalabalık öyle bir coşmuş haldeki bir metre ilerlememe bile olanak yok. daha sonraki durak tekrar other stage.

2015 festivalinden bir görüntü. / Fotoğraf: Rachel Docherty @ FlickR

lady gaga hiç ilgimi çekmese de "how are you my little monsters” diyerek sahneye çıkan senenin pop bombası yavaş yavaş sahneye yaklaştırıyor beni de. 4 kostüm değişikliği, dansları, piyanosu, daha önce hiç duymadığım o inanılmaz sesi ve tabi ki tüm seksiliğiyle beklediğimden çok daha fazla ilgi topluyor amerikalı güzel. ardından ting tings sahne alıp artık tek bir ağızdan söylenen "that’s not my name" ve "shut up and let me go" ile other stage ve önündeki 10 binlerce insanı zıplatıyor. muhtemelen 50 binin üzerinde insanın dinlediği ting tings de teşekkür etmeyi ihmal etmiyor tabi ki; "two years ago we played here for 75 people, so thank you so much for coming to see us!"

günün son konseri, silent alarm albümlerini ilk dinlediğim andan beri canlı görmek için can attığım bloc party. dizlerimin ağrısı büyük ekranlardaki "on next, bloc party" yazısını gördükçe geçiyor. grup sahneye adımını attığı anda artık kalbim yerinden çıkmak üzere. konserden önce kele okereke beni arasa ve "mehmetçim sen bizi tanıyan bilen adamsın yıllardır bloc party diye sayıklayıp durdun al kardeşim 17 şarkı hakkın var bir zahmet hazırlayıver bizim setlisti hadi çok yazdı sonra konuşuruz" diyip kapasa muhtemelen ben de aynı setlisti hazırlardım. yani ilk kez kendilerini canlı dinleyen biri için inanılmaz güzel her şey. konserin unutamayacağım anı, kele’nin aynı anda pyramid stage’de sahne alan neil young’a lafları ardı ardına soktuktan sonra "i’ve never really enjoyed going to or playing at glastonbury" (glastonbury'de bulunmak veya sahne almaktan hiç keyif almadım)  lafı ile kalabalıktan uğultulara neden olması, ardından cümlesini "until now" (şimdiye kadar) ile noktalayıp 60 bin kişiyi coşturması ve o anda flux’ın girişi. kesinlikle o ana kadar hayatımda izlediğim en unutulmaz performanstı. konser bittikten ve kanımdaki adrenalin normal düzeye indikten sonra hissetmeye başladığım yorgunluktan öte tükenmişlikle çadırımın yolunu tuttum, animal collective için enerjim yoktu ama sahneleri o kadar yakındı ki uykuya dalarken animal collective konseri dinlemek de ayrı bir güzellikti. 

2007 yılında caz alanından bir görüntü.

ikinci gün

cumartesi günü güneş artık kendini göstermekle kalmıyor, yakmaya bile başlıyor. neyse ki glastonbury yağmuru ve çamuru arada kendini sembolik olarak gösteriyor da festivali çekilmez hale getirmiyor.

artık öncelikli hedef olan bloc party dinlendiği için eskisi kadar heyecan yok açıkçası. sakin sakin peter bjorn and john ve metric’i dinledikten sonra peter doherty için bekleyişe geçiyorum. daha bir hafta önce eski bir röportajında konser vermekten nasıl nefret ettiğinden bahseden, artık kokainden ölmeden önce bir kez görmek lazım diye düşündüğüm bu adamın sahneye çıkacağını hiç sanmıyorum ama bir yandan da carl barat ile çıksalar beni benden alsalar diye de düşünmüyor değilim. bu arada etraf peter benzeri oğlanlarla dolmaya başlamıştı ki peter doherty ve orkestrası konserlerine başladılar. babyshambles ve libertines’den şarkıları kendi şarkıları takip etti ve beklediğimden çok daha eğlenceli ve başarılı bir konser oldu. peter’ın artık bitmek üzere olan sesi dışında her şey çok güzeldi kısacası. bu arada carl barat’ın varlığı içime doğmuş olacak ki daha sonradan q dergisinde görüyorum, eline akustik gitarını alıp festivale gelen carl, stone circle denen insanların çimlere yayılıp takıldığı mekanda kendince küçük bir konser vermiş ama onu da yakalayabilecek kadar şanslı değildim. peter’dan sonra sırasıyla maximo park, kasabian ve franz ferdinand. kasabian’ın pyramid stage’deki performansları cidden görülmeye değerdi, bir kaç sene önce türkiye’de izlediğimiz benimse kişisel olarak hiç mi hiç tutmadığım grubun ingiltere’de bu kadar büyük olduklarını bilmiyordum. franz ferdinand da zaten aynı franz ferdinand gayet güzel dans ettiren müzikleri ve sahne şovlarıyla geceyi noktaladılar.

günün hayal kırıklığı ise john peel stage’deki passion pit’ti. 4 tane synthesizer ile nasıl senkronize bir şeyler çalmayı planlıyorlardı bilemiyorum ama canlı performansları tam bir rezaletti, ki sleepy head’i dinledikten sonra da herkes dağıldı zaten. günün en etkileyici ve cool grubu ise kesinlikle white lies’dı. hepsi tek bir dizaynır’ın elinden çıkmış sahne kostümleriyle, duruşlarıyla ve karanlık taraftan gelen müzikleriyle bir kaç sene içinde çok daha büyük bir grup olacaklarının sinyallerini verdiler.

