Yerli Edebiyat Sektöründe Heyecan Yaratan Ahmet Büke Romanı Deli İbram Divanı'nın İncelemesi

Yayınlandığı Kasım 2021'den bu yana yerli edebiyat piyasasında genellikle övülen romanı, bu işlere gönül vermiş bir Sözlük yazarı inceliyor, buyrunuz.
Yerli Edebiyat Sektöründe Heyecan Yaratan Ahmet Büke Romanı Deli İbram Divanı'nın İncelemesi

deli ibram divanı'nı son günlerde epey methedildiği için edinip okudum. okudukları metinlerin akıcı olmasını şart koşan kitap teşhircileri için müjdeyi vereyim, deli ibram divanı zevkle okunabilir, sürükleyici, sizin deyiminizle “su gibi akan” kitaplardan. benim içinse ne abartıldığı kadar iyi, ne de yerin dibine batırıp çıkarılası bir roman. eleştirilere geçmeden önce bu uzun yazıyı okuma zahmetine girecek mazoşistleri iki başlıkta uyarmak isterim:

1. ekşi sözlük'te genel olarak kimseye eyvallahı olmayan, sert bir üslupla yazmayı adet edinmişimdir; dolayısıyla az sonra karşılaşacağınız dikenli üslup, okudum okuyalı bende pek yer etmese de tevazusu ve kalemiyle saygımı kazanmış ahmet büke’ye özel bir tutum değildir.

2. aşağıdaki eleştiri yazısında spoiler içeren epey detay bulunmakta. şayet kitabı okumadıysanız ve okuma niyetindeyseniz, bu yazıyı es geçin. ondan sonra yok abi spoiler vermişsin, yok spoiler bandı niye koymadın diye gürültü yapmayın, basarım sinkafı.

işte başlıyoruz!

önce romanın iskeletiyle başlayalım. ahmet büke uzunada’da (köstence) dışarıya –kısmen- kapalı, gelenekçi - ama bu kelime sizi yanıltmasın, biraz irdelendiğinde epey senkretik bir inanca sahip - bir toplumun zamana karşı direnmesini ve kaybedişini anlatıyor. yazar, adanın bu çöküş anlatısını demokrat parti’nin iktidara geldiği günlere düşürmüş. (bu seçimi ayrıca tenkit edeceğim) bu açıdan “her ada hikâyesi gibi” alegorik bir yanı var deli ibram divanı’nın. roman güzel bir anlatım ve tempoyla başlıyor, büke’nin bu romanı yazmak için giriştiği araştırmanın meyvelerini deneyimliyorsunuz, arada bir sözlüğe bakma ihtiyacınız oluyor ama romanın ortalarına doğru, özellikle balıkçı ve ailesinin öldürülmesini takiben hikâyenin merkezinin izmir’e kaymasıyla kitap sığlaşıyor - çünkü köstence’nin o güzelim, büyülü atmosferinden uzaklaşmış oluyoruz - ya yazarın bu problemi fark etmesinden ya da kitabı hacmi artırmadan bitirme gayretinden, yuları tutulmayan tempo yokuş aşağı hızlanıyor, detaylıca aktarılabilecek sayısız dramatik bölüm – çatışma sahnesi üstünkörü anlatılıyor ve birdenbire kendimizi kitabın son sayfalarında buluyoruz.

büke, topografyanın ona sunduğu alegorik havuza - tekrara düşmek pahasına vurgulayacağım, sanırım sayfa sayısını belli bir düzeyde tutmak gayesiyle - fazla başvurmamayı tercih etmiş. sözün gelişi karyolanın demiri şarkısının adalıların ağzına nasıl pelesenk olduğunu, saruhan hatun ve efradının adaya nasıl yerleştiğini, kadırgalılar kısmında adadaki delilik kurumunun tarihi aktarılıyor aktarılmasına ama okuyunca ister istemez yazar neden dallanıp budaklanacak bir mitoloji yaratmak varken birbirinden kopuk bu masallarla yetinmiş diye yazıklanıyorsunuz. ayrıca bazı kıssaların hikâyeye herhangi bir katkısı yok. örneğin, adanın delisi ölünce yerini bir başka delinin doldurmasının, hikâyenin başlangıç noktasıyla mantıksal bağını arıyoruz arıyoruz, ama bulamıyoruz. kadırgalılar bölümündeki delinin gerçekten bir delirme sebebi vardı, peki diğerleri? muhakkak bir sebep var ama ne? bu okura bırakılacak bir şey değil, salt bu haliyle dekoratif bir unsura dönüşüyor.