üçüncü gün

son gün, ülkemizde de sık sık izleme şansı bulduğumuz easy star all stars daha sabahın 11’inde ortalığı marijuana dumanına boğuyor radiodred şarkılarını çaldıkları konserlerinde. michael eavis bu adamları çok tutmuş olucak ki 3 günün 3ünde de farklı stage’lerde dub side of the moon, radiodred gibi farklı konseptlerle sahne aldılar.

yeah yeah yeahs’e kadar vakit öldürüp, new york’un çıkardığı en güzel işlerden birine bırakıyorum kendimi. karen o ne kadar histerik bir hatun olduğunu gösteriyor. önce mikrofonun kablosunu boynuna dolayıp sıkabildiği kadar sıkıyor sonra konserin sonunda mikrofonu yerde parçalıyor, gaza gelen gitaristi de gitarını parçalıyor. zaten amerikadan gelen gruplar için glastonbury’de çalmak biraz büyük bir hayal olacak ki her çıkan kendini kaybedip bir şeyler yapıyor. daha sonra natasha khan nam-ı diğer bat for lashes, glastonbury ülkü ocaklarının hazırlattığına emin olduğum sahne dekoruyla gösteriyor kendisini. o büyülü sesiyle dans edip kendinden geçmiş kitleyi bir anda etkisi altına alıveriyor. bir ara loop’a aldığım şarkısı daniel’le de son vuruşu da yapıp kaçıyor.

ve büyük konsere sıra geliyor. üzerine sayfalarca yazı yazılabilecek grup blur ve üzerine sayfalarca yazılabilecek performansları. pyramid stage’in önünde 120 binden fazla insanın olacağından emin olduğumuz için erkenden kendimize güzel bir yer seçiyoruz. festivalin son konseri olmasının da verdiği hüzün’ün yanında blur’un yıllar sonra beraber olmasının heyecanı tüyleri diken diken ediyor. damon albarn, graham coxon ve arkadaşları, brit pop’un tanımını yapıyorlar sahnede. atmosfer o kadar etkileyici ki damon albarn bile dayanamıyor ve göz yaşlarına boğuluyor sahnede. artık o anı nası anlatabilirim bilmiyorum. 100binin üzerinde insan şarkı aralarında bile durmuyor tek bir ağızdan tender’ı söylüyor. bloc party’den şimdiye kadar izlenen en iyi konser unvanını bir çırpıda aldıktan, şimdiye kadar taşımadığım blur zehrini de bıraktıktan sonra veda ediyorlar.

Pyramid Sahnesi / Fotoğraf: Paul Holloway @ FlickR

işte böyle bir üç gün geçti gitti. bu arada ben bu konserlerdeyken neil young, bruce springsteen, doves, echo and the bunnymen, jarvis cocker, bon iver, 2manydjs, horrors, wombats, art brut, erol alkan, florance and the machine gibi isimler de diğer konserlerle çakıştıkları için yalan oldular. onlar için de her aklıma geldiklerinde içim yanıyor.

daha üzerine çok yazılıp çizilebilir glastonbury’nin… anlatıcak daha çok şey var aslında ama üzerine filmler yapılan belgeseller çekilen bir festivali cidden neresinden tutsam da anlatsam bilemedim. bundan sonra bir daha gider misin derseniz kesinlikle o çamur deryasının içine girmeye cesaret edemem ama hayatımda yaşadığım en iyi tecrübelerden biriydi. işe yalnızca müzik olarak bakarsanız eminim kendinize daha uygun bir festival bulabilirsiniz avrupa’da. ama müzik festivali ve gelenek olarak baktığınızda glastonbury’yi anlatacak çok güzel bir söz var; "glastonbury’nin yanında diğer tüm festivaller annenizin altın günü gibi kalır". biraz fazla iddialı gelebilir, hatta ben yurtdışında birkaç konser dışında gerçek bir festivale katılmadığım için karşılaştırma yapmam olanaksız ama, müzik ve festival işinin ana vatanı ingiltere’de bile insanlar müzik ötesi bir festival olarak görüyorlarsa bir bildikleri vardır diye düşünüyorum.

2011 yılında katılan bir Sözlük yazarı da izlenimlerini videoya dönüştürmüş

bu yaza kadar bilmem kaç yıllık hayalimdi, bu yaz ilk defa gittiğim festival oldu.
gittik geldik, "yediğin içtiğin senin olsun, neler gördün anlat" diyenlere anlatmaya çalıştık. sağa sola yazdım ama izlediklerimi bir parça da paylaşmış olayım dedim. işbu videolar bunların belgesidir. ilk başta "izlediğim her grubu 30'ar saniye çekeyim, onları birleştiririm" diyordum, sonra olmadı, olayı başka bir şeye çevirdim. 24 dakikalık, iki parçalık bir iş oldu. sözlüğe not düşmek olsun.

1. bölüm


2. bölüm 


Festivalin resmi Twitter hesabından anlık gelişmeleri takip edebilirsiniz

Avrupa'nın En Büyük Müzik Etkinliklerinden Sziget Festivali'ne Gideceklere Tavsiyeler


Ölmeden Önce Mutlaka Deneyimlenmesi Gereken Burning Man'e Dair Bilmeniz Gerekenler