buradan hareketle yazarın metni kısa tutma çabası, romanın dar bir kadro ile yetinmesine sebep oluyor

asırlardır bir arada yaşamış bir ada halkıyla karşı karşıyayız ve koca romanda, balıkçı ile ailesi, demirci asım, deli ibram, eczacı süleyman, yusuf reis, leyla, halit, terzi metin dışında devamlılığı olan, dişe dokunur, akılda kalıcı karakter yok. kaldı ki bu saydığım karakterlerin üçü romanın izmir ayağında yer alıyor. adada epey hürmet gören, cemaatin ne yönde duracağına bakıp ona göre reyini belirlediği balıkçı’nın asım dışında hiç mi ahbabı yok, atalardan tevarüs hiç mi düşmanı, rakibi yok, yolda yürürken deli ibram dışında karşılaşacağı hiç mi komşusu yok? ek olarak karakter kıtlığı, karakterlerin sırtına birden fazla yük bindiriyor.

örneğin, adanın delisi olarak bize takdim edilen ve romana ismini veren deli ibram, iki yüz sayfalık kitaptaki en akıllı, en sağduyulu, en sabırlı, en kurnaz, en güvenilir ve en lafı gediğine koyan karakter. bildiğin rasyonel bir karakter deli ibram. ama aynı zamanda günahların hissikablelvuku ile ayan olduğu, kutsalı kirletenleri ihtar edebilecek kadar mistik bir zat. kısaca, altı kaval üstü şişhane. tüm bu niteliklerinin yanı sıra deli ibram sıfırdan tekne de yapabiliyor, yani vikings'ten hatırlayacağınız fioki'nin yerli malı yurdum malı versiyonu. eczacı süleyman ya da… romanın villain’ı (kötü adamı) eczacı süleyman, armut dibine düşer sözünü doğrularcasına, adayı tekeline alan dedesinden kötücüllüğü devralmakla kalmamış, bir bakıma adanın bu dışarıya kapalı, gelenekçi kodlarını delmeye ant içmiş bir yenilikçiliği de kuşanıyor. mesela romanda eczacı süleyman’ın karşısına farklı düşünen bir kardeş veya bir rakip eklense, adanın modern dünyaya entegrasyonu bu karakterlere bırakılsa, süleyman da bertaraf ettiği bu karakterlerin bakiyesine el koyan gemi azıya almış bir fırsatçı olarak kurguda yer alsa hem bu ikilemden kurtulmuş olurduk hem de süleyman’ın karikatürün ötesini gidemeyen kötü adamlığı bu denli sırıtmazdı.

romanın bir öykü yazarı tarafından yazıldığını belli eden noksanlarından biriyse şu

osman dışında karakter dönüşümü yok. osman da öyle bir dönüşüyor ki nasıl oldu da bu gerçekleşti anlamıyoruz. çocuğun ailesini diri diri yakıyorlar, sonra yazar bizi birdenbire yedi yıl sonrasına ışınlıyor ve bir bakıyoruz, osman adaya döndüğünde bile intikam peşinde olmayan, her şeyi sineye çekmiş, olgun bir adama evrilmiş. öyle ki ancak karşı tarafın kaşınması ve deli ibram’ın tavsiyeleriyle aklı başına geliyor. bir diğer örnek leyla. ana karakterimizin sevdiceği leyla (ki bu ikili arasında aşk mı var dostluk mu var, aralarında hiç mi cinsel bir yakınlaşma olmuyor, yazar bu konuda epey ketum) romanın başında neyse, romanın sonunda da o. ailesinin ölümüne yol açtığı için yusuf reis'e kırgın olduğunu, daha doğrusu ikilem içinde olduğunu öğreniyoruz ama yemek masalarında üvey baba ile kız arasında hiç değilse ara sıra gözümüze çarpması gereken gerginlikten eser yok, hatta leyla yusuf reis'in ceset temizleme işinin de sessiz bir tanığı. bildiğin köpeklere insan kemiği atıyor :) kızın varlık gösterebildiği tek epizot geceleri faytonla şehir turu atabilmek için babası yaşındaki terzi metin ile - saçma sapan - yakınlaşması ki bu epizotta dayağı yiyip oturacak aşağı. kitabın sonunda ise kucağında onun için dikilmiş bir manto ile askerden dönen osman'ın birlikte bir çift olarak köstence'ye yerleşme planı karşısında sergileyebildiği tek insanlık emaresi "orada faytonlar var mı?" diye sormak olacak. (buraya elini çenesine götürüp düşünen emoji yakışırdı, ne yazık ki böyle bir seçeneğim yok...)


roman, kompleks bir bileşenler ağıdır ve her detayın bir önemi vardır

roman yazarı konstrüksiyonu, usta bir mimar, ileriye gideyim, mühendislikten çakan bir mimar gibi titizlenerek - niyete, kurguya, tarza, ritme uyacak şekilde, yani metnin izin verdiği ölçüde - en ince detayına dek inşa etmelidir. eğer elimizdeki roman, bir tabunun çiğnenmesinin yol açtığı uğursuzluğa dayanıyorsa, o tabu güçlü olmalıdır. o tabu delindiğinde gerilmemiz, yazarın da bizi bu kıvama getirmiş olması gerekir. deli ibram divan’ı, dalyancılık için hayati öneme sahip yunusların, paragöz bir adam ve bürokratlarca katledilmesini ve adanın can damarının kesilmesini anlatıyor. oysa daha romanın başında, ailesi açlıkla mücadele etmekte olan hasta bir balıkçının, farklı günlerde yanına oğlunu katarak birden fazla kez yunus avlamasını, öldürülen bu hayvanları kesmesini, yağlarını etlerini ayırmasını okuyoruz. yazar hemen buraya müdahale ediyor, karakterine (balıkçı) asıl tabu olanın genç yunusları avlamak olduğunu söyletiyor. zaten osman’ın çiğnediği kutsal bu. istemeden genç bir yunus öldürecek ve hem adanın hem kendisinin başına gelenler bu günaha bağlanacak. ilk önce kulağa mantıklı gelse de, bir kişinin mecburiyetten yunus avlayabildiği, bunu yaptığı için dışlanmadığı bir cemaatte, fırsatçı bir adamın, ortada kıtlık varken yunus avını bir sektöre dönüştürme gayreti ve ahalinin kah zorunluluktan kah para düşkünlüğünden bu operasyona dahil olması sizi bilmem ama heyecanlandırmak, germek, kahretmek bir tarafa, beni şaşırtmadı bile.

hazır aklımdayken… sayın büke, romanın ilk sayfalarında yüzbaşının eşinden gelen ve eşinin bir başkasına aşık olduğunu bildiren bir mektubu emrindeki alelade - ve ikinci kez karşısına aldığı - bir ere vermesi ve okumasına müsaade etmesi size de biraz… editörleriniz sizi uyarmadıysa söyleyeyim, adamın karısı için manto diktirmesindeki asıl motivasyonu zaten kitabın son sayfalarında pek güzel açıklıyorsunuz, kitabın ancak ilk ve son kısımlarında arz-ı endam eden bir karakterin boynuzlanmasını bu denli aceleyle bize aktarmanıza gerek olmadığı gibi, bu denli akla ziyan, inandırıcılıktan epey uzak bir yolla açık etmenize de lüzum yoktu. şöyle yapabilirdiniz mesela. osman, yüzbaşının eşine manto dikerken, bölükte dönen ve kaynağı yüzbaşının postası olan bir dedikoduya kulak kabartabilir, haliyle yüzbaşının eşinin aslında bir başkasına aşık olduğunu öğrenebilirdi.


kurgunun demokrat parti’nin iktidarda olduğu yıllarda geçtiğini söylemiştim

anlaşılır bir seçim ama aynı zamanda basmakalıp, eh yeter denilebilecek bir konfor alanı. 1950’i memleket ayarlarının bozulmasına milat bellemek hem yazarları atatürk ve milli şef’in gölgesinde sürmüş handiyse otuz yıllık otoriter döneme değinme tehlikesinden kurtarıyor hem günümüzde genlerini taşıyan, güçlü, aktif bir siyasi oluşum olmaması hasebiyle demokrat parti’yi rahatlıkla kırbaç sallanacak kullanışlı bir günah keçisine dönüştürüyor hem de mevcut karanlığımızda yazarın potansiyel okura tarafını belli etmesi ve gönüllerde yer kazanması için uygun bir zemin hazırlıyor. koca kitapta 1923 -1950 yılları arasında ne olmuştur, ahalinin o dönem hakkındaki kanaati nedir, cumhuriyet’in kuruluşuyla adada ne türde değişiklikler ve hizipleşmemeler gerçekleşmiştir, neredeyse hiçbir şey yok. köstence’nin düzeni adlı bölümde eczacı’nın dedesi zina mehmet’in yükselişi ve adadaki tekelleşmesi konu alınıyor ki sebep sonuç ilişkisi olarak epey iyi bağlanmış bir bölüm olduğunu teslim etmeliyim ancak zina mehmet’in dümenine alet olan rüşvetçi bürokrasiden kasıt osmanlı mı yoksa cumhuriyet midir, yazar demokrat parti dönemindeki kadar elini belli etmiyor. hatırladığım kadarıyla bir tek çanakkale savaşı’na ve izmir’in kurtuluşuna anekdot vasıtasıyla kısa bakışlar var. o kadar. kısacık internet araştırmasının sonucu: uzunada’da 1914’te iki bin kadar rum’un yaşadığı kaydedilmiş. ötesi, 1916’da kraliyet donanması bu adayı işgal etmiş, hatta pul bastırmış. ee bu rumlara ne oldu? mübadelede rumlar gidince ada ne kaybetti, ne kazandı? işgal günlerinde adada neler yaşandı? yazarın önüne serilmiş imkanlardan yeterince faydalanmadığına dair tespitim boş yere değilmiş ha, ne dersiniz?

not: şu 200 sayfalık kitap çıkarayım, hem fiyat tuzlu olmasın hem okuması kolay olsun merakı ne güzelim kitapları ne güzelim konuları murdar etti be! kızamıyorum da, piyasa bu.


Son söz

aslında makul ama eleştiri kurumunun sırra kadem bastığı ülkemizde kolaylıkla acımasızlığa veya fesatlığa yorulacak bu yazıyı, şu sözlerle tamamlayayım.

deli ibram divanı, başta altını çizdiğim üzere, sürükleyici, merak uyandırıcı, kısmen bilgilendirici bir orhan kemalkemal tahir ve kısmen yaşar kemal romanı. özgünlüğünün tartışmaya açık olması bir yana, faruk duman’ın sus barbatus serisi gibi günümüzde artık miadı dolmuş bir alanda fink atıyor. her ne hikmetse o dergi senin bu ek benim köşebaşlarını tutmuş edebiyat neferlerimizin farkına varmadığı ama düzenli olarak kitap okuyan herhangi bir okurun rahatlıkla tespit edebileceğine inandığım mezkur kusurları barındıran deli ibram divanı’nın büyük, çok büyük bir edebi olaymış gibi dolaşıma sokulması, baskı üstüne baskı yapması da hal-i pürmelalimiz bahsinde bize çok şey söylüyor